VELİ GÜLSOY (2)
(SEYYİD BABA MANSUR, KIZILKALE / ZARA / SİVAS)
Söyleşiler (2.)
AYHAN AYDIN
Sevgili dedemiz Veli Gülsoy’la söyleyişimiz devam ediyor. Şu anda Hacı Bektaşi Veli Gazi Kültür Vakfı’nda bulunuyoruz.
Gazi Mahallesi uzun yıllar ülkemizin gündeminden hiç düşmeyen bir mahalle olarak ünlendi. Maalesef olumlu bir imajı olmadı, bazı insanların özel gayretiyle de burası hep yanlış tanıtıldı topluma. Tüm Türkiye’de; Anadolu’yu, Trakya’yı gezdiğimiz yerlerde de bu olumsuzlukları biz gördük. İnsanlar maalesef güzellikleri görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Alevi’siyle, Sünni’siyle bizim doğu toplumlarının, bizim toplumumuzun bir özelliği var, olumsuz şeyler nedense insanların aklında kalıyor. Başta Trakya olmak üzere ve Güney Marmara, Batı Anadolu, diyelim buralarda işte Gazi Mahallesindeki olayların olumsuz ektileri yıllar sonra bile insanların hafızalarında yer etmiş ve oralara araştırmalar için gittiğimizde bize sordukları sorulardan birisi de bu oluyor. Yani bu Gazi Olayları nedir? Bu mahalle nasıl bir mahalledir? Bu cem evi nasıl bir cem evidir ki PKK’lılar, teröristler, dinsiz, imansızlar buralarda gösteriler yapıyor, buraları basıyorlar, buralarda cenazeleri kaldırıyor… şeklinde bizlere sorular soruluyor. Şimdi bunun nasıl yankılandığı algılamıyor bazıları da ama biz gezip görüyoruz.
1995’li yıllarda burada istemediğimiz olaylar oldu. 2002 tarihinde, 7 yıl sonra Trakya’daki insanlar bana Gazi Mahallesi orası mı, orada mı, öyle mi, diye soruyorlar veyahut da işte İstanbul’daki cem evlerini iyi görmüyoruz, diyor. Bunu söyleyen Alevi, Bektaşiler, peki Sünni vatandaşlar acaba ne düşünüyorlar, Aleviler-Bektaşiler böyle düşünüyorsa? Buradaki güzellikler, burada güzel insanların yaptığı çalışmalar, başkanın yaptığı, dedenin yaptığı, yönetim kurulunun yaptığı, burada özverili çalışan, gönüllü çalışan insanların yaptığı faaliyetler görülmüyor. O nedenlerle biz aydın, yazarlarda da bazı sorunlar oluyor.
Biz araştırmacı ve yazarların bu işle ilgilenen insanların da gerçekten önünde dağlar gibi sorunlar var. Daha doğrusu yapılması gereken işler var diyelim, “Sorumluyum ben çağımdan - Düz ovamdan dik dağımdan - Sömürüyü toprağımdan - Sürene dek yazacağım.” diyor Aşık İhsani.
Şimdi yazacaklar ozanlar, aşıklar, yazarlar ve bu işin peşini bırakmayacaklar ölene kadar. Gerçi onların çalıştığını, bir şeyler ürettiğini birileri bilmiş, bilmemiş önemli değil, sorumluluk bilinci ile insan çalışırsa bunu takdirini de beklemesi zaten gerekmez. Bugüne kadar bu işlerle uğraşanlar zaten bir takdir görmemiş, o takdiri bekleyeceğim diye işe koyulanlar da zaten demek ki bir aşkla yapmıyorlar işlerini, bir beklentileri var da o işi yapıyorlar, bir menfaatleri var ki o işi yapıyorlar.
Bu nedenlerle biz de diyoruz ki, lafın özü yola gönül verenlerle bizim işimiz var, çile çekenlerle bizim işimiz var, çile çekenler insanın kadrini anlıyor, ne yaptığını anlıyor, diğerlerine boş uğraşlar geliyor tüm bu yaptıklarımız bile.
Toplum o kadar yozlaşmış ve bazı değerlerinden soyutlanmış ki insan bazen düşünüyor. Bir insanı bile dinlemeye tahammülü kalmamış insanların, artık kafaları başka şeylerle dolmuş.
İşte bütün bunlarla birlikte sevgili dedemize geldik. Yani bu duygularla geldik, kendisi de bu yola hizmet ettiği için, bu yola gönül verdiği için, bu yolu sevdiği için, bu yolda karşılık beklemeksizin atalardan olduğu mirasa sahip çıkaraktan sorumluluk duygusuyla bu dedelik görevini böyle bir yerde yani Gazi Mahallesi’nde yapıyor.
Önemli olan noktalardan birisi de o, demin anlattığım gibi farklı bir pozisyona sahip İstanbul’da Gazi Mahallesi, insanların kafalarında çok yanlış fikirler var, o yüzden burada görev yapmak iki kat zor o yüzden o açından alacaktım ve şimdi sohbetimize sevgili dedemizle birlikte devam edeceğiz. Kısmet olursa da sevgili dedenin yürüttüğü cemde cem olacağız. Orada da çekimlerimiz olacak ve bunlarda Alevi hatıraları içerisinde, gül desteler içerisinde yer alacak, (inşallah ilerde bu kasetlerin başına bir iş gelmez. Bu topluma da bir miras olarak bu işleri bırakırız.)
Bütün yaptıklarım yüce Türk milletine hediyem olsun, Alevi - Bektaşi toplumuna, Sünni toplumuna hediyem olsun, diyorum.
Bu milletin büyüdüğüne inanıyorum. Alevi’siyle, Sünni’siyle bu memleket bizim, burada hep beraber yaşayacağız.
Bu çalışmalara katkıda bulunanlara da Allah eyvallah!, diyorum.
Tabi bu söyleyişimizde biz sizi daha yakinen tanıyalım diyorum. Biz sizinle geçmişe gideceğiz. Doğdunuz yörelere, köye gideceğiz, ananıza gideceğiz, babanıza gideceğiz, duygularınız canlanacak, eski insanlar canlanacak, görüş ve düşünceleriniz almaya çalışacağız. İstanbul’a geleceğiz. Burada yaşadıklarınızı almaya çalışacağız.
Sivas’ın Zara İlçesi Kızılkale Köyü’nden Seyit Cafer Dede’nin oğluyum ve Baba Mansur Ocağı’ndanım. 1947 doğumluyum ve dedemin ismi Seydi Abbas, çağında da toplum içerisinde de isim yapan bir dede, babam da yine çok büyük bir isim yapmış bir zattı. Ocağımıza da Kürtçe Gekgoyi, Pirin ocağı, diyorlardı. Gekgoyi pir diyorlardı.
Peki Dede asıl kökler, Dersim’den mi geliyor?
Şimdi esas kök Dersim’den geliyor. Dersim’den gelme şeklimiz şöyle oluyor. Orada İşte KEKOY Pirin babası Seyit Süleyman Kekoy Pir’in ismi de Veli Dede’dir. Ama Kürkçe aşiret arasındaki konuşması Kekoy, pir olarak geçiyor.
Seyit Süleyman, Seyit Veli de küçük, elinden tutar İmranlı’ya gelir, İmranlı’da Kapı Mahmut Köyü’ne gelir, orada köyün ismi de o ağanın ismidir zaten. Kapı Mahmut ta o günkü koşullarda yedi tane Koçgiri aşiretine hükmeden bir taliptir. Çok da itikatlı bir taliptir. Dede gelir üç gün Kapı Mahmut’un evinde misafir kalır. Üçüncü gün talipler dedenin yanına toplanırlar sohbet ederler, dertleşirler ama sohbetin neticesinde Dede, Kapı Mahmut’ta der ki, talip niye sen sormuyorsun ki dede sen niçin geldin? Çünkü dedem ben sana nasıl sorayım, sen benim pirimsin, taliplerini sormaya gelmişsin, ne zaman arz edersen gelmek senin görevindir, seni karşılamakta bizim görevimizdir, der. Ama hâşâ haddimize düşmemiş pirimize soru sormak. Ama pirimiz ne için gelmişse hoş sefa gelmiş, müşkülleri halletsin, o bizim mürşidimizdir, pirimizdir, biz ona soru soramayız, biz pirimizin emrindeyiz. Diyor ki ben şu gaye ile geldim. Biz orada üç, dört kardeşiz. Diğer kardeşlerimin çocukları çok, benim oğlum tek, bir tanedir ve geldim ki bana siz kendi yanınızda bir yer veresiniz. Çünkü yarin kardeşlerimin çocukları kalkar benim oğluma karşı çıkarlar, sorun çıkarırlar. Ama Kapı Mahmut, sana bizim yanımızda yer vermeyiz, diyor. İstersen bu köyü boşaltım verim sana, istersen başka köy. Oradaki talipler de diyor ki niye başka bir köy, dedemiz bizim yanımızda olsa, her Perşembe akşamı da lokmamıza alıp gitsek biz Pirimizden bir dua alsak daha iyi olmaz mı? Kapı Mahmut diyor, hayır. Hiçte doğru olmaz. Niçin diyorlar? Çünkü yarın bizim oğlumuzun kalkar gönlü pirimizin kızına düşer, pirimiz oğlunun gönlü de bizim kızımıza düşer, biz hısım akraba oluruz; pirlik, taliplik ikrarı aramızda kalkar. Onun için bizim pirimizin, bizim içimizde komşumuz olması doğru olmaz. Götürün, işte Beydağ’ının dibinde bir köy boşaltın verin, diyor.
