ŞİNASİ ERDOĞAN

(MERKEZ MIĞI (SEDEFTEPE) KÖYÜ / ELAZIĞ)

 

 

AYHAN AYDIN

 

Sizinle Hacı Bektaşi Veli’yi Anma Törenlerinde tanışmıştık. 1995’te Radyo Mozaik’te bir söyleşi gerçekleştirmiş, oldukça da güzel, dostane bir hava oluşturmuştuk. İnşallah o havayı bu söyleşide de yakalayacağız. Önce sizi tanıyalım. Nerede doğup büyüdünüz? Kimlerden etkilendiniz? Hangi çevrede, kimlerin yanında yetiştiniz? Hangi eserleri okudunuz? Hangi ozanların şiirlerini okudunuz?

 

Bir dede ve ozan olarak, öncelikle atalarımızın  baskı ve zulüm altında yılmadan, usanmadan dağlara, mağaralara, ormanlara saklanarak verdiği mücadeleyle günümüze getirdikleri bu yolu devam ettirmek için uğraşırken, onlara şükranlarımı sunuyorum. Sizi de, bu konuda uzun yıllardır verdiğiniz hizmetten dolayı kutlamak istiyorum. Ben; Ozan Dertli Şinasi mahlâsıyla anılırım. 1958, Elazığ doğumluyum. Atalarımız Elazığ’ın Mığı köyündendir. Oraya, Tunceli-Ovacık-Kerek köyünden gelmişlerdir. Soyumuz Celal Abbas, yani Ehlibeyttir. İlk ve orta öğrenimden sonra, Hozat’ın Karıca köyünden Sarı Saltuklu Turi Babanın mahiyetinde, 3 yıl dervişlik yaptım. O sırada birçok izlenimlerim, hizmetlerim oldu. 1979 yılından sonra da Bursa’ya yerleştim. Bursa Otobüs İşletmesi Müdürlüğünde şoför olarak görevim devam etmektedir. 1975’ten 98’e kadar geçen 23 yıl içerisinde, ozanlık ve dedelik hizmetiyle halkımıza bir şeyler vermek çabası içindeyim. Pîrimiz, merhum yazar ve dede Şinasi Koç’tur. Ondan da birçok izlenim, bilgi ve birikimlerim olmuştur. Ona  da şükranlarımı ve rahmet duygularımı iletiyorum. Tabii hizmetinde bulunduğumuz, sayamadığımız bir çok er, evliya, şu anda türbeleri olan canlarımız var. Birçok şeyden esinlendim, ama özüm Ehlibeyt olduğu için, söylediklerimi halktan sayıp, kendimden bilmedim. Nâçizâne, bir şeyler vermeğe çalışıyoruz ve çalıştık. Bu doğrultuda hareket ediyorum. 

 

Bu yol evliyalar, enbiyalar katarı, ulu erenlerin, dervişlerin yolu. Alevîlik-Bektaşilik için kutsal manâlar ifade eden bir kavram, ocak kavramı. Ocaklar, aynı zamanda dedelik kurumu kavramını da getiriyor. Siz, bir ocağa bağlı, o ocağın yolunu süren bir dedesiniz. Cemlerde bulunmanın ötesinde, cem yürütüyorsunuz.  Alevî inancı için çok önemli kavramlar, dede ve cem.

 Sizce dede kimdir? Alevî inancı içindeki yeri nedir? Bir dede neler yapar, neler söyler? Dedelikten bahsettikten sonra da Alevî toplumunu bir araya getiren temel inanç olan ve bütünlüğü sağlayan cem törenlerine, cem ayinlerine biraz değinelim mi?

 

 Dedelik, yurdumuzda kullanılan bir kelimedir. Asıl olan Ehlibeyttir. Ehlibeyt; Türkçe “ev halkı” demektir. Hz. Resulün kızı Fatıma ve Hz. Ali’den devam eden nesildir. Daha sonraları dede olarak gelmiştir. Yani  dede; “ata” anlamındadır. Bu anlamda hizmet ediyoruz. Cem kavramı; “toplantı” anlamındadır. Yani; halka namazı kıldığımız insanların toplanıp, birbirinden rıza almasıdır. Çünkü ne diyor? “Hak bir toplumla ibadet ediniz.” Biz cemi bağlamadan önce bacılara, müminlere ayrı ayrı “Birbirinizden razı mısınız?” diye sorarız.

 

Cem ayinine nasıl başlıyorsunuz?

