YUSUF ÇALIŞKAN

(GÜRGÜR DEDE)

 (ŞAH İBRAHİM VELİ – MALATYA)

 

(1907 -  5 Ağustos 1999)

AYHAN AYDIN

 

Altmış yıl dedelik yaptım, diyen Gürgür Dede’yi konuyla ilgilenenler ve geniş bir coğrafyada yaşayan Aleviler tanıyorlar, biliyorlar en azından duymuşlardır.

Geleneği canlı olarak yaşatan temel değerlerimizden birisi de Gürgür Dede’ydi. “Eskinin Adamı” olmak kolay da, onun hakkını vermek zordur. Alevilik biraz da sazdır, sözdür, sohbettir, muhabbettir. İbadette de bu var, günlük yaşamın kendisi zaten bu. Erenlerin menkıbeleri (manakıpları), hayalleri, düşleri; mucizeler, kerametler, ilhamlar, niyazlar, hayır dualar, kutlu rüyalar, nefesler, düvazlar… Onlarla anlam kazanır. Encamıyla, “iyi, has, nadan olmayan adamı,” hemencecik anlamalarıyla, yaraları sarmalarıyla, sofralarını herkese açmalarıyla, hoşgörüleriyle, uzak görüşlülükleriyle, sakinlikleriyle, bilge insanlardır dedeler. 

Bu toprakların en az bilinen, en temel değerlerinden birisi olarak, bu toprakları yurt yapan erenlerin, velilerin, abdalların, dervişlerin yolunda, izindedirler.

Ama geleneği gerçek anlamda yaşatan kaç dede var?

O eski adamlar, o güzel adamlar, o namuslu, yolun adamları göründüğü kadar çok mu?

Hizmet görmeyi bir erdem değil de, bir görev bilen; canını bu felsefeye feda etmeye hazır, boynu ipe gitse de doğrudan dönmeyen kaç inanç önderimiz, toplum önderimiz var gerçekten de?

On binlerce mi?

Binlerce mi?

Yüzlerce mi?

Çıkar için posta oturmayan, posta oturdukça alçak gönüllü olup o posta layık olan, o postun yüceliğini turap olarak daha da yücelten, soy, boy, ocak, bölge farkı görmeden tüm huzurundaki canları gerçek bir can bilip hiç birisini; zengini yoksulundan, kısasını uzunundan, gencini yaşlısından ayırmadan tümünü aynı aheng ve ruh temizliğinde niyazlayan kaç dedimiz var?

Kendini “devlet memuru” olarak görmeden, hiçbir zaman da “devlet memuru” olmadan Alevi damarını sürüp getiren ve götürecek, menfatin kapısında kul olmayan, Muaviye’nin yağlı çöreklerini hiçbir zaman yemeyecek, Sünni kökenliyi de artık bir Alevi kadar bağrına basıp benimseyerek; kimseyi “düşürmeyip” yüceltip yücelecek, varlığıyla insanlığa bir değer katacak, bayrağının rengini insanlığa, insanlığın onurunu bayrağının rengine değişmeyecek, yani bin dört yüzyıldır on binlerini bu uğurda feda eden bir inancın evlatları olarak bu yolun gerçek “mürşitleri” “rehberleri”, “pirleri”, “seyitleri” olan inanç ve toplum önderlerimiz göründükleri kadar çok mu?

Hiç sanmıyorum.

Biraz sabredin görün bakalım, “para için”, “mumurluk için”, “menfaat için” kapı aşındıracak ne kadar sahte dede çıkacaktır.

Alevi toplumu da, Sünni toplumu da, yani Türk toplumu artık dini sömüren, kişisel hırsları ve menfaatleri için bu yolla, erkanla uzaktan yakından ilgisi olmayanları kurumlardan da, toplumdan da, bu topraklardan da temizlemelidirler.

Bu işin Alevisi, Sünnisi; Aleviliği, Sünniliği olmaz.

Her beden bir can taşıyorsa, Hakk insana şah damarından daha yakınsa, Hakk ademdeyse, en yüce değer güzel ahlaksa, güzel kazançsa, yol cümleden uluysa, din Muhammed diniyse, rehber zalimlerin karşısında, ezilenin yanında yer almış İmam Ali’yse,  İslam serini bu uğurda en yakınlarıyla birlikte seve seve insanlığın en yüce sancağını dalgalandırarak haksızlığa boyun vermeden serefiyle yücelenlerin diniyse, inancıysa bu inanç; bunu sağlayabildiği, buna layık olabildiği kadar Alevidir, Bektaşidir kişi.

Dede de bu yolu sürebilendir.

Yoksa her ocaktan gelen, her babası dede olan dede olamaz, değildir de.

Aman sahte dedelere dikkat edelim.

Şimdiden başladılar; ocakzade bile olmadıkları halde posta oturup dedelik yapan soysuzlar var.

Hele şimdi de yağlı çörekler ufukta belirince bakın siz; Aczmendi diye aşağılananları bile solda bırakacak dede taslakları, sahte dedeler bir hayli türeyecektir.

Aman dikkat.

Bu satırları bana yazdıran, ömrünü bu işe adamış, dede kimliğiyle çok diyarlar dolaşmış, cemleriyle, sohbetleriyle, taliplerininin kendisinden razı oldukları Gürgür Dede’yi büyük bir saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Hatırası önünde eğiliyorum.

Geçmiş dedelerin ruhlarına karışan ruhu huzur bulsun diyorum.

En azından Ayhan Aydın yaşadıkça emek vermeden bu işe soyunacak sahte / kar dede taslaklarının peşinde olup, onları deşifre edip; göçenlere layık olmaya çalışacağım.