Bizim köyümüz taliplerin köyüdür. Onlar iki kardeşler, Kapı Mahmud’un gönderdiği heyet gelirler derler ki, işte ağanın emri bu köyü boşaltacaksınız, ağa dede için istiyor, diyorlar. O talipler de kızgınlıkla bunu karşılıyorlar. Biri şimdi İmranlı’da Sandal Köyü’nün altında Köndüller var. Köyün ismi de Köndül’dür. O adamların da lakabı Köndüldür, biri de Beydağ’ın arkasında Divriği’ye yakın bir yerde yine o köyün ismi de Köndüldür. Bunlar iki kardeş biri oraya gidiyor, biri İmranlı’ya gidiyor ve köy dedeye veriliyor.
O zaman talipler toplanıyor; işte ilk ceddimizin ikamet ettiği cem evini yapıyorlar, “ev damını” yapıyorlar.
Ustalar çeşmenin başında, (tam bizim evlerin orada çeşme var) başında elini yıkarken kekoy pirin kız kardeşi Rukiye Ana suya inmiş, bekâr kız su arıyormuş ustalar orada elini yıkıyormuş. Diyap Ağa’yla (tarihteki Diyap Ağa, bizim talibimiz) Rukiye göz göze gelirler, gönülleri birbirlerine düşer. O arada çalışmalar biter, cem evi biter, kurbanlar kesilir, ibadet yapılır. Herkes de pirinden himmet alır ve dağılırlar.
Rukiye ile Diyap Ağa bir fırsat bulur, anlaşırlar. Rukiye bizim köyün arasında bir tepe var, tepeden öbür düzü aşar, Diyap Ağa’nın da atı vardır, Rukiye’yi ata bindirir köyüne götürür. Şimdiki ismiyle Çerkezler, resmi ismi Osmaniye’dir, genelde şu anda Çerkez vatandaşlarımız orada ikamet ettiği için Çerkezler ismi oradandır, ama esas Diyabın Köyü’dür.
Ve Seyit Süleyman kızının peşine gider. Kızını kapının arkasına getirir ve der ki, kızım Rukiye sen beni mi kabul ediyorsun, paşayı mı kabul ediyorsun? Diyor ki “Baba ben seni kabul etseydim hiç gelmezdim, onun için ben paşayı kabul ettim”. O zaman dede diyor ki kızım ben ceddimden istemişim ki ceddimin ateşi seni yaksın, der ve Seyit Süleyman kendisi ölür.
Diyap Ağa da çok zalim bir ağaymış o etraftaki köylerde Sünnileri yakalar getirir, öküz gibi düğene koşar, hem de bu diken düğene koşar, adamlara eziyet verir. O gün onun o yaptığı zalimlikler devletin kulağına gider. Gelip orayı basarlar, onu, o çeteleriyle yakalayıp götürmeye çalışırken o köyün altında kuyu gibi bir yer varmış kendisi o kuyuda saklanır ve asker arar ama onları bulamaz, gelir konağı ateşe verirler. Rukiye ile cariyeler konakta yanarlar.
Kekoy pir dediğimiz sultan da bizim ceddimiz, ben bizzat o şahın mezarının başında küçüktüm, okula gidiyordum, ateş yandığını gördüm. Mavi bir ateş yanıyordu. Birden gözüm ürperdi ve gider askerin ortasından gider asker görmez.
Seyit Veli işte bacısını Cama çağırır der ki Rukiye elini ver seni kurtarayım. Diyor ki, ağabey git bu benim babamın ateşidir, beni yakıyor seni yakmasın. O zaman diyor ki hiç değilse saç bağını ver. Eskiden biliyorsun bacılar saçlarını örerlerdi o saçları dibinde kesip getiriyorlar. Biz demiştik o cem evi daha yıkılmadan önce o saçı varidi direğe asmışlardı. Herkes söylüyordu, böyle bir şeyler anlatıyorlardı.
Bunu niçin anlatıyorum biliyor musun? Sen bugün radyoda işte pirlerimiz nasıl olmalı, diye sormuştun. Bizim pirimiz kendisini çok sahip olmalı, talibimizde kendisine sahip olmalı, talibin kızı bizim öz kızımız, bizim kızımız talibin anası, İkrar böyledir, yer gök biri bir ile İkrarlıdır Yani bu sıradan, dilde yüzeysel konuşulan bir şey değildir. Onun için yani nefsimize hakim olmayıp da nerede, kime bir parça dış güzelliğimizle etkilediğimiz zaman hemen ona sahip olacaksak yol erkan sürmemiz. Mümkün değil.
Bizler talibinin kızını, talibin çocuğunu karşımızda bir kadın olarak göremeyiz. Gören bir dedenin derdine derman yoktur. Pirin kızında kadın Gören bir talibin de derdine de derman yoktur. Ben böyle yetiştim ve böyle inanıyorum.
İşte bunlar inançların incelikleri.
Evet. Bizim yaşadığımız bir şey daha var. Bunu belki taliplerim hatırlayacaktır. İşte Kekoy Pirin oğlu Seyit Süleyman ve dedemin öz amcası benim dedem amcasının kızıyla evli, benim baba annemin hiç kardeşleri yok, tek bir kız, baba annemin babası kardeşlerin en küçüğü, kızı tek olduğu için amcaların yanında çok nazlıymış, onu çok severlermiş.
O dede sultan da çok âlimmiş, ama bir işte nasıl olmuşsa bir taliple evlenmiş. Bizim yakınımızda bir Cemal Köyü var, o Cemal Köyü’nden Şemi isminde bir bacı ile evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlar. Bir gün dipsiz gölden Alcaci köyüne yani İmranlı’nın Nahiyesinde işte çok iyi okuyan, âlim olan bir talibe uğrama kaydıyla, orda düğün vekiline, (bizde düğünü yöneten düğün vekili denir) diyor ki, benim konak yerimi belirt, ben o talibe uğrayacağım, orda biraz dinleneceğim, daha geleceğim.
Dede oraya gider iner inmez, orda atını içeriye çekerler, dede oturur oturmaz diyor ki talip getir bana imam Cafer buyruğu oku.
Diyor ki dede hele bir otur, bir kahve iç, bir dinlen, diyor. O da, hayır hemen getir oğlum, der. O da getirir, okur. (Tabi tam taliplik, pirlik ilkeleri üzerine gelince o zaman talipleri çok itikatlıydı, çok heyecanlı okurlardı, onlar heyecanlı okurdu, dinleyen de çok böyle can kulağıyla dinlerdi.) Birkaç sayfayı aktarıyor, okumak istemiyor, istemeyince hayır diyor, dedem çok gençsin sana kıymıyorum hayır diyor, ben bana kıymışım sen niye bana kıymıyorsun ben ceddimin ilkelerine ayak altına almışım, sen niye bana kıymıyorsun?
Talip onu okur, Kehribar ağızlıkta sigara takılıymış, sigara içiyormuş, böyle elini alnına vermiş düşüyormuş dedenin, ağızlık elinde düşmüş parçalanmış. Hemen kalkmış, çekmiş gitmiş, geri düğüne gitmemiş, geri eve dönmüş gelmiş o her geldiğinde bunu bizzat baba annem anlatıyordu.
O yine anlatmıştı, çocuktum, ben dışarı çıktım ki, yengelerim ikisi dışarı çıkmışlar. Yolu gözlüyorlar dedim ki “yenge nereye bakıyorsunuz yoksa amcam mı geliyor, dedim evet dediler baba annem ben karşı gittim amcam gelme dedi. Ben amcamı dinlemedim bana bağırdı kızım gelme, ben nazlıyım ya dinlemedim bir daha yürüdüm. Yine “kızım gelme”, bir daha yürüdüm, üçüncüde amcam bağırınca ben zannettim ki amcamın ağzında bir alev çıktı, ben o zaman anladım, geri durdum.
Amcam geri kapıya döndüğü zaman atından indi, çobanlar atını tuttu. Önce büyük karısına, Medine Ana’ya döndü, “Medine dedi sen misafirimin, talibinin değerini bilseydin, onlara gereken hizmeti yapsaydın beni mağdur etmeseydin, evlilik benim neyime, sen bunları yapmadın… ben de evlendim….
Ceddim de istemiş ki seni yaksın, sürüm sürüm süründürsün…
Ondan sonra dönüyor Şeme’ye, Şeme ben geçici güzelliğine aldandım, ceddimi unuttum, kendimi unuttum, sen demedin ki sen benim pirimsin, nasıl seninle evlenirim. Sen benim dedemsin, demedin… “Nasılsa ben de giderim, yedi aşirete ana olurum, herkes bana değer verir, saygın bir bayan olurum.”… dedin. Geçici dünya saltanatı için sen de bu işi kabul ettin, bana sebep oldun.
Ben ceddimden istemişim ki sen kör olasın, diyor.
Yatağa giriyor sabaha çıkamıyor. Ve sabah doğru Hakk’a yürüyor. Düğünden dönenler yolda dedenin Hakk’a yürüdüğünü duyarlar ve dedenin cenazesine geliyorlar.
Taliplik, pirlik bu kadar uludur bir o kadar da ağırdır Ayhan Bay.
Ben böyle yetiştim, bu terbiyeyle yetiştim. Taliple evlenen dedenin elini öpmem. Veli Gülsoy Dede olarak ben böyle diyorum ki başkasına karışmam, bu benim şahsi düşüncemdir.
Yani bunu net söylüyorsunuz?
Net söylüyorum. İster kabul ederler ya da etmezler, hiç umurumda değildir.
Yani öyle bir kuralla yetiştim, ben bunu değiştirmem, değişmem, ölene kadar da bu böyle buna inanıyorum, diyorsunuz?
Buna inanıyorum. Bunu dışında başka bir şey kabul etmiyorum.
Peki dedeler hangi ocaktan olursa olsun, ocak zadeler ise herhangi bir dede kızıyla evlilik olur mu, evlenebilirler mi?
Evlenir. Sadece aralarında kirvelik veya muhasiplik ikrarı yok ise o ikrara zarar vermiyorsa, dedeler her ocağın evladıyla evlenebilirler. O ocağın kızıyla evlenebilir, benim gibi o ocakların hiçbirinin birbirinden farkı yoktur. Onların hepsi bir koyun, kuzusudur.
Yani orda aynı ocaktan olma zorunluluğu yok?
Hayır.
Bunların dışında küçüklükten itibaren başka hangi ilkeleri benimsediniz, önemsediniz? Biraz daha açalım. Mesela köyünüz Kızılkale Köyü’nde ne zamana kadar kaldınız?
Ben 1972’ye kadar köyde kaldım. Ama 1964’den sonra aralıklı kaldım. 1972 Sivas’ta Karayollarında iş başı edince köye sadece izinlerimde gidebildim, çünkü çocukları da yanıma getirdim.
1947 doğumlusunuz, 1972’ye kadar köyde kaldınız?
Köyde kaldım sayılır tabi gurbete gitmişliğim var. Çalışma yaşantıları, ama ben genelde köyümde kaldım. Ben yetişirken hiç genç arkadaşım yoktu. Sevdiğim insanlar, sevdiğim gençler vardı, bana sevgi duyanlar vardı, ben de onlara sevgi duyardım ama benim bir hobim vardı; ben giderdim yaşlıların yanında otururdum. Onlara hizmet ederdim, dizlerinin dibinde dururdum. Onlara su verirdim, onlara (eskiden maşa vardı) maşayla ateş verirdim, çakmak herkeste yoktu ve sürekli yaşlı insanların feyzinden yararlanırdım. Babam da dedeliği yerine getiren güzel bir insandı Ayhan Bey. Bunu ben abartmamayım taliplerimiz daha bilirler, Seyit Cafer, o memlekette en çok görgü cemi yapan ve en çok talip içerisinde kötülükleri yok eden bir insandı. Yani inanılmaz hali vardı Ayhan Bey, babamın. Yine anlatırlar; bir köyde bir anda dövüş oluyor. İşte o dövüş üzerine gitmiş ve o köyde birçok tabanca toplamışlar. Bunları barıştırana kadar herkesin silahına el koymuş, ama ona hiç karşı çıkan olmamış, bunu bizim taliplerimiz iyi bilirler.
Toplum üzerinde bu kadar etkili olan babanız diğer dedelere örnek olması açısından cem yürütüyor. O dönemlerde o geçmiş dönemlerinde inanç, itikat daha fazla ama o dönemde acaba insanlar babanızı ne gözle görüyordu, biraz korku, çekinme mi vardı, yoksa bilakis cemlerde, konuşmasından, yapısından, feyzinden, soyundan bir etkilenme mi, sevgi mi vardı, insanlar biraz da bunlardan mı etkileniyorlardı?
Şimdi tabi bu saydıklarınızdan birçoğu vardı. Fakat genelde talipler babamın gönül alçaklığına, enginliğine, türaplığına, ilmine ve bütün emeğini talibe harcamaya, gerçekten talibin hizmetinde olmasına bakarlardı.
Her zaman en acil işlerini talibin işleri için ihmal ettiğini herkes bilirdi, onun için kimselerin hal edemediği bütün sorunları babam hal ediyordu.
Hatta etrafındaki Sünnilerin işini bile hallediyordu. İlginçtir. Şu anda o zatta halen saygılıdır. Eski Sivas senatörlerinden rahmetlik Adil Altay vardır, belki duymuşsunuzdur. Bunun kardeşi Sıtkı Altay var, Zara’da arzuhalcilik yapıyor. Bizim bir akraba gübresini dökerken bizden taraf sınırı geçmiş, abim de gitmiş onu şikâyet etmiş, bir dilekçe yazdırmış. Sıtkı Bey’e gitmiş dilekçe yazdırırken, o da demiş ki, Ali dede sen kimi şikayet ediyorsun? Demiş işte Veyis İlhan’ı şikâyet edeceğim, kim o, senin amcanın oğlu değil mi? Evet demiş. Peki, Ali Dede ben bu dilekçeyi yazarsam parayla yazacağım, senden para alacağım. Hiç düşündün mü? Derler ki Alevileri bırak, biz Sünnilerin bir davası olduğu zaman diyorlar ki Cafer Dede gelsin, halletsin. Sen bu dilekçeyi yazıyorsun, diyor? Babanın ismine yazıktır, bu konularda sizden hiç kimseniz mahkemeye gitmemiş, 1–2 metre yeriniz hakkınızdan gitmiş olabilir, öyle bir şey yapma, babanın şanına yakışmaz, demiş. Abimin dilekçesini yırtmış ve kızmış. Böyle bir şeyle bir daha yanıma gelme ama siz haksızlığa uğradığınız zaman biz yanınızdayız, diyor.
Yani Cafer Dede böyle bir dünyaya sahipti. Bunu bize bağlı tüm talipler bilirler. Cafer Dede Zara’da çarşıya çıktığı zaman Sünni kardeşlerimiz dükkânlarından çıkar ve niyazlaşırlardı. Eğer zamanı varsa dede oturur, sohbet ederdi. Eğer zamanı yoksa adam buyur bir kahvemi iç, dediği zaman müsait değilim, derdi. Cafer Dede kendini böyle topluma, millete adamıştı.
Tarik, evliya var, ocağın kutsallığı var, kurban kesme olayları var, bunlar var mıydı sizde? Tarih (tarik) veya evliya dedikleri veyahut da işte ocak, dede evini ziyarette, kurban kesme, insanlar cem için değil de onun dışında da hasta olanlar, derdi olanlar derman bulmak için geliyorlar mıydı Dedeye?
Tabi geliyorlardı. Çok geliyorlardı. Babam o talipler geldiği için dua ederdi. İnanarak dua ederdi ama ümit Allah’tan kesilmez, derdi. Bizim ceddimiz, Ehlibeyt’in yüzü suyu hürmetine dualar edilirdi. Bu nesilden nesile böyle gelmiş, bize kadar. Bütün inayetler, bütün faziletler, bütün kerametler, bütün bağışlamalar Allah’a aittir. Onun için talipler gelirdi ama şifa da bulurlardı ama bunu böyle şahsen öyle bağlamıyorum sade ocağa bağlamıyorum. Talibin itikadına bağlıyorum. Çünkü veren verebilir de alan almayı bilirse ister taşa sarılsın mutlaka şifa bulacaktır.
Türkiye geneline baktığım zaman diyebiliyorum ki, Ağuiçen, Seyit Mahmut Hayrani, Kureyşan, Hubyar Sultan, Cemal Abdal, Üryan Hızır gibi onlarca ocağın yanında Baba Mansur da dedesi de, talipleri de çok fazla olan büyük ocaklardan birisidir.
Sevgili Dede Ocak nedir? Her şeyden önce ocak kavramından başlayalım ve Baba Mansur kimdir, diyelim?
Şimdi Ayhan Bey, şimdi bir kere Baba Mansur Kimdir? Onu bir kere tanıyalım. Baba Mansur Hz. İmam Ali’de ve Hz. Fatma’nın nesilden gelir. Baba Mansur Hz. İmam Hüseyin ve İmam Zeynel Abidin ve İmam Muhammet Bakır’ın evlatlarından Seyit Abdullah’tan gelir. Seyit Abdullah’ın oğlu Seyit Ali, Seyit Ali’nin oğlu Seyit Muhammet’tir. Seyit Muhammet’tin oğlu Seyit Ahmet’tir. Seyit Ahmet’in oğlu Seyit Abdullah’tır, Seyit Abdullah’ın oğlu Seyit Şerafetin’dir. Seyit Şerafetin oğlu Seyit Yakup, Seyit Yakup’un oğlu Seyit İbrahim, Seyit İbrahim’in oğlu Seyit Celalettin, Seyit Celalettin’in oğlu Seyit Hasan, Seyit Hasan’ın oğlu Seyit İshak, Seyit İshak’ın oğlu Seyit Ahmet, Seyit Ahmet’tin oğlu Seyit Selahattin, Seyit Selahattin’in oğlu Seyit Cafer, Seyit Cafer’in Oğlu Seyit Mustafa, Seyit Mustafa’nın oğlu Seyit Süleyman, Seyit Süleyman’ın oğlu Seyit Kasım Seyit Kasım’ın oğlu Seyit Veli, Seyit Velinin oğlu Seyit Baba Mansur’dur.
Baba Mansur’un diğer bir adı Seyit Hüseyin’dir ve Seyit Mansur Baba’nın da hayatta kalan üç evladı var; Seyit Mahmut, Seyit İbrahim, Seyit Kasım.
Biz Seyit Mahmut evlatlarınızdanız. Seyit Mahmut’un oğlu Seyid Mehmet Seyid Mehmed’in Oğlu Seyit Mahmut Seyid- Mahmud’un oğlu Seyid Süleyman Seyid Süleyman’ın oğlu Seyid Şahverdi, Seyid Şahverdi’nin oğlu Seyit Hüseyin, Seyit Hüseyin oğlu Seyit Süleyman, Seyit Süleyman’ın oğlu Seyit Veli, Seyit Veli’nin oğlu Seyit Ali, Seyit Ali’nin oğlu Seyit Abbas, Seyit Abbas’ın oğlu Seyit Cafer, Seyit Cafer’in Oğlu Seyit Veli Gülsoy.
Şahverdi ismini nereden aldı? Şahverdi’ye kadar gelen babalar çok zaman çocuk ana kucağına düşünce, ana hamile olunca, baba ölüyormuş. Keramet mücazat ta zaten o zaman var imiş. Seyit Şahverdi’nin babası ölünce annesi hamileymiş. Erzincan Çağlayan’da Girvelik Köyü var. O Girvelik köyü bizim taliplerimizdir. İlk Erzincan Milletvekili Hüseyin Aksu vardır, o da bizim talibizdir. Ve Sivas’taki o isyanlarda da belki insanların idamdan kurtulması meclis de önerge verip onların idamını bozan zatta odur Onun dedesi Ali Abbas diğer bir lakabıyla Gal Abbas, derlermiş Burada Koçkir’de yani işte bu Şerefiye Sivas’daki aşiretlerin büyüğü de Hıdey (büyük fincan) vardır. Bunlar ikisi musahiptir. O zaman dedelerin köyünde sonbahar aylarında bir dilenci peydah oluyor. O dilenciye diyor ki, bizim dedemiz öldüğü zaman ana hamile idi. Ananın neyi vardır, diye soruyor. Diyor ki; ananın bir oğlu oldu, diyor. Sen bir sene sonra buraya gelirsen anayla, çocuğu atına bindir buraya getir, diyor. Kimseye gidip, dolaşma senin kış ihtiyacın neyse ben temin ederim. Dedeyi alır talibe götürür, o adamın geldiğini görürler haber gönderir musahibine. Musahibi gelir Erzincan’a otururlar, o çocuğu kucağına alırlar. Şahverdi Sultan’ı kucağına alır, kendi kurbanını tekbir ederler. Kendileri kalkar bellerini bağlar, dedenin önünde diz çökerler. Diyorlar ki, sen elini sırtımıza vur. Allah, Muhammed, Ya Ali, Hak bekliye, Hızır saklıya, Muhammed Ali yoldaşınız ola Sonra ise o talipler bu dedeyi yetiştiriyorlar ve ismini Şah verdi diyorlar, yani Hak bize tekrar pirimiz verdi diyor ve Şah verdi ismini orada veriyorlar.
Her zaman her yerde geçmişte itikatlı taliplerin dedeler kadar bu yola büyük hizmetleri, emekleri örnekleri olmuştur. Zorlamalara, baskılara, cebirlere rağmen günlerce pirlerin peşinde koşup dedelerin sakalları yolunduğu zaman, günlerce orda, burada çarşılarda koşturan talipler olmuştur. Bunu da inkâr etmeyelim. Onlarında büyük hizmetleri var.
Tabi şimdi zaten sevgili dedeciğim elbette bir Ehl-i Beyt bendesiolmak, bir İmam Cafer-i Sadık buyruğuna uymak, bir ocakzade olmak, bu yolu sürmek, bu Kuran bilgileri, bu akıdan gelen inancın, törelerin ayrıntılarını hıfz etmek, onu ruhuna geçirmek, onun uygulamasına geçirmek, cemi cemaati yürütmek, uygulamak… Tüm bunlar çok ağır yükümlülükleri, sorumlulukları olan şeyler. Bunun maddi (ekonomik) bir karşılığı da yok. Belki Alevilik ve Bektaşilik’te bir “çile çekme” hizmeti vardır. Ama o bambaşka şeydir. Ama dedelerin, babaların çektikleri, yürüttükleri yolun sıkıntısına katlanmaları hayat boyu süren bir hayat serüvenidir.
Dergâhlarda bir çile çekme var ama genel anlamıyla bir de gönülsüz çileler var. Alevilerin başında olduğu gibi, bir de Dedelere uygulanan zulümler var. Bunlar pek gündeme gelmiyor tabi, yani çok iyi biliyoruz tarihte dedeler çok büyük işkenceler gördüler. Alevilere zulüm edildiği gibi dedelere bilhakis daha fazla baskı uygulandı. Çünkü Kızılbaşların, Alevilerin inanç önderleri bunlardır, diye binlerce dede öldürülmüş, yurtlarından özellikle sürülmüş, sakalları kesilmiş, Çorum olaylarında olduğu gibi gerici güruhlar tarafından fırınlara atılmışlardır.
Keza İran’da, Irak’ta mesela bugün bakıyoruz, yine aynı şeyler devam ediyor. Eskiden Anadolu’da Alevi dedelerine yapılan şeyler Saddam rejiminde Irak’ta, bu gün dahi İran’da büyük bir baskı ve zulüm var Alevilere karşı, seyitlere karşı bunu net bir şekilde öğrenebiliyoruz. Onlar takip altında, gözetim altında İran’da.
Demek ki büyük bir güçleri var ki yöneticiler onların toplum üzerindeki etkilerini görebiliyorlar.
Gerçek dedeler, seyitler her zaman baskı görmüşler ama yollarından dönmemişlerdir.
Ne mutlu onlara ki bu ulu yolu yaşatmışlar, ne mutlu bize ki dedelik, babalık, ocaklar gibi çok köklü yapılarımız var, köklerimiz var, suyumuzun kaynakları arı ve duru bir şekilde akıyor.
Hakk onlardan razı olsun, onların yolundan yolumuzu ayırmasın.
Allah, eyvallah!
Söyleşi: 05. 06. 2003, Gazi Cemevi, İstanbul.
Kaset Deşifreleri; Eylem ONAT