 

Önce, insanların birbirinden razı olduğuna dair işaret olarak, sağ omzundan niyaz alınır ve  hepsi birbirinden razı olduğunu söyledikten sonra...

 

Onu söylemek zorundalar mı? Onu söylemeseler başlanmayacak mı?

 

Mümkün değil. Yapsan bile boşa gider, çünkü bizim kapımız rıza kapısıdır. Önce insanların birbirinden razı olması, gönül birliği içinde Hakk'a yalvarması gerekir. Bu açıdan, önce rızalık alınır. Hatta  sadece birbirinden de değil, gelen niyazlı lokmadan da rızalık alınır. Meselâ, “Dağıttım Hak niyazı, elimde yoktur turp ile terazi, mümin Müslim herkes gıdanıza oldunuz mu razı?” diye 3 sefer tekrarlanarak dağıtılan lokmadan rızalık alınır. Öyle adil bir ortamdır. İsterseniz,  önce Alevîliğin doğuşundan başlayalım. Hz. Ali’nin halife oluşunda, onun halifeliğini tanımayan Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin kendini Şam’da halife ilân etmesiyle, iki başlılık doğmuştur. Bu, Kûfe Savaşına kadar gitmiştir. Hz. Ali’yi tutanlara, “Ali Evi” diye hitap edilmiştir. Muaviye’yi tutanlar da, “Biz ehli sünnetiz, Sünniyiz” demişler ve  İslâmiyet ikiye bölünmüştür. Ali Evi demekle, Hz. Ali’yi anmış oluyorsunuz. Hz. Ali, İslâm için mücadele eden, Resul Efendimizin “İşte benim Ehlibeytim bunlardır. Ben kimin mevlâsı isem, Hz. Ali de onun mevlâsıdır” dediği ve hatta  Kadir Hum’daki son Veda Hutbesinde (Arapça  dualar okuyor), “Ali’nin kanı benim kanım, ruhu benim ruhum, canı benim canımdır. Ali’yi inciten beni, beni inciten de Allah’ı incitir.” diye bahsettiği Ali Evi, Ali’nin evlâtlarının soyunu, daha sonraları da ona bağlananları kapsayan  dede ve talip olayıdır. En son şekliyle, yurdumuzda da Alevî diye hitap edilmektedir. Asıl ismi “Ali Evi”dir. Ali Evi; Ali’ye mensup, Ali’nin yolundan giden, ona bağlananlar olarak tanımlanır. Özü İslâm’dır. Yaşantısı da ahlâksal bir yaşamdır.

 

Bu cemleri, İslâmi bütünlük içerisinde, Hz. Ali’ye bağlıyor, kırklar cemi diyoruz. Bu bağlanmayı siz nasıl yorumluyorsunuz?

 

Kur’an’da “Tarık-ı müstakim” diye geçer; Türkçesi “doğru yol” demektir. Bu da, Muhammet-Ali’nin tarikatıdır. Tarık; yol demektir. O da Muhammet-Ali’nin kurduğu doğru yoldur. Sürek birdir, kim hangi yoldan gitse, varacağı nokta aynıdır.

 

Nedir, o varacağı yol?

 

Hakk’a varmak, kâmil insan olmak, insanlara hizmet etmek, dört kapı-kırk makama gelmek. Bunlar, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamlarıdır. Bunları, çeşitli ortamlarda işlemişsizdir.

 

Cem oralardan kaynaklandı, semahlar da onların içinde, bir bütün diyorsunuz. Peki, dede kimdir?

 

Her ne kadar Hz. Ali, “Soyumdan gelen değil, yolumu süren evlâdımdır” dese de, dede Ehlibeytten gelendir. Dedelik imamlıktır, eğitmenliktir, mürebbiliktir. Yani toplumun önderidir. Soy olarak da Hz. Ali’ye dayanır, hizmet makamıdır. On iki hizmetin birincisi, mürşitlik makamıdır. Hz. Muhammet ve Hz. Ali’yi temsil ederek oraya oturur. Hizmet olarak beni, Kağıthane’de Nurtepe  Cem Evine götürdü. Çağlayan’da, Ahmet Yılmaz adlı talibimiz, daha ben gelmeden bahsetmiş. Beni posta davet ettiler, niyaz edip yan tarafa oturdum. Dedim “Pîriniz var”,  dediler “Yok. Bu makam sana ait.” Ben de, “Canlar, beni buraya oturttunuz ama, bunun gereğini yapamazsam, Muaviye’nin işgal etmiş olduğu gibi, işgal etmiş sayılırım” dedim. Yani bu makam, ağır bir makamdır. “Ben soydan geliyorum, dedeyim” demekle olmaz. Hani bir deyiş var;

 

Serseri girme meydana,

Hal içinde hal isterler,

Kalleşlikle demler sürme

Tasdik ehli kal isterler.

 

Yani, gerçek anlamda dede olmak, simsarlık yapmamak lâzım. O baskı ve zulüm altında, Ebu Suut Efendinin bir fermanı var ki, bir hayvana dahi onları telkin edemezsin. O, insanları lâyık görmüş ve padişah da uygulamıştır. O  zulüm altında, o yolu zedelemeden buraya getirenler, gerçek dedelerdir, hizmet ehli kişiler, kâmil insanlardır. Yoksa, “Ben Hz. Hüseyin’in evlâdıyım, ver çıralığımı gideyim” demek dedelik değil, simsarlıktır. Benim bu hususta bir şiirim de var. Bir kıtasını okuyabilir miyim?

 

Senlik benlik davasını ederler

Hacı, hoca ile sahte dedeler

Avanta, sadaka, çıralık ister

Hacı, hoca ile sahte dedeler

 

Bu ortamda Dertli oldu Şinasi

Bağrı yanık, yanık sinesi

Yalanı, dolanı, yoktur hilesi

Böyle irşât eder gerçek dedeler

 

Yani, gerçekçi olmak, gerçek yolu tatbik etmek, uygulayıcı, araştırmacı olmak lâzım. Kur’an’da ayetler var; “Allah’ın kelâmını basit bir ücret karşılığı satmayınız.” diyor. Diğer bir ayetinde de; “Onları temizlemek için, sadaka al, senin duan onlara sükûn, huzur verir.” diyor. Talip; “istemek” manâsındadır. Talip seni istiyorsa, senin de ona gerçek yönleriyle sarılman lâzım. Ne yapacaksın? Önce soracaksın; “Kapı komşunla iyi misin? Eşin, aile efradın senden razı mı? Dargın, küskün olduğun kimse var mı?” Çünkü bizim kapımız, tarikat kapısıdır. Şeriat; sorgusuz sualsiz bir ortamdır. Bir mahkûm, polisten kaçarak camiye sığınır, ama onlar, “İbadet etmeye geldi” diye, onunla gurur duyarlar. Fakat bir ceme geldiğinde, daha kapıdayken “Dur” diyor, “Gelme gelme, dönme dönme. Gelenin malı, dönenin canı. Gelirsen malından olur, dünyadan elini eteğini çekersin, dönersen de canından olursun.” diyor. Yani Muhammet-Ali’nin yolu, adil bir yoldur. Onun kurduğu yol, tarık-ı mustakim diye, Kur’an’da geçer. Orada sorgu sual başlar, rızalık vereceksin. Küskün varsa, barışacaksın, yıktığın varsa kaldıracaksın, o rızalıkları aldıktan, dede talibi paklayıp temizledikten sonra,  gelip o talibin gönül rızasıyla verdiği lokmaya bakmadan, dua ederek ve onun rızasını alarak, ona rıza göstererek o lokmaya sahip çıkabilir. Tabii bunların sayısı, yok denecek kadar azdır. Bizim onu dile getirmemiz bile yerinde değil, ama söylemekte fayda vardır. Asıl olan, hizmet kapısıdır, on iki hizmettir. Birinci makam; mürşitlik makamıdır. Muhammet-Ali’nin soyundan gelen dedeler, Ehlibeyt makamıdır. Diğer gelen 11 makam da; o konularda hizmet ederek, insanların barışık bir ahlâksal düzen içinde yaşamasını sağlar. Netice itibariyle Alevîlik, ahlâksal bir yaşamın biçimi, İslâm’ın özüdür. Bu doğrultuda gidersek, meselâ siyasi amaçlı kitaplar ve yayınlar vardır. Örneğin; “Alevîlik, Anadolu’da komünizmin  atasıdır”, “Alevîlik, İslâm dışı bir yaşam biçimidir”, “Alevîlik, Zerdüştlük inancının başka inançlarla karışımıdır”, “Alevîlik, sosyal bir yaşam ve kültür biçimi veya mezheptir”, “Alevîlik, Şamanizm’in İslâm diniyle karmasıdır”, “Alevîlik inancında, Hristiyanlığın etkisi vardır”, “Alevîlik Şiiliktir, ancak baskı ile inançlarını unutmuşlardır”...gibi Alevîliği tanımlamayan ve birçok yönünden yalnızca birini ele alarak yola çıkan bu yazar ve yayıncılar, Alevîliği anlatmak yerine, onu kullanma yolunu seçmişlerdir. Alevîler içinde kendilerine taraftar bulmak ve siyasi amaçlarını yaşama geçirmek için, kendi ideolojik görüşlerini Alevîlik adı altında sunmaktan öteye geçmemişlerdir. Onlara göre; “Ortalık toz duman, su bulanık. Öyleyse balık avlayalım” felsefesi geçerlidir. Bunun yanı sıra, kâr amaçlı yayımcılar da vardır. Alevîlik olgusunu gerçek anlayışla yayımlayan bir kaynak sunmak önemlidir. Çünkü İslâm’ın doğruluk yolu, tasavvuf ve felsefesi olduğunu anlatmak gerekiyor. İlk iki grupta topladığımız yazar ve yayıncılar, eğer Kur’an’ı incelemiş olsalardı, şeriattan başka, her dinde bir aydınlık yolu olduğunu göreceklerdi. Maide suresinin 48. ayeti bunu yazmaktadır. Daha da çoğaltabiliriz; Yun suresinin 62. ayeti, Maide suresinin 35. ayeti, Bakara suresinin 138. ayeti gibi, Alevîlik inancıyla ilgili daha pek çok ayetler olduğunu göreceklerdi.

 

Konularımız derin, derin olduğu kadar da manâlı. Hepsi de birbirine bağlı, çünkü biri eksik, biri fazla olmuyor. Tarihi kaynaklara baktığımızda, bu konularla ilgilenmiş oldukça  fazla insanı görüyoruz. Ama sizin bir dedelik, bir de halk ozanlığı kimliğiniz var. Halk ozanları da dedeler gibi, toplumsal olarak bu misyonu üstlenmiş kişilerdir. Şiir sevgi ve duygu işidir. Manâsı ne kadar derin olursa olsun, ilk başta bunlar gerekiyor. Bu duygunun, bu felsefenin işlenmesi gerekiyor. Cemlerin ve dini konuların, duygu ve düşünce dünyanızda derin etkiler yarattığını söylüyorsunuz. 

Ozanlığınızın, şiir yazmanızın  temeli de acaba buraya mı dayanıyor? Hangi esinlenmelerle şiir yazmaya başladınız?

 

Bunu çeşitli televizyon ve radyo yayınlarında da spiker arkadaşlarımız sormuştu. Bu, içten gelen, soydan gelen bir duygu, desek daha doğru olur. Ben, babamdan, dedemden de o şekilde gördüm. Ama Ozan Ali Cemal üstâdımızın, bende büyük etkileri olmuştur. Aile dostumuzdur. Daha çocuk yaştayken, sazları ayarlayıp, atışmışızdır. Bende bir cevher gördüğü için, bir şeyler vermeğe çalışmıştır. Bunun yanı sıra, yaşadığımız ortamlar da söz konusudur. İnsan, yaşamadığı bir şeyi kaleme alamaz. Yazdıklarımızda, yaşadıklarımız gizlidir. Bunu, sosyal hayatta olsun, inanç, eğitim, cemlerde olsun, yaşayarak, tatbik ederek kaleme alırız. Bir de şu gerçek var; “Söyleyene değil, söyletene bak” derler. Hak aşığı olduğumuz için, söyleneni kendimizden bilmeyiz. Bir söyleten nokta olduğuna inanırız. Çünkü söylenen sözlere bakıyorsunuz, bir insan gücü olsa, herkes onu kaleme alabilir, demek ki insan üstü. Meselâ, kayıt yapan bir cihazı düşünün. Biz bir aracız, yani öyle değerlendiriyorum. Asıl olan Hak’tır. Zaten ulaşmak istediğimiz nokta da orası değil mi?

 

Ulaşmak istediğimiz noktaya hizmet eden rehberler var, başta Kur’an-ı Kerim geliyor. Siz, inancın ve dedeliğin gereği olarak,  Kur’an-ı Kerim’i okuyorsunuz. Peki, Kur’an insanlara ne buyuruyor?

 

Kur’an, kendini bir çok ayette tarif ediyor. Kur’an; âlemlere bir öğüttür, yani dileyen gelir, oradan öğüdünü alır. Biz de insan olduğumuza göre, bizim de öğüde ihtiyacımız var. Babamızın, öğretmenimizin vereceği öğüt ayrıdır, Kur’anın vereceği öğüt ayrıdır. Bunu Hak kelâmı olarak değerlendirdiğimize göre, ondan alacağımız, daha farklı konumlardır.

Şiirleriniz, halka mesajlar veren bütünlükte, siz böyle düşünüyorsunuz?

Hz. Ali’nin bir sözüyle, bunu daha açalım. Sıffin Savaşında, Muaviye yenileceğini anlayınca, Kur’an yapraklarını mızraklara taktırıyor. Bunu gören Hz. Ali taraftarları geri çekiliyorlar. Gidip, Hz. Ali’ye durumu izah ediyorlar. Hz. Ali Efendimiz de diyor ki; “Ben canlı Kur’an’ım. Hücum edin.” Ama kimse hücum etmiyor. Yani bu bir yaprağı, bir insana değiştiriyor. Halbuki o, matbaada basılan bir kâğıttır. Netice itibariyle, gerçek olan insandır. Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanı da buna değindi. Üç tane kitap vardır; tabiat, insan ve Kur’an-ı Kerim. Biz buna Vahdet-i vücut diyoruz. Yani tasavvufu kabul eden, Alevî kesimidir. Vahdeti vücut nedir? Tabiat, insan ve Tanrı birlikteliğidir. Netice itibariyle, insan bir kitaptır.

 

İnsan, hangi yollarla insan-ı kâmil olma mertebesine ulaşır? Bir kişi tarikata bağlı olmayabilir veya  Alevîdir, ama cemlerde bulunmayabilir. Şu anda Alevîlerin yaşadığı yoğun sorunlar var. Dede yok, cemler yürümüyor.... Fakat yine de bu yoldan ayrılmıyor, ahlâksal temelleri koruyorlar. Peki, insanlar kendine neyi rehber alacak? Dede yoksa, ona neler, kimler yardımcı olabilir? Yani kaynaklar nelerdir? Kur’an, deyişler, şiirler var, ama bunlar cemlerde aktarılıyordu. Olmayınca, ne yapacak insan?

 

Cem olmayınca, inançsızlık ortaya çıkıyor. Musa Aleyh-is-selâm kelâmullah, İsa Aleyh-is-selâm ruhullah, Hz. Resulullah da secdeullahtır. Yani başın, yere değecek. Şair; “Secde olmasaydı, eğilir miydi o başlar?” diyor. Ben de diyorum ki; “Secde olduğu halde eğilmiyor ki o başlar.” Eğer bir ibadeti yoksa, ceme katılmıyorsa, o zaman kimliğini ortaya koyacak. O, “Ben Alevîyim” diyerek, Alevîliğe zarar vermiş oluyor. Dede yok değil, en zalim baskı altında bile dedesizlik olmamıştır. Türkiye Gazetesinin  verdiği bir ansiklopedinin 7. cildinde okudum, diyor ki; “Ömer’in halifeliğine kadar, herkes evinde ibadet ederdi. Ömer, cebren herkesi mescide toplamıştır.” Yani sen ibadet edeceksen, bizim Kâbe’miz insandır. Muhammet-Ali, halka namazını emretmiştir. Üç-beş sevdiğin canı çağırırsın, orada bir ibadet yapar, başını secdeye koyarsın, ama bunu yapmıyorsan, o zaman kimliğini ortaya koyacaksın. Onun ismi de ateizmdir. Ateizm, İngilizce bir kelimedir, Türkçesi “Tanrı tanımaz” dır. Yani, “Ben Tanrı’yı tanımıyorum.” demektir. Yaşar Nuri Öztürk’ün bir sözü vardır; “Biz, o tanımayana da hürmet ederiz. Çünkü o da inanmadığına inanıyor.” Yani bizim kimseyle bir sorunumuz yok. Ama herkes gerçek anlamda kimliğini ortaya koyarsa, kimse zarar görmez. Pakistanlı yazar Muhammet Ali Cinha’nın güzel bir sözü var; “İslâm’dan bahsedecekseniz, önce kendinizin İslâm olmadığınızı söyleyin ki, İslâmiyet zarar görmesin.” Evvelki gün bir talip bana dedi ki; “Ben artık Sünnilerle daha iyi anlaşıyorum.” Bunu  söyleyen 15 yaşında bir çocuk, ama orada bir hisse var. “Neden?” dedim. “Sünni çocuklar diyorlar ki, Alevîlere, Alevîlik ne demektir? diye soruyoruz. Cevap veremeyince, ben ateistim, diyor. Alevîliği, ateist olarak anlıyorlar. Alevîliğe zarar veriyorlar. Ben onun için onlarla gezmiyorum.” Burada bir hisse var. Ateizm ayrı, Alevîlik ayrıdır. Alevîlik, İslâmiyet’in özüdür.