 

 

Adını, sanını çok duyduğumuz, daha önceden de görüştüğümüz, kasetlerini dinleyip,  izlediğimiz çok değerli Gürgür Dedemiz, merhaba... Merhaba efendim.

 

Kısaca bize kendinizi tanıtır mısınız? Doğum tarihiniz nedir? 1327

 

Hangi ocağa bağlısınız? Musa-ı Kâzım evlâtlarından Şah İbrahim Veli.

 

Peki doğum yeriniz neresi? Malatya’nın Mezirme köyünde doğdum. Babam,  Yemen’den oraya gelmiş, orada evlenmiş. Sonra da “Alvar” köyüne gitmiş. Köyün  adı hâlâ “Alvar” olarak tanınıyor. Kulucak kazasının, Alvar köyü. Babam Mezirme’den oraya gidince, hocalık ve dedelik de o köye gitmiş. Orada Dede Kargınlardan bir kız almış. Anam da oralı  olduğu için, orada hoca  olmuş ve ilim, terbiye öğretmiş. Babam, Yemen’de 8 sene askerlik yapmış. Askerden geldikten sonra, Mezirme’de, kendi köyünde hoca olmuş. Mezirme’den Alvar’a gidip, orada kalmış. Babamız orada vefat etti. Biz de orada büyüdük. Kaydımız Alvar köyünde. Orada ikâmet etmekteyiz. 30 Senedir Malatya’da oturuyorum. 3 defa Kerbelâ’ya gittim. Hacca gittim. 65 senelik dedeyim. Ayağıma çarığı giydim, elime değneği aldım, dağlardan aştım, Hakk-Muhammet-Ali aşkına çalıştım. Muhammet-Ali’nin tarikatının yolunu izah ettim. Köylerde  küskünleri, dargınları sulh ettim.

 

Dede, 90 yaşındasınız. Eskilerden neler hatırlıyorsunuz? Bize, o zamanki cemlerden cemaatlerden, babanızdan, köyden bahsedebilir misiniz? Babamız,  8 sene Yemen’de kalmış. Arapça bilirdi. Kur’an’ı ezbere bilirdi. Beni de babam okuttu. Eski yazıyı öğretti, kalem  tutmayı öğretti. Bir gün, kalemi  elime alıp yazı yazarken dedi ki; “Oğlum, kalem böyle tutulmaz. Eğri tutunca bir boynuz buraya çıkarıyor, bir boynuz da buraya çıkarıyor. Şuraya da şu oluyor. Kalemi böyle düzgün tut.” Ben okurken, babam bana siftah, bir beş verdi. “Sana bir beş vereyim de bir gün sana lâzım olur oğlum” dedi. Kendisi köyde hoca, alim adam. “Buyur baba” dedim. Bir beş verdi. Başmüfettiş Abdülkadir Sezgin yanıma geldi, bunu benden yazdı aldı. “Zat-ı sanatkârınızdan meşke (yazı örneği) talep olunması, hengamı (çağ, devir) zemherirden (kara kış) şukufeyi şakayıkada (şakayık çiçeği), eser-i bedi (varlığa dair) olmak Türkçe ve muktasırca (kısaca) okuyup yazmak selâhiyetinde bulunmaktayım efendim”. (Duyduğumuz gibi yazdık) “Bunun manâsı şu olur” dedi. “Zat-ı sanatkârınızdan, karşındaki büyük adama karşı, sizin gibi zatların, büyüklerin sayesinde meşke talep bulunması, meşk bir satır yazıp talep istemek”... Askerde bir  albay benden meşk istedi. Ben de dedim ki “Talap istemek, meşke talap olunması, hengâm-ı zemherideki zamane kuşu gibi, aşkından fitne nuru gibi, şükûfeyi şakayık ne demek şu esnada, eseri berk olmak;     (Duyduğumuz gibi yazdık)  Türkçe demokrasi yazmaya sadakatte bulunmaktayım albayım”. Albay, “Bunu kimden belledin?” dedi. “Babamdan” dedim. “Baban kimden bellemiş?” “Babasından bellemiş” dedim. “Babası kimden bellemiş?” dedi. “O da babasından bellemiş”  dedim. “Ne iş yapardı baban?” dedi. “Babam, köy hocalığı yapardı” dedim. “Yazık, kenarda köy yerlerinde kalmış” dedi. O zamanlar, bize tarikatı, deyişleri, duvaz-ı imamları öğretirdi. On İki İmamları saydırırdı. “Hayır ve şer şundan olur” derdi. “Her yerde Cenab-ı Allah hazır olur. Bakmadan görür, çağırmadan işitir. Allah’tan saklı, gizli yoktur.” derdi. “Doğru gez, doğru söyle. Kimsenin  bir şeyini alma, kimseye vurma”  gibi öğütler verirdi. Biz de,  onlardan öğrendiklerimizle yetiştik. Büyüdük, dede olarak babamızın makamına çıktık. Gittiğimiz  köyde taliplere dedik ki “Yavrum, işte gelin, bu yol, Hak yolu”. Bir Hak, On iki yası, matem, tarık,  tercüman, 4 kapı-40 makam... Şimdi hepsine Hak diyorlar. Tarık ne demek? Tarık yola gitmek demek. “Pîr hak mı?” “Hz. Hüseyin pîrlik yaptı.” Sünnet nedir? Veliler sünneti ne demek? Nebiler sünneti  ne demek? Veliler sünneti; Veliyullahlar gibi olup, ne kimseyi incitmeli, ne de kimseden incinmelidir. Veliler velisi, veliliği ile Veliyullah olmuştur. Onu bunu vurmakla, kırmakla Veliyullah olamazsