SEFA ÖZTÜRK DEDEYLE SÖYLEŞİ
SEFA ÖZTÜRK DEDE’YLE SÖYLEŞİ…
(1963 / Ordu -Gürgentepe -Akyurt Mahallesi)
(Güvenç Abdal Ocağı)
Geleneksel Alevi bilgileri yanında, günümüzde Alevilerin yaşamakta oldukları sorunlar hakkında da çözüm önerilerinde bulunabilen, bölgesinde etkili bir dedenin oğlu olarak, her zaman Alevi değerlerini yaşatmaya öncelik veren, gençlere hitap edebilen, yaşamını özlü bir şekilde bizlere aktaran günümüzün çok sevilen dedelerinden Sefa Öztürk’le söyleştik…
Ayhan Aydın
Her şeyden önce dedemizi tanımak isteriz; ne zaman, nerede doğdunuz?
1963 Ekim ayında, patatesler sökülürken der annem, o zaman; Ordu Gürgentepe Akyurt Mahallesi Aralacak Mevkii’nde, ebesiz dünyaya geldim.
Göbeğimi, amcamın hanımı kesmiş, ebe olarak onu bildim. Hep ona Ebe Anne, derdim. Ona her zaman bir yakınlık duydum. Göbeği kesen yok, herkes tarlada, o da hiç göbek kesmemiş, ama Anadolu insanıdırbu, yaratıcıdır, cesaretlidir. O kesmiş benim göbeğimi, onu biraz da varlık sebebi, sayıyorum, yaşama sebebim..
Hasan Derviş, Fadime Ana’nın evlatları olarak 8 kardeştik. Ben dördüncüydüm. Nazlı, Hüseyin, İpek, Sefa, Yüksel, Ali, Nevriye, Olgun… Ben arada kaynamış gitmişim, çok fark edilmemişim çocukluğumda.
Çocukken çocukluğumda kendimi ifade etme arzum vardı, kendimi gösterme arzum, fark edilmek isterdim, bütün çocukların içinde, abim de tanığıdır, üç buçuk, dört yaşında okuma yazmayı öğrendim. Yedi yaşında okula gittiğimde, ilkokul beşinci sınıftaki abimin derslerini yapıyordum. Yöneticiler, öğretmenler benimle çok ilgilendiler ama beni çok fazla derslere almadılar. İlkokul diploması verdiler, yani okulu, okula gitmeden, bitirdim. Sürekli okula gitmeden aldım diplomamı. Abimin derslerini yapıyordum. Kitaba olan ilgim çok yoğundu, öğretmenlerim beni çok severlerdi; mucize çocuk gözüyle bana bakarlardı, annesinin karnında öğrenmiş, derdiler. Ben gerçekten de mucizelere inanan bir insanım. Bu bir mübalağa değil, insanlar nasıl karşılar bilmiyorum ama gerçekten de okumam da bir mucize gibidir. Ben nasıl o yaşta gerçekten de okur – yazar oldum? Bunda bir ilham aramak lazım. İlkokul dörtte kuduz köpek beni ısırmıştı, Ordu’ya götüremediler, fakirdik. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir, mantığı da vardı, çocuk çoktu zaten. Aşı yok ilçede. Ordu’ya sevk ettiler, ama gidemedik. Hani kırkıncı gün, diye bir durum vardır Anadolu’da. Kuduz olanlar, kırkıncı gün mutlaka kudururlar, diye bir inanç… Beni de aynen bir karanlık odaya hapsettiler. Benim hayat boyu yaşadığım bir travmanın nedenidir, bu. Ben o karanlıktaki çocuğa yani kendime her zaman çok üzülmüşümdür, hala da üzülürüm. Çaresiz, ölmesi beklenen, ölmezse çekilip yağlanmış tabancalarla öldürülecek bir çocuk hayali her zaman benimle birlikte yaşamaktadır. Zaman zaman o çocuğa dönüp bakarım, üzülürüm, kederlenirim. Ölebilirdim de… O günden sonra da fazlalık yaşıyorum zaten…
Devam edelim sevgili dedem, çocukluk günleri nasıldı?
İlkokulu bitirdikten sonra, benim en büyük hevesim öğretmenlikti. Öğretmenliği çok sevmiştim. Birine bir şey öğretmek çok önemliydi. Eğer bir sülalede bir öğretmen varsa bu büyük bir övünç kaynağıydı. Öğretmenin toplumda büyük bir saygısı vardı, şimdiki gibi yerlerde sürüklenmiyorlardı. Bu meslek gerçekten de kutsaldı. Benim de büyük hevesle istediğim bir meslekti. Ve nihayetinde ilkokuldan sonra o zamanlar öğretmen okuluna gidilebiliyordu. Ben de sınava girip Samsun Ladik Akpınar Öğretmen Okulu’na gittim. Bu benim hayatımın ikinci çok önemli bir dönemidir. Çünkü orada artık ebeveyn ilişkilerinden farklı olarak, artık arkadaşlık vardı, birlikte çok zaman geçirdiğiniz, aileniniz dışında yüreğinizi açabileceğiniz, elinizden tutan bir kardeşiniz olacak insanlarla birlikteliğiniz vardı. Biz o zamanlar kardeşliği,birliği öğrendik, bunun değerini o zaman çok iyi anladım. Her zaman yatılı okul öğrencilerini önemserim ben. Fakat şanssız bir dönemdi de, aynı zamanda; Türkiye’de siyasi çatışmaların en yoğun olduğu bir döneme denk geldik. O seçkin öğrenciler içinde en yüksek notlara sahip öğrenciydim. Onlar da sıradan öğrenciler değillerdi. Çünkü onlar da kendi okullarında yüksek puanlarla buraya gelmişlerdi. Öğretmenlerimiz bizlere, özel ilgi gösterirlerdi. Geleceğin doktoru, mühendisi, öğretmeni olarak bakarlardı. Çünkü Ladik Öğretmen Okulu’nu bitirenler doğrudan üniversitenin herhangi bir bölümüne girebiliyorlardı, cüzi puanlarla bu oluyordu.
Bize zaten gelecekte bu insanlar bir üniversitede bilim insanı olacaklar, diye bakıyorlar. Çok enteresan bir hikâyeyi burada paylaşmak istiyorum. Ben solcu ve Alevi olduğumu o okulda öğrendim. Tesadüfen kitabımın içinde (okul o zaman sağ görüşlü öğrencilerin inisiyatifi altındaydı) tesadüfen kitabın arkasında Mahsuni ve Yılmaz Güney’in kartpostalları vardı. O zaman kart postallar önemliydi. Çünkü herkesin öyle bir koleksiyonu vardı; biz de öyleydi.
Yılmaz Güney solcuymuş!
Mahsuni Şerif Aleviymiş!
12 yaşında ben de sorgulandım. Neden bu kart postallar sende? Diye sorgulandım yönetimce, öğretmen ve öğrenciler tarafından!
Yine orada Atatürk’ün hiç söylemediği, kullanmadığı bir söz manipüle edilerek kullanılıyordu; “Kominizim Türk âleminin en büyük düşmanıdır, her görüldüğü yerde ezilmeli” diye yaygın bir yanlış söz dolanıyordu. Sanki ben de o sözle sorgulanıyordum. Yani Yılmaz Güney’in ve Mahsuni Şerif’in kart postalarını taşımak suçtu.
Bu böyle devam etti. 12 Eylül’e kadar o okulda okumaya devam ettim. 12 Eylül’le birlikte okuldan atıldım. Başka bir okula da almadılar beni. Okuldan atıldığımda daha 17 yaşındaydım. Bu bende büyük bir psikolojik gerilim yarattı. Biz her şeyimizi okumak üzerine kurmuştuk. Fakir bir aileydik, ben hem okumayı seviyordum, hem de okumak zorundaydım. Çünkü okuyarak kendi ekmeğimizi de kurtaracaktık. Annem, babam da rahat edeceklerdi. Ama olmadı. Bu benim için son derece üzücü bir sonuç oldu. Herkesin bir beklentisi vardı benden; yörede de sevilen birisiydim. Ama bu sefer okul işi olmayınca da, ismimiz anarşiste çıktı… Halkın yargısı çok peşindir, ön yargılarla hareket ediyoruz, insanları hemen aforoz ediyoruz, yargısız infaz edebiliyoruz. Yani, fakir bir ailenin çocuğu, hem de dede çocuğu, nasıl oldu da, okumadı, anarşist yollara saptı, dediler. Bu asılsızdı. Ben gerçekten okumak aşkıyla dolu bir insandım. Bu bir gerçektir. Ama olmadı. Hayat ise devam etti...
Kendimi şöyle tanımlıyorum; çok yumuşak huyluyum, şiddetle hiçbir zaman işim olmadı. Eşime, çocuğuma tek bir tokat atmış bir insan değilim. Ben sevgi dolu, duygusal bir insanım özümde. Böyle bir mizacım olmasına rağmen şiddetle benim ilişkilendirilmem çok tezat bir durum oluşturdu. Ben ilkelerim konusunda taviz vermem ama asla sert birisi değilim.
Ciddi anlamda o okuldan atıldıktan sonra, topluma karşı, kitaplara, bilgilere karşı bir kırgınlığım olmuştu. Ben kendimi biliyordum, özümü biliyordum. Kendime de topluma da bir küskünlüğüm olmuştu. Tam da bu ruh halinde 1983’de babamı kaybettim. O da 24 Kasıma denk geldi. Yani “Öğretmenler Günün”de. O da beni ayrıca yaraladı.
Babanızdan daha ayrıntılı bahsetmenizi isteyeceğim?
Babam benim gerçekten gerçek öğretmenimdi. Babam hala benim yaşamımda gerçekten çok egemendir. Yüreğimde yaşıyor. Ben zaten öyle söylüyorum, siz sevdiklerinizi toprağa değil, yüreğinize gömün, derim. O zaman onunla her zaman konuşursunuz, görüşürsünüz. Gerçekten babamla her zaman görüşüyorum, konuşuyorum… Benim için enteresan bulduğum bir yön vardır. Bütün olanaksızlıklara rağmen babam, o edindiği bilgilere nerede, ne zaman, nasıl ulaşmıştı? Buna her zaman şaşmışımdır. Bir yazısı vardı örneğin, desinatörler, hattatlar onun gibi güzel yazı yazamazlardı, bu gerçektir. Her zaman ona imrenirdim, o yeteneğe hiçbir zaman ulaşamadım. Babamın günlük tutma gibi bir alışkanlığı vardı. Bir de çok espriliydi, her zaman bir Bektaşi hazırcevaplığındaydı. Sohbeti çoktu. Babamın hiçbir zaman tek başına gezdiğini görmedim. Her zaman ilgi çeken, sevilen, sohbet edilen, merkezde olan bir insandı. Aranan bir insandı. Annemde de hiçbir zaman ayrılmazdı. Ben gerçek aşkı da onlarda gördüm. Her zaman annemin arkasında yürürdü. O kadar mütevazı, alçakgönüllü bir adamdı. Erkek adama yakışmaz kadının önünde yürümek, derdi.
Cem- Cemaat yürüten bir dedeydi?
Çok iyi bir dedeydi. Bizleri o cemlerde yetiştirmiştir. Babam yanına oturmak da mümkün değildi. O hiçbir zaman dede çocukları olsa da, çocukların posta oturmasını doğru bulmazdı. Onun bir ağırlığı olduğunu düşünürdü, manevi bir ağırlığı olduğuna inanırdı. O manevi ağırlık hep onunlaydı. Eğer posta oturacaksınız, belli bir olgunluğa ulaşmadan, oturulması halinde, inandırıcılığının zayıflatacağına inanırdı, kâmil olgusuna yürekten inanan bir insandı.
Çok esprili bir insandı. Aynı zamanda da çözümcü bir insandı. Espri zaten bir zekâ ister. Babam Sünni komşularımızdan ciddi bir saygı gösterdiklerini biliyorum. Sünni komşularımız da ona çok özel bir gili gösterilirdi. Yanına Sünniler de çok akıl danışmıştır. Komşuluğa önem verirdi. Aleviler zaten o dönemlerde dedelerine çok güvenilirdi. Dedeler; hem hâkim, savcı, adil insanlardı. Adli davalar çok azdı. Bunları daha çok dedeler çözerdi. Şimdi babam gibi bir idol olunca insanın önünde, benim işim daha da zorlaşıyordu. Çıtayı yüksek tutmak gerekiyordu. Çünkü “Derviş” önünüzde. O nedenle de ömrü hayatımda dedelik yapmayı da hiç düşünmemiştim. Çünkü babamı o kadar erişilmezler arasına koymuşuz ki, asıl onun yerini alamayacağımızı düşünüyorduk.
Evet, bu toplumun hafızası zayıftır, ama babam otuz yıl önce vefat etmesine rağmen, hale belleklerde canlıdır, o halen yaşıyor.
Adamı bir türlü aşamadık gitti, onun o kadar kredisi vardır ki, bizlere de “Derviş’in Oğlu” derler. Bizler Derviş’i yani babamı aşamadık. Demek ki bu toplum çok da kadir, kıymet bilmeyen bir toplum değilmiş, halk bazında.
O benim gözümde gerçekten dedeliği temsil eden “’Rol Model”di.
Alçak göllü, saygıdeğer, hoşgörülü, kucaklayıcı, eksikleri örten, pratik zekâsıyla güncel sorunlara çözüm bulan, eşinin eşi, çocuklarının babası, emekçi, fedakâr, kavgasız, komşuları çok, aranan, sevilen, beklenen, arzulanan, Ehlibeyt temsilcisi, posta oturan, otoriter, cem dedesi, sazının ustası, yazısı mükemmel, sanat ruhlu, doğa tutkunu emsalsiz bir insan. Yani Alevilerin dedelere sevme nedenleri babamda mevcuttu. Bu benim en büyük övüncümdü…
Peki ya anne?
Annem hale “Dede-Anne”dir. Yaşıyor, çok şükür. Babamdan bize hatıra. Elbet insan analarını sever ama ben ona ve babama çok saygı da duyuyorum. Biz onların kurduğu ilişkiyi, dünyayı kuramadık. Onlar bir yolunu yöntemini buluyordu. Onlar çok geniş bir kitleye, radyosuz, telefonsuz, gazetesiz ulaşıyorlardı. Biz bu çağda iletişim eksikliği yaşıyoruz.
O zaman bu güzel örneklerin geldiği köklere dönelim. Yani gerçek dedeler, gerçek babalar, gerçek analar, gerçek ozanlar, gerçek âşıklar, gerçek kamberler… Bir ozanın dediği gibi “kokusu kalmamış güller” değil, tüm doğallığı, kokusu, şekliyle “Gül Gibi Olanlar”… Kimlerdir bu insanlar, bu geleneği bugüne taşımayı nasıl başarabildiler?
Alevilik’te bir doğum vardır ama bu farklı bir doğumdur. Her insanın, herkesin; bir anneniz, bir babanız vardır, beşeri bir dünyaya geliş şekli. Bir deAlevilik’te olduğu gibi,yol’da doğum vardır. Yol oğlu olarak doğar. Babanız dede, o yolun mürşidi, anneniz de “ana”dır. Dünyanın neresinde giderseniz gidin, insanın bir annesi, bir babası vardır. Ama öyle bir inanç vardır ki, yüzlerce yol evladı, yani doğumla olmayan sonradan aynı şekilde evlat olarak görülen evlatları var. Bu o kadar çok geniş bir halk kitlesine yayılıyor ki, şehirli, köylü, akademik unvanı olan olmayan, aynı atmosferde, aynı şekilde, hepsini aynileştireceksiniz, hepsine hitap edebileceksiniz, büyük - küçük, kadın - erkek, entelektüel, işçi fark etmeyecek.
Dedelerin anlattıkları her zaman ilgi çekicidir. Hem tarihsel, edebiyatsal ama güncel meselelerde de herkesi ilgilendiren konuşmalar yaparlardı. Nasihat kültürü vardır. Taliplerin de içinde de farklı yapılar vardı. Dedeler homojen bir yapıya hitap etmiyorlardı, ben de gözlemliyorum etmiyoruz. Herkesin anlama düzeyi de bir değildir. Bir cümle kuracaksınız, herkes te o cümleden bir şey anlayacak. Bu çok zor bir şey. Bu ancak bir sosyal bilimcinin bir marifeti olabilir. Bugün dahi iki karşıt görüşü yan yana getirseniz, onlar zor anlaşıyorlar. Gerçekten o dönemdeki insanlar bir sohbette ortaklaşabiliyorlardı. Çok agresif sert mizaçlı insanlar da vardı, çok yumuşak huylu insanlar da vardı. Bu kurtla kuzu barınır bizim kucağımızda, sözüne karşılık geliyordu, bunu o zaman anlamıştım. Şimdi bu insanların her birisi kendi alanlarında çok büyük yeteneklerdi. Hiç birisi okula hemen hemen ilkokula bile gitmemişlerdi, okur yazalardı. Ama bu insanlar hem bağlama çalıyorlardı, deyişler söylüyorlardı, kendileri de yazıyordu. Yedi ulu ozanın deyişleri dışında o kadar ozanın binlerce deyişi, nasıl aklında tutarlar bu akıl alacak gibi değil.
Sadece bu da değil, Kerbela’yı, Kura’ın, ayaklanmaları, başka birçok şeyi nasıl hafızalarında canlı tutup anlatabiliyorladı, gerçekten üzerinde durulması gereken bir husustur. Şimdi meselahikâye anlatacağım, kayınpederim aynı zamanda büyük bir dededir, Bahri Dede, öküz koşardı, öküzler, boyunduruğa sabana vurulan öküzler güçlü, babayiğit olurlardı. Övümdere denen uzun çubukla idare edilirde. Toprağı onların gücüyle biliyorsunuz sürebilirdik. İşte Bahri Dede bir kez olsun o öküzlere vurmamıştır, bağırmamıştır bile. O onlarla konuşurdu, anlaşırdı, işini rahatlıkla yapardı. Dedeler çok iyi hatırlarım, devletin çözemediği meseleleri çözerlerdi, bir köyün hem muhtarı, hem avukatı, hem de toprakçılıktan da anlarlardı. Yani tarımdan da anlarlardı. Herkes başını çevirip onlara bakarlardı. İnsanlar kendilerine bakmak zorunda hissedelerdi, Gündoğdu çiçekleri gibi, insanlar onlara bakarlardı, insanlar onlara saygı duyarlardı, onlar saygıyı da hak ediyorlardı; gerçekten hem de hekim bile oluyorlardı, onlar yol yoldaşlarıydı. Onlarda rekabet yoktu. Bence dedeler arası, dernekler arası, ozanlar arası, rekabetler bugüne ait özelliklerdir. Eskiden bunlar yoktu. Dedeler köylerde sorunları gerçekten çözen güvenilen insanlardı. Bugün her şeyde bir yozlaşma var…
Bir dedenin görevleri nelerdir?
Bir dedenin asıl görevi; “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, ilim kendini bilmezse ya nice okumaktır (okuyan kendini bilmezse)” Yunus Emre’nin bu sözü dedeler için de geçerlidir. Bir ocak evladı ilk önce kendini bilmek zorundadır. Ne olduğunu, kim olduğunu bilmeyen ocakzade, dede değildir. Kişi kendini bilmek, pişirmek, geliştirmek zorundadır. O ocağın üstlendiği bir misyon vardır. İşte dede o misyona sahip çıkmak zorundadır.
Şuna şiddetle karşıyım; dedeler eleştirmez, çünkü dede doğrunun bizzat kendisi olmak zorundadır. Dede yaşam tarzıyla kendisini gösterir. Yolda yürümesi, konuşması, toplumla oturup kalkması, cem yürütmesi, onun ne olduğu ortaya çıkar. Elbette söylem önemli ama yaptıklarıyla dede örnek olmalıdır. Söylediğiyle konuştuğu örtüşmelidir.
Bir dedenin yapacağı şey öz eleştiri yapmaktır. Ücretli bir akademisyen gibi değil, toplumsal sorumluluğu yol duruşunun bir sonucudur. Bu yol onun önüne hedefler koymuştur. Bu hedef kâmil insan olmaktır. Dünyanın kâmil insanlarla dolduğunu düşürsek dedelerin de nasıl bir dünya özleminde olduğunu görürüz. Bu dünyada sömürü olmaz, yoksulluk olmaz, ayrım olmaz, her şey rahat eder, doğada var olan her canlı rahat eder. Kimse kimsenin yaşam alanına dokunmaz.
Bütün peygamberler veliler çobanlık yapmıştır. Yapıp yapmamaları önemli değildir. Mitoloji tarihi bir şey anlatmak ister, semboller vardır. Çobanlık önemli bir meslektir. Çobanın hayvanlarla olan dünyası; onların dilini bilmek bir maharettir. Doğanın dilini bileceksiniz; zehirli otları da bileceksiniz, güneşi, yağmuru bileceksiniz. Bir de insanlarla ilişkiyi bileceksiniz. Bunlar ayrı ayrı maharet, bunlar beceriyi gösterir. Toplumda Alevilerin öyle bir dünyası var ki, tüm dünyaların içinde olması gerekir. Hem insanlar içinde, hem doğa içinde tüm bilgileri toparlayabilmek, anlama, özümseme kolay bir şey değil. İşte dedeler de böyledir. Birçok bilgiyi bilebilen, onları yaşamın içinde insanların lehine kullanabilen insanlardır dedeler. Bilgiyi bilmek de yetmiyor, onu uygulamak da gerekiyor. Dede edindiği bilgileri ne kadar ustalıkla uygularsa o kadar çok sorunları çözebilir.
Toplumun sorunlarını bilip onları çözmeye çalışacak. Bu konuda pratik zekâsını, aklını kullanacak.
Bu konuda ona kimler yardımcı olabilir?
Dedelerin en büyük yardımcıları talipleridir. Dede ortak aklın temsilcisidir. Alevilik’te bilgiye yönelme isteği vardır. Bilgi kimde olursa olsun, hiç gücenmeden, o bilgiyi mutlaka topluma mal etme eğilimi, kabiliyeti vardır. O bilgiyi alır, kullanır. Ondan dolayı bu bilgiyi taşıyanlar da çok önemlidir. Bizlerde “köy babaları” denen “imat” denen (halkın seçtiği, dedeyle bağlantı kuran temsilci) işlevleri vardır. Birçok yerde “rehber” gibi işlev görür, dedeyle halk arasındaki köprüyü kurar. İletişim kurar. İmat dedeyi tamamlar. İmat eksik kalırsa, dede ne kadar bilgili olursa olsun halk özerindeki etkisi de azalır. Halkta olanları alır, objektif, tarafsız bir şekilde sorunları alır dedeye aktarır. Bir kişinin fikri oluşmaz. İmat köylüyle tek tek konuşur, ev ev dolaşır. Buradan söylenmesi gerekenler ve gerekmeyenleri dedeye aktarır. En önemlisi objektifliğidir. En önemlisi olayı olduğu gibi yansıtabilmektir. Çünkü şöyle bir durum var; zaman zaman abartılı söz pratiği olayın olduğu gibi ele alınması önemlidir. Samimiyet, halk dili bunlar sorunun çözümünde önemli. Her dil halkın kültürünü de yansıtır. O yüzden yüz yüze, konuşarak sorunların halledilmesi daha kalıcı yapar.
Dedeye neden keramet sahibi olarak bakar halk, dede her şeyi olduğu gibi anlatır da ondan. Bu kadar gerçekçi, objektif bir şekilde sorunları, beni biliyor der, halk. Yani halk dede de samimiyet, açık sözlülük görürse bu keramet gibidir. Bunu bir şeye benzetebiliriz; bir kişi arzuhalciye derdini anlatır, arzuhalci de oturur onu çok güzel yazar, sonra okur. Bu sefer kişi der ki, bu benim öyküm mü, neler varmış da ben bilmiyor muşum, der.
Yolda doğum burada ortaya çıkıyor. Dede tüm halkın sorunlarına onlara eşit mesafede durarak, gerçekçi olarak yaklaşır. Haldaş, yoldaş olur. Her talibin dedesi olur, yani halkın dedesi olur. Herkesle hem hal, olur. Herkes de dolayısıyla dedeyi kendine yakın bulur. Dede o köydeki, herkesin derdini, tasasını bilir. Geçmişini bilir, atasını, dedesini, tarla sorununu, sağlık sorununu, çocuklarının durumunu bilir. O bir psikologdur, hekimdir. Umut dağıtıcıdır, umutsuzluk dedede bulunmaz, asla. Yılgınlık ise hiç semtine uğramaz. Ben dedenin bir sorunu kangren gibi ortada bıraktığın hiç görmedim, bir sorunu çözmeden ordan ayrılmaz. Bir de dedeler kendi ailesini, çoluğunu, çocuğun ihmal eder ama kendisinden medet dileyen hiçbir talibin isteğini geri çevirmez ona mutlaka zaman ayırır. Elinden geldiğince maddi manevi ne varlığı varsa tüm halkıyla paylaşır.
Alan el, veren eli görmez. Veren el, alan elden üstündür. Bu laflar gerçektir. Aleviliğin kendisidir. Alevilik ciddi manada bir ortak yaşam kültürüdür. Her anlamda bu bir gerçektir. Baktığınızda her şey birbirine muhtaçtır aslında: ağaç karbondioksitsiz yaşayamaz, insan oksijensiz yaşayamaz… Tüm canlılar birbirine candan bağlıdır. Ne kadar ben derseniz deyin, ben değilsinizdir. Birçok türlü ortaklaşıyorsunuzdur.
Dede başka neler yapar/ yapmak zorundadır sizce?
Tabii ki;
Talibinin dünyadan ahirete kadar olan tüm işlerini, vazifelerini dede görür yani ihtiyaçlarının tümünü dede yapar:
Dede, cemi yürütendir, yönetendir, onsuz cem olmaz.
Dede, nikâh da kıyar, cenaze de yıkar, kaldırır.
Dede, kendi çocuklarını yol konusunda eğitir.
Dede, başka yörelerdeki taliplerinin hizmetlerini yapmak için seyahate de çıkar.
Dede, gücü oranın da saz da çalar. Bizim yörede ise hepsi de çalar.
Dede, köye gelen misafirlerle ilgilenir, onlara bilgi verir, ağırlar.
Dede, Alevilikle ilgili kitapları da barındırır, okur, okutur.
Dede, gençlerin önünü açar, onları okumaya teşvik eder.
Zakirler kimlerdir?
Adı üzerinde “zikreden”dir; Hakk’ı, On İki İmamları zikreden Ehlibeyt’izikreten, yani o içerikli düvez imamları okuyanlara denir. Onlar üç düvezimam okur, dede onlar üzerine çözümlemelerde bulunur. Hemen hemen bizim yöredeki tüm zakirlerocakzade dedelerdir. Başka yörelerde farklı olabilir. Zakirler genelde cemi sürüklüyorlar, görevin çoğu onlarda kalıyor.
Zakirsiz cem olur mu?
Olmaz. Bizdeki bağlamadır, saz değildir. Bizde “bağlak bağlama” lafı vardır. Saz çal, düvaz söyle denmezde, bir “bağlak bağla” derler. Bağlamayla, nefesleri, deyişleri, mersiyeleri söyleyerek yola daha çok bağlandığına inanılır. Ama eskinin bağlamalarının tınısı bugünkü cemler de kalmadı. O çok buğulu ve duygulu müziği olurdu, insanı alır götürürdü. Saz dövülen, vurulan bir şey değildi. Saz canlı bir varlıktı. Ona niyaz edilirdi, ona eziyet edilmezdi, bugünkü gibi. Mesala aynı düvazimam farklı cemlerde farklı bestelerle söylerdi. Aşık hangi duygusallıktaysa, o cemin havasına uygun etorist, atmosferine uygun bir şekilde belirirdi.
Bağlamanın, sazın dışında başka müzik aleti var mıydı?
Çok seyrek olarak kaval vardı. Kaval saygı duyulan bir müzik aletidir. Hz. Ali Efendimizin bir derdini (sırrını) başkasına anlatmazken, bir kuyuya doğru anlatması, onu dinleyen kamışlardan “ney”e geçmişi, bizim yörede de bu kaval için söylenir. Böyle bir kutsiyette yüklenir. Kavalın sesi yanıktır. Biz acılı bir toplumuz / topluluğumuz (bir dostum “sıdalı” toplumuz (derin ağrıları olan) derdi. Orta Anadolu’da böyle denirmiş.)
Bizde herkes düvez imam bilmek zorundadır. Dede işaret edince, kime denk gelirse o parmak, o diz üstü gelir düvaz imam okurdu.
Bir müzik aleti bir meslekle de özdeş olabiliyor. Kavalda olduğu gibi. Çobanlıkla özdeştir. Çobanlık bitince kaval çalan da çok azaldı. Çok nadirdir.
Cemde çalınıyor mu?
Çok eskiden çalınmış. Ama şimdi yok.
Ozanlar kimlerdir, Alevilik’deki yerleri nelerdir?
Halk arasında iletişimleri sağlayan, gönüllü söz militanlarıdır. Kocaman sorunları,büyük bir coğrafyayı, bir görüşü, büyük dertleri, bir dörtlüğe sığdıran marifetli insanlardır. Ve bizim toplumumuza da çok saygı duyarlar. Bunlar bu kültürün gönüllü taşıyıcılarıdır. Unutulan yerel ozanlar var. Onları da unutmamamız lazım, onları da hatırlamamız lazım. Alevi belleğinin taşıyıcıları ozanlardır.
Dedeler geleneksel bilgileri hangi kaynaklardan edinmişlerdir?
Genellikle kendi babaları, akrabaları, ciddi anlamda farkında olmadan dedeye çocukluğundan itibaren herkes bu konuda ona çok katkıda bulunur. Onun konuşması, yürümesi, tavırları konusunda yaşlı bilgili talipleri onu eğitir gibi yönlendirirler. Zaten bir dedenin en önemli görevlerinden birisi yukarıda söylediğimiz gibi kendi çocuklarını yetiştirmektir, dede birçok bilgiyi kendi babasından yakınlarından alır.
Yazılı kaynaklar nelerdir dedem?
Genelde herkesin bildiği yazılı kaynaklar vardır. Hemen hemen her evde olan; Saadete Ermişlerin Bahçesi, Buyruk, Faziletname, Velayetname, Makalat gibi yazılı eserler kaynak eserlerdir.
Ben hep geleneksel bilgi, geleneksel yapı, diyorum. Bunun kökenleri hakkında her kafadan bir ses çıkıyor, siz Aleviliği ve kaynaklarını nasıl yorumluyorsunuz?
Ben herkesin genel bir tanımının olmasını istiyorum.
Aleviler ikrarlı insanlardır. Ben ikrar ve ikrarın sahip çıkmak olarak
Yola karşı, pirine karşı, mürşidine karşı, talibine karşı, atalarına karşı ikrar vermek ve verdiği ikrarda durmak, olarak yorumluyorum Aleviliği. Gelme gelme, dönme dönme lafıyla ikrarın ne kadar önemli olduğu aslında atalarımızca söylenmiştir. Yani yoldan dönülmez, gelenin malı, dönenin canı, denmiştir. Gel deyince kendiniz olmayacaksınız, geldiğiniz andan itibaren bir bütünün parçası olacaksınız. Bundan sonra hiçbir şeyinizi bireysel değildir. Lokmanız da ortaktır, canınız da ortaktır, sorununuz da ortaktır. Artık o topluma aitsinizdir. Eğitim dünyanın en zor işidir. Maden işçiliği de zordur ama insanın kendi öz benliğiyle mücadele edip onu yenebilmesi savaşı kadar önemli ve zor bir savaş olamaz. Siz yola ikrara vererek, yola gelerek, kendi öz benliğinizle bir savaş başlatmış oluyorsunuz. Bir doğum gerçekleştiriyorsunuz. Bir kimlikten bir başka kimliğe geçiyorsunuz. Ölmek zordur. Ama bu yolda ölmek yoktur. Ama insan yeniden dirilmek, yeniden, yeniden doğmak, birden çok kimliğe bürünmek için bu yolda öz benliğiyle mücadele eder, nefsini öldür. Bir ölüm varsa,, nefsinizi öldüreceksiniz.
Yola girmek zordur. Fiziki bir yolculuk yapsanız da, bir insanın bir saatte yürüyebileceği yol 8 km.’dir. bir hazırlığınız olacak, bir hedefiniz olacak… Alevilik’teyolculuk yapmak, iç dünyanızda bir sefere çıkmaktır. Cahil insandan kamil insana mertebesine ulaşma yolculuğu. Biz bunun için diyoruz ki, bu çok ırak bir yoldur, gidilmez; demirden yaydır gerilmez, bir demirden bir leblebidir yenilmez ve ateşten gömlektir giyilmez. En lezzetli meyveyi dahi pişirmek zorundasınız ancak o zaman tadını alabilirsiniz. Ya da o meyveyi olgunlaşmadan yiyemezsiniz, acıdır. Tadı çok kötüdür, tükürürsünüz, yiyemezsiniz. Bu kâmil insanda öyledir. Büyük acılara katlanacaksınız, büyük acılar sizi saracak, yüreğinizi yakacak, olgunlaşacaksınız, pişeceksiniz. O büyük acıların boşa gitmediğini göreceksiniz, herkesten farklı olmak çok önemlidir. Bu diğerlerinin yanında da sizi ayrıcalıklı kılar. Sizin derdiniz dünyayken, adam küçücük derdinde boğulur.
Mevlana’nın buna ilişkin güzel bir sözü var, “Hamdım, piştim, yandım” sözü var?
Mevlana’yı severim. Mevlana olmak kolay mıdır? Benim de sevdiğim bir sözdür. Hem de Mevlana’yı sevmemek Şems’i sevmemek, onu sevmemek de Hünkâr’ı sevmemektir.
Ben bir insanı sevmiyorum deme lüksüne sahip değiliz.
Benlik dedik… Benliği yenmek, dedik?
İnsanın en aciz yanı, eksik yanı, en zavallı yanı “benlik”le hareket etmesidir. Kendisini dünyadan soyutlayarak, sadece küçücük, kendi egoları olan zavallı bir varlık haline bürünmektir. Evren hem çok geniş, hem çok zengindir. İnsan hem bu genişlikten, hem de bu zenginlikten kendisini soyutlayamaz. Evren de fiziki olarak işgal ettiğiniz yer ne kadardır? Bir zerre kadar var mısınız? Bu kadar canlı içinde kaç katrilyondan birsiniz. Ben dersem ne kadar yalnız ve çaresiz bir yaratık olduğumu söylemiş oldum. Bu yaratık sözcüğünü de bilinçli bir şekilde kullanıyorum, dostlar alınmasın, kırılmasınlar. Bizde dev hikâyeleri meşhurdur. Devlet iri gövdelerine rağmen yenilmişlerdir. Birisi gelmiş (bu genelde Ali’dir) onu yenmiş. Eğer bütünün parçası olmazsanız, sadece siz kendinizi büyük adam olarak görmüş olursunuz ve siz kendinizi kandırmış olursunuz. Bütünün bir parçası olduğunuzu görürseniz o zaman önemli bir varlık olduğunuzu anlarsınız. Bütünden aldıklarınız, bütüne verdikleriniz o zaman anlam ve değer kazanır. Aldığınız nefeste değerlidir, verdiğiniz nefesler de diğer canlılar için değerlidir. O zaman söyleyecek sözünüzün de kıymeti var, dinlediğiniz sözün de. Çünkü dinlediğim, söylediğim de değerlidir. Çünkü söyleyen de dinleyen de değerlidir. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü vardır. Hz. Muhammed ne Arab’ın Acem’e, ne de Acem’in Arab’a bir üstünlüğü vardır, demiştir. İşte burada anlamını buluyor işte.
Bencillik bir hastalıktır. Sürekli mutsuzluk bu tip insanların yanı başındadır, hiçbir zaman bu tip insanlar mutlu olamazlar. Biz diyen her şeyden haz duyar; yanı başında yapılan yapılan resimden de, Afrika’daki güzel bir işten de haz duyar…
Güvenç Abdal ve Güvenç Abdal Ocağı hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Pirler hakkında çok menkıbe var. Hünkâr’la birlikte amcaoğlu olarak gelmiş, onun hem dervişi, hem yakını, çok sevdiği birisi. Güvenç ismini de koyan Hünkâr. Çünkü ona çok güveniyormuş. 1230’lu yıllarda Horasan’dan Nişabur’dan kalkarak Anadolu’ya geliyorlar. Ahmet YeseviDergâhını da özellikle incelemek gerekir. Ahmet YeseviDergahı çok derviş yetiştirmiş, Lokman Perende gibi. Anadolu’ya geldiklerinde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yapısın görmek lazım. Koyu bir Sünnilek’le yönetilen bir devlet. Baba İshak ve Baba İlyas Ayaklanmaları’na denk gelen bir dönem.
Hünkâr ve Güvenç Abdal gibi dünyayı yorumlayan ve kendini yetiştirmiş, kamil insan mertebesine ulaşmış insanların, birilerinin peşinden sürükleneceklerine inanmıyorum. Bu ayaklanmada, bilerek ve isteyerek yer aldılar. Fakat daha sonra, Hünkâr’ın kardeşi Menteş’in şehit düşmesiyle o savaşta, önemli bir yol ayrımına girdiler.
Hünkâr’ın Hacı Bektaş’a gidip bir dergâh kurması, o dergâhtan dervişlerin Anadolu’ya yayılması da sıradan bir tesadüf değildir. Aelvilik gibi bir inancın kendisini anlatması ve ifade etmesi gerekirdi. Din savaşlarının en yoğun olduğu bir dönemdir. Burada katliamlar da var. Alevilikte heteredoks bir anlayış var. Birbirlerini anlamışlar, kabul etmişler, en iyisi benim inancım dememişledir. Hayata bir noktada ortak bakışları, birleştirici olmaları onların ve yaşamlarını çok etkilemiş. Şimdi tam burada enteresan bir durum var. Güvenç Abdal’ın Gümüşhane Kürtün’ün Taşlıca gibi bir alanı yerleşim alanı olarak seçmesi iki boyutuyla enteresandır.
İki boyutuyla çok gizemlidir, kafa yorulması gereken bir durumdur.
Bir; arazinin jeopolitik durumu: sarp, kayalık olmasıdır. Osmanlılar Pontus Rum Krallığı’nı çok sonra ortadan kaldırdılar. Hıristiyanlar tam anlamıyla kendi alanlarını muhafaza ettiler. Güvenç Abdal Ocağı’nın orada bulunması çok önemli bir gerçeği ve olguyu ortaya koyuyor. Yani neden Güvenç Abdal, ocağını Pontus Rum Krallığı’nda kurdu?
Şöyle düşünüyorum; Alevilerin yoğun yaşadığı baskılar, Alevileri hem korunaklı bölgeler olması gerekiyor, ezenlerin ulaşamadığı, saf kalmış Anadolu insanlarına bu düşünceyi ulaştırmak amacıyla tarafsız, bağımsız, bakir bölgelerde, tarafsız haklara kendilerini anlatmak ihtiyacı duymuşlardır. Çok sorunlu bir halk var, topraklarına el konulan bir halk var. Onlarla dayanışma içine girmek bir kültür gerektiriyor. O dervişlerin her birisi, daha çok bilgileriyle öne çıkmıştır. Derdini diliyle anlatıp oradan nüfus alanı yaratmak, (bugün bir mahalle yaratamıyorsunuz), savaşla olmayan işi başarmak ç ok önemlidir. Halkların sorunlarını nasıl doğru görüp, onlarla nasıl bütünleştiklerinin de bir göstergesidir. Halkçı bir konumları var o dervişlerim, dedelerin, pirlerin, mürşitlerin.
Onların yolunda yürüyenler ölümü göze alarak ilerliyorlar. Bugünün insanlarıyla karşılaştığınızda bunu anlamak çok zor o yüzden onlara saygı duyuyorsunuz zaten.
Bugün ne haldedir?
Bugün baktığınız da Güvenç Abdal Ocağı Avrupa’ya kadar uzanmıştır. Karadeniz Bölgesi’nin hemen tamamında etkinlikleri var. Yani bu coğrafyadaki Alevilerin önemli bir kısmı bu ocağın ya doğrudan talipleri veya etkisi altında olunan başka ocaklara bağlı insanlar. Yani Güvenç Abdal Ocağı bir kült halinde tüm yöreyi kuşatmış. Hatta Ege’de de biliyorsunuz, talip toplulukları olan bir ocak.
Sıralarsak dedem nerelerde talipleri (ona bağlı topluluklar) var?
Trabzon’dan başlayarak; Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Zonguldak, Düzce, Sakar ve İzmit’te yoğun yerleşimler var. Bunların bir kısmı kendisini gizlemiş hatta bu ocaktan haberi olmayanlar olabilir. Ama şimdi ortaya çıkıyor ki, tüm yörede tarihler boyunca bu ocak etkili olmuş.
Sizin bilginizi kaç ocak dedesi vardır tahminen?
Güvenç Abdal Ocağı’na ait bugün faaliyet gösteren elli civarında dede olduğuna inanıyorum.
Gelenekler canlı bir şekilde yaşıyor?
Elbette. Karadeniz’de gerçekten, biraz da kapalı oldukları için avantajlı yanları var. Geçmişe ait gelenekleri yaşatan Aleviliğin önemli bir bölgesi burasıdır. Güvenç Abdal Ocağı mensupları görgülerini, müsahipliklerini her şeylerin aynen yapmaya devam etmektedirler.
Yöreye özgü gelenekler var mı?
Bizde Hıdırellez çok güçlü olarak kutlanır. Hızır ile İlyas bizde kardeş olarak bilinir. Yılda bir kez iki kardeşin buluşması bizim için çok önemlidir. O gün kutsanır ve çok büyük bir coşkuyla karşılanır. O çok önemli bayramlardandır. Hıdırellez deyince herkes size bir şeyler anlatır bizim yöremizdi. Hıdırellez bizde coşku vardır.
Bugün Güvenç Abdal Ocağı’nın etkinliğinin azalması ve atıl duruma düşmesinde bu ocağın mensubu dedelerin maalesef ki katkıları olduğuna inanıyorum. Örneğin Güvendi (bu yöre terk edilmiş, Güvenç Abdal’ın yaşadığı yer olan Taşlıca Köyü) tamamen Sünnileşmiştir. Bu dramatik bir durumdur.
Başka başlıca ziyaretler nerelerdir?
Bizde, Ordu’da Mesudiye’de Avara denilen bir yörede, Rus Dervişi Ziyareti vardır. Yine Güvendi Yaylası ziyaret edilir. Güvendi Yaylası’nda bugün Yayla Şenlikleri yapılmaktadır. Bence bu kökeni farklı olan şimdi yozlaştırılmış bir etkinliktir. Çünkü Güvenç Abdal buralarda yaşamış, çobanlık yapmıştır. Ben sizi seze emanet ediyorum, diyerek sırra kadem basmış. Ondan sonra burada etkinlikler başlamış olmalı. Ama şimdi o mananın dışında anılıyor.
Yöresel ziyaretlerden çok genel ziyaretler yaygındır. Hacı Bektaş ziyareti, Sivas Banaz Pir Sultan ziyareti yaygındır.
İstanbul’da durum nasıldır?
İstanbul’da halen Güvenç Abdal Ocağı talipleri kendi ocakları dışında dedelerle cem yapmazlar. Görgü, müsahiplik, Hızır Cemi, Muharrem Cemi gibi tüm cemlere devam ederler. İnançlarını yaşatırlar.
Nerelerde?
Evlerde, ama elbette cemevlerinde. Giderek cemevlerine alışmaya başlıyoruz. Günümüzün şehirlerinin gerçeği cemevleridir. Evler yetmiyor, zor oluyor. O yüzden bir yakın olan bir cemevi yönetimiyle anlaşılıp kendi geleneklerimiz oralarda yaşatıyoruz.
Siz kendiniz cemlerinizi nerelerde yapıyorsunuz?
Bazen evlerde oluyor. Ama genelde Maltepe (Gülsuyu) Cemevi’nde yapıyoruz.
Şimdi sizin talipleriniz daha çok nerelerde yaşıyorlar?
Belki de en fazla göçen topluluk Alevilerdir. Tarım yetmeyince, hayvancılık yetmeyince, insanlar mecburen şehirlere, şehirlerin de varoşlarına taşındılar. Bizim taliplerimizde İstanbul’un farklı semtlerinde dağınık olarak yaşıyorlar. Kendi yöremizde yine taliplerimiz var.
Bizim taliplere kardeşim Avni Dede, (asıl ismi Hüseyin) bakmaktadır. Ben de gidince beraber cem yapıyoruz.
Günümüzde değişimden, ocakların tekkelerin öneminin kalmadığından bahsediliyor. Eski dedeler tarihte kaldı artık deniliyor. Yenilik adına bazı söylemler, tek tip cemler, hoca “din adamı” gibi görünen, memur gibi görünen dedelik kavramı cem evlerinde, derneklerde yerleştirilmeye çalışılıyor, siz ne dersiniz bu duruma?
Bu konularda kirkaç tane itirazım var.
Alevi dedeleri giderek din adamı kimliğine doğru savruluyor. Tarihte en tehlikeli kişiler insana zararlı din adamı kişileridir. Hatta dedeler geleneklerinden koparılarak din adamı haline getiriliyorlar. Din adamları genelde nakilcidir, aldığı gibi aldığını satarlar, sadece onu yaparlar. Onun üzerinden de ekonomik sosyal bir hayat kurarlar. Şunun dediği gibi, bunun dediği gibi söylemlerle bunları kullanırlar. Bu tarihte çok yaygın olan bir uygulamadır. Her zaman şu şöyle demiştir, bu böyle demişti, diye söylenmemiş sözler üzerine nice nice sözde düşünceler, binalar inşa edilmiştir.
Alevi literatüründe din adamı diye bir tanım yoktur. Bizde bu işlevi görenler; Mürşit ve dededirler. Açılımı da inanç önderidir.
İnanç önderleri tek bir kimlikle hareket etmezler. Din adamları bir kimlikle hareket ederler, inanç önderleri tek bir kimlikle toplumu idare edemezler.
İnanç önderleri, sosyolojik olarak çok kimliklidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi birçok vasfı üzerinde taşırlar. Şimdi asıl tek tip cem şekilcilik bakımından bir başka tehlikeyi de bağrında barındırır. Dedelerimiz yol bir sürek bin bir diyerek formüle etmişledir.
Bu neden bugün sorun olmuştur, bunu bir irdelemek gerekir.
Alevilik tam da kendi yöresinin gelenekleriyle zıtlaşamaz. Her gelenek ve görenek şu veya bu şekilde o ceme girmiştir, halk bunu benimsemiştir. Yani Alevilik geleneği reddetmez. Geleneklere karşı çıkanlar o halkın geleneklerine de karşı çıkmışlardır. O daha baştan bir birlikteliği işbirliğini, anlayışı baltalamış olur. Kimse kimseyi de anlamaz o saatten sonra.
Asıl o gelenek ve görenekleri çağa göre yorumlamak gerekir. Her figür tarihi bir olayı anlatır. Eğer figürleri ortadan kaldırırsan, tarihi süreçteki görselliğini, temaşasını, zenginliğini ortadan kaldırmış olursunuz. O yüzden tek tip cem Alevilerin gerçeği değildir. Bizde düşünün neden her ocak pirinin her yerde bir kabri vardı. Her pirin her yerde beş on yerde bir makamı, mezarı, tekkesi vardır.
Hâlbuki her birisinin ocak cem erkânı farklıdır. Onlar şeklin önemsizliğini de bize net olarak göstermişlerdir. Biz farkın da olmadan, başkalarının bizi ötekileştirdiğini söylerken, biz de başkalarını ötekileştiriyoruz. O yüzden ocak dedeleri, ocak pirleri ve talipleri önemlidir.
Bir piri düşünün her köyde farklı bir erkân yapabilmiş. Kimse dememiş ki, orada farklı burada niye farklı yapıyor, dememişler. Şimdi niye tek tip cem yapılıyor, kimse bir şey demiyor, tek tip yararak aslında kolaycılığa kaçılıyor. Ezbere dayalı, yavan, yapay, içeriksiz, ruhu olmayan cemler yapılıyor. Bu çok tehlikeli ve yanlıştır.
Tek tip Alevilik bıkkınlık yaratır. Bu zamanla ortadan kaldırılmayı amaçlayan, sistemin istediği Alevilik tipidir. Aleviliğin zenginliğini yok eder.
Tehlikelinin buradan başladığına inanıyorum. Ocakları da ortadan kaldırırsanız her şey biter.
İnsan inanan bir varlıktır.
Bu insanlar bir şekilde inançlarını ifade edeceklerdir. Talibiyle organik bağları kesilmiş, dergâhla, ocakla organik bağları kesilmiş talipler asimile edilmeye çok daha yatkın hale gelirler.
Bugün cemevlerinde bunlar yapılıyor. Tek tip cemler, dedelerin tek tip okudukları düvazlar, nefesler, dualar. Ocak dedesinden koparılan talipler, nereye gideceğini bilemeyen talip kitleleri zamnanlaAleviliğinSünnileşmesine sebep olacaktır, belki de böylece yok olmasına.
Buna karşın dernekler ve cemevlerinin gerekli tedbirleri almadıklarını görüyorum. Asıl sorun da dernek ve cemevleri de bizim yeni birimlerimiz. Bunlar; bu kültür nasıl yaşatacaklarını da bilmiyorlar. Onlar arayış iüçindeler, her şeyi oturtamadılar.
Burada üzülerek söylüyorum; cemevi olamaz. Alevilinindergâhı, ocağı olur. Cemevi dediğimiz zaman Aleviliğin önemli özelliğini yok ediyorsunuz. Dergâh gizemli bir sözcüktür. Dergâh ve onun sözlük ve öz anlamı yok edildiğinde asimilasyon başlamış oluyor. Geleceğiniz de yok oluyor.
Dernek başkanları, cemevi başkanları neredeyse dedelerin yerlerini almış durumdalar şimdi. Dede atıyorlar, müşkil çözüyorlar, demeçler veriyorlar, sempozyumlara dedelerin çağrıldığını gördünüz mü siz? Dedeler kimliksizleştiriliyorlar. Dedeler bağımsızdırlar. Dedeler yola bağlıdırlar. Dedelere hesabını halka verirler. Bütün ilişkileri gönüllülük temelinde yürür. Ama şimdi tüm bu değerler yok ediliyor.
Dedenin bağımsızlığını elinden alırsanız, onun özgünlüğünü yok ederseniz. Elbisesine, kravatına dikkat eden eden dede ne kadar halkın dedesi olur. Dernek başkanı ne der, diyen dede dede olamaz. Yığınlara sorumlu olan kendini unutur, kişilere sorumlu olan kendini kişiye göre dizayn eder. Kaşını gözünü aynada düzelten dede aslında dernek başkanı bana ne der diye bakıyor, bu doğru değildir.
Sevgili Dedem, pir ne demektir, mürşit ne demektir, rehber ne demektir, talip ne demektir?
Pir: Her dede pir değildir. Ama her pir dededir aynı zamanda. Bütün öz benliğinden sıyrılmış, tamamen bilge insan, kamil insan kimliğine ulaşmış, yaşarken ölümsüzlüğüne ulaşmış ve adanmış insandır. Kendisini adamış, adanmış insandır. Bu çok zor bir şeydir. İsmail kendini adamasıydı, İbrahim’in İbrahim’liği nerede kalacaktır. Her insanı bulabilirsiniz ama bu davaya kendisini adamış kişidir pir.
Sınanmış, denenmiş bir iradenin adıdır pirlik makamı.
Mürşit. Öğretici, yol gösterendir. Ama bir mürşitin en önemli özelliği, bilgi sonsuzluğuna inanan, sürekli öğrenci olan, bilgiyi insanlara fedekarça aktaran kişiye mürşit denir.
Rehber: mürşitle talip arasında çok önemli bir köprüdür. İkisinin arasındaki ilitişimi sağlayan kimliktir, kişiliktir. Hem talip, hem taliptir. Biraz talip, biraz dededir. İkisinin de sosyal durumun temsilcisidir. Her ikisinin psikolojik durumunu en iyi bilendir. Hem talibin diliyle, hem mürşidin diliyle konuşandır. Taliplerini de ceme hazırlayan kişidir. Şimdi insanlar cemlere hazırlıklı gelmemektediler. Eğer gerçek rehberler olsa, insanlar gerçek anlamda cemde cem olurlar. O yüzden rehberlik çok önemlidir.
Talip: Asıl yolun sahipleri taliplerdir. Mürşit denen kişi de gerçekten yola gerçekten talip değilse gerçek bir mürşit olamamz..
Malınız ne kadar kaliteli olursa olsun, o mal satılmazsa o dükkan iflas eder. Mürşit ne kadar bilirse bilsin alıcısı yoksa, talibi yoksa onun bir anlamı yoktur. TaliplikHakk makamıdır bizde zaten..
Daha çok soracağım sorular var ama,Hacı Bektaş Veli (Hünkâr) hakkında neler söylersiniz?
Hacı Bektaş Veli Anadolu Aydınlanmasının gerçek kimliğidir. Anadolu Aleviliğini bu halka aktaran, yaşatan kişidir. Öyle bir aydınlıktır ki, öyle bir aydındır ki, görenin gözünün kamaşmaması mümkün değildir. Anadolu Aydınlanmasının miladıdır. Anadolu gibi bir havzaya da hapsedemeyiz Balkanlar’da, Afrika’ya kadar uzanan evrensel bir değerdir, kimliği vardır Hacı Bektaş’ın. Örneğin kadınlarınızı okutunuz, o döneme ait çok önemli bir tespit yapmış. Bu bugünün de sorunudur. Kadın erkek yoktur muhabbetin dilinde demiştir. Toplum düzeni olarak eşitliği getirmiştir. O zamanın koşullarında bunu düşünüce ne büyük bir devrim olduğunu algılayabiliyoruz. İlimden gidilmeyen
Hacı Bektaş bir deryadır. Onu anladığınızda dünyadaki bütün sorunları aşmışsınız demektir…
Aydınlığın biricik temsilcisidir.
Söyleşi: Ayhan Aydın, 12 Şubat Pazar ve 23 Şubat 2017, Çarşamba günleri yapılan yüz yüze görüşme. Şahkulu Sultan Dergahı.