 

Alevî, Ali Evi dedik, Ali dedik. Kimdir Ali?

 

Hz. Ali Keremullah. Yani Allah’ın keremi, Ali’nin yüzünde görünmüştür, Türkçesi budur. Hz. Ali’yi tarif etmek için bir kitap ayırsak, yine yetersiz kalır. Onu bu kelimeyle açıklamış kabul edelim. Çünkü açarsak, konu çok uzar. Tabii bunun faziletinde de çok şeyler vardır. Ben, onun hakkında bir fazilet yazmıştım. Her aşık, her ozan işlemiştir Hz. Ali’yi:

 

Ali fazilettir, Ali yücedir

Allah Allah deyip coşarım ben.

Doksan bin kelâmda her bir hecedir

Allah Allah deyip coşarım ben

 

diye başlayan uzun bir şiirim var. Nereye baksan onu görürsün, dört kitapta var. Nerede yok ki? İncil’de, ismi İlya diye geçer. Kur’an’da Ali’dir. Fatiha suresinin ilk ayeti, Elif La Mim’dir. Elif; Allah, La Muhammet, Mim Ali’dir. Hani bir aşığımız yine söylemiş ya, “Dört kitapta okunan Ali değil mi?” Nereye baksak, o çıkar karşımıza.

 

Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir de halifeler,  ama Hz. Ali’nin diğerlerinden ayrılan yönleri ne?

 

Onlar, belli bir yaştan sonra Müslüman olmuşlardır. Meselâ Hz. Muhammet’in hicretine neden olan Ebu Cehil’le, Ebu Süfyan, katil olarak Ömer’i göstermişlerdir. Ömer, bacısının evine gitmiş, eniştesinin Kur’an okuduğunu görerek, orada Müslüman olmuştur. Hatta, “Kırk yaşından sonra ve zülfikârın korkusuyla” diye de söylentiler vardır. Yani, belli bir yaştan sonra  Müslüman olmuşlardır. Hz. Ali, İslâmiyet’i ilk kabul eden ve ömrü boyunca İslâmiyet için savaşa gidendir. Kendisinden sonra, çocukları da aynı görevle şehit olmuşlardır. Bütün soyu İslâmiyet için uğraşmıştır. Dünyada eşi benzeri olmayan Kerbelâ Olayının temelinde yatan; gene İslâm’dır. Çünkü Ebu Süfyan oğlu Muaviye ve torunu Yezit’in amaçları, İslâmiyet’i ortadan kaldırmaktı. Onlar, inanarak Müslüman olmadılar. Müslüman; yarı inanmışlık demektir. Hak indinde din, İslâmiyet’tir. İslâmiyet’in anlamı; kendi rızasıyla Hakk’a teslim olmaktır. Ayette, “Ey Muhammet!  Hubeybiye’de sana inananlar, biz mümin olduk dediler, onlar inanmadılar. Onların arkasından ve önünden duvar çektik, set çektik. Onlar körler, görmezler, ama Müslüman olduk, desinler” diyor. Ünlü Alman yazarı Geohthe, bir yazısında, “İslâm’ı tetkik ettiğimde, bütün dünyanın Müslüman olduğunu gördüm” diyor. Hz. Hüseyin Kerbelâ’da, 1,5 yaşındaki Ali Asker’i kucağına alıp, “Bizim davamız, Yezit’le aramızdadır. Şu kucağımdaki çocuk, masumdur. Bütün insanlar, anasından Müslüman doğar, aileden şekil alır. Bari şu çocuğa biraz su verin” der. Ama onlar ok atarak, boğazından şehit ederler o masumu. Netice itibariyle, birkaç örneğini verdiğimiz gibi, Müslümanlığın anlamı; yarı inanmışlık demektir. Müslümanlığın ne kitabı, ne peygamberi vardır. Ama İslâmiyet’in peygamberi de, kitabı da, Allah’ı da vardır. Yani asıl olan İslâmiyet’tir. İşte İslâmiyet’i ortadan kaldırmak için, Alevîlik ve Sünniliği ortaya koymuşlardır. Alevî önderleri, dedeleri ve talipleri, ona gönül verenler, canları pahasına, bu yolu buraya kadar ulaştırmışlardır. Bir de yeri gelmişken, Napolyon’u analım. Napolyon Fransa’da bir kilise açılışına gidiyor. Diyor ki “Bu duvarlarda bir noksanlık gördüm,  fotoğraf eksik.” “Efendim, gelecekseniz diye, özenle hazırladım. Nasıl olur?” Tekrar ediyor sözünü; “Bir fotoğraf eksik.” Arıyor, bulamıyorlar; “Nedir efendim?” diyorlar. Diyor ki; “Burada Muaviye’nin resmi yok.” “Nasıl olur, efendim? O Müslüman, biz Hristiyanız.” “Muaviye olmasa, İslâmiyet bölünmezdi. Hristiyanlık diye bir din de kalmazdı. Dinimizi ona borçluyuz. Onun için, Muaviye’nin bir resmi olmalı.” Ama maalesef yurdumuzda Hazret olarak anılıyor -ki babası Ebu Süfyan, Hz. Muhammet’e suikast tertiplemiştir. Annesi Hinde, Uhud cenginde Hz. Hamza’nın ciğerlerini yemiştir. Oğlu, İmam Hasan’ı, Kuteybe’nin evinde, Mervan aracılığıyla, Cude tarafından zehirlettirerek şehit ettirmiştir. Oğlu Yezit, dünyada eşi ve benzeri olmayan Kerbelâ olayını yaşatmıştır-. Bunlara Hazret demek yerinde olmadığı gibi, kâfirlik diye de tabir edebiliriz. Çünkü Müslümanlık, Peygambere, dolayısıyla Ehlibeyte zulümle dolu. Türkçesi; bunlar düşmanlardır Asıl olan İslâmiyet’tir.

 

O da Alevî yolunda...

 

Ali Evi; Hz. Ali’nin soyundan gelip de, onun tasavvufi yolunu izleyenler ile onun soyundan gelen seyit, şerif onlardan herhangi birinin mürşide ikrar verip bağlanmalardır. Bunlar, dört kola ayrılırlar. Şerifler kolu; İmam Hasan’dan gelen seyitler kolu; İmam Hüseyin’den gelen Evlâdan kolu; Celal Abbas’tan  ve Muhammet Hanife’den gelen. Haceyığan kolu. Bu kolun en meşhuru; Türkistan pîri Ahmet Yesevi’dir. Celal Abbas’tan gelenlerden de; Erdemir Tekkesinden Şah Ali Abbas ceddimizdir. Seyitler Kolu; İmam Hüseyin’den  zuhur etmiştir, On İki İmamdır. Şerifler kolu; Seyit Kasım, Kerbelâ’da şehit düşmüştür. Hz. Ali’nin evlâtları, soyu, nesli bunlardır.

 

Halk ozanlığı geleneğiyle inançsal temaları özdeşleştiriyorsunuz. Bunların, bu dini akidelerin, motiflerin, inançsal kimliklerin dışında, hangi konular ilginizi çekiyor? Hangi konularla uğraşıyorsunuz, çalışıyorsunuz? Bir dedesiniz, ayin, cem yürütüyor, şiir yazıyorsunuz. Sosyal yaşam dediğimiz, diğer aktiviteler içinde nasıl bulunuyorsunuz?

 

O konuya girmeden, Ehlibeytten, Hz. Ali’den söz etmişken, Kur’an’la bir noktaya değinelim.  Yüce  Tanrı, Şura suresinin 23. ayetinde, Hz. Muhammet’e şöyle emretmektedir: “Ey Muhammet! De ki; size getirmiş olduğum kurtuluşa karşılık, bir ücret istemiyorum. Yalnızca yakınlarıma, Ali-Muhammet’e sevgilerinizi istiyorum.” Ayette anılan “mevede” sözcüğü, Allah’ın Vedüt adından kaynaklanmaktadır ki anlamı; mutlak sevgi, bağlılıktır. Alevîlikte ikrar vermekle, meveddet yerine getirilir. Şiir konusuna gelince; öncelikle gönlümüzde yaşattığımız, Hak-Muhammet-Ali sevgisidir ve söylediklerimiz de o ağırlıklıdır. Hz. Muhammet ve Hz. Ali’nin el birliğiyle, gönül birliğiyle dinin ötesinde yapmak istedikleri, köleliği kaldırmaktır. Onların devrinde insanlar panayırlarda, pazarlarda para karşılığında alınıp, satılıyordu. Günümüzde daha farklı duruma geldik diyemiyoruz, çünkü şimdi de bir ücret karşılığında alınıp satılıyoruz. Yurdumuzda, panayırlarda değil de, artık her alana girmiş durumda, büyük dengesizlik var. Allah bir kelâmında, “Karşıma her türlü suçla gelebilirsiniz, belki affedebilirim, ama kul hakkıyla gelmeyin, zerresini affetmem” diyor. Yani, denge önemli. O dengesizliği yaşadığımız için, sosyal alanlarda çektiğimiz sıkıntılar için de yazdığımız bir takım şeyler var. Örneğin; geçen yıl, “Ben Hakkımı İstiyorum” diye bir şiir yazdım. TV’de, canlı olarak, sazla çalıp söyledim. Sonra gazetelerde, radyolarda yayımlandı. Daha sonra Belediye Başkanı açıklamasında; hiç darılmadığını, gayet demokratik bir hak olduğunu, gücenmediğini de kendisi söyledi. Yani kimseyi incitmeden, sevgi ve saygıyı zedelemeden gereken mesajları da veriyoruz. Çünkü bir binanın temeli nasıl demirden, çimentodan, topraktan oluyorsa, insanlığın temeli de sevgi ve saygıdır. Bütün çabaların neticesi de oraya gelmektedir. Niçin gece yarılarına kadar insanları diz üzeri oturtup, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz? Ahlâksal bir yaşam, sevgi ve saygı beslemesi için.

 

Sosyal aktiviteler olarak neler yapıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar nedir? Ziyaretler, gezi programları oluyor mu? Kültürel etkinliklere katılıyor musunuz? Neler okuyorsunuz? Neler yapıyorsunuz?

 

Atalarımız ne demiş? “Çok  okuyan değil, çok gezen bilir.” Ben, aynı zamanda araştırmacı bir dedeyim. Demin elimdeki kaydı da gördünüz, bunu, İzmir’deki Ehlibeyt Vakfından özet olarak aldım, daha devamı gelecek. Daha başka örnekler de var. Araştırmacı bir yapım var. Toplumda neler yaşanıyor? Gerçek  yönleri nedir? Hani, “Bir deli bir taşı bir kuyuya atar, kırk akıllı çıkaramaz.” derler. Öyle şeylere fırsat vermemek için, araştırmacı olmak gerekiyor.

 

Evet, onlardan neleri yapıyorsunuz, nerelere gidiyorsunuz?

 

Evveliyatına gittiğimiz, tarihe baktığımız zaman, “Sazımız telli Kur’an, sözlerimiz ayettir” diyoruz. Atalarımız dizelerinde, sevenin ağzından çıkan sözün ayet olduğunu söylüyorlar. Çünkü şecerelerimizin veya bir iki kitabın dışında bir şey taşınamamış. Meselâ babam bana, bir şecere, birkaç şiir devretmiş. Yazarların çoğu Sünni kökenli. Abdulbaki  Gölpınarlı’nın, On İki İmam ve Ehlibeyt hakkında bir sürü yazıları vardır, kökeni Sünnidir. Araştırdığımız kitaplar bir dedeye dayansa bile (Mehmet Yaman’da olduğu gibi), kaynakları yine Sünni kökene dayanıyor. Yani Ehlibeyt’in sazı, sözü, şeceresi dışında bugüne aktardığı kayıt, yok denecek kadar azdır. Hatta, yok diyebiliriz. Ama, bu tellerde saklamış o belgeleri. Yazarlarımız kaleme alıyorlar, ama çok çeşitli fikirler çıkıyor. Gerçeğini bulmak için de çok okumak, araştırmak gerekiyor. Biz de o yönden araştırmacı bir dede sıfatını taşıyoruz.

 

Yani okuyorsunuz, araştırıyorsunuz, geziyorsunuz, görüyorsunuz. Özetle; fikirlerinizi daha da olgunlaştırmak için mücadele veriyorsunuz.

 

Evet.

 

Bunları çok kısa aldık, ama inşallah ilerdeki çalışmalarınızı genişçe hem yazılı, hem sözlü alırız. Adresinizi, telefonunuzu alarak, bu konuştuklarımızı yazılı da alabiliriz. Daha geniş, sağlıklı bir zemine oturmasını ve kalıcı olmasını sağlayabiliriz.

 

Söyleşi. 23-03-1998

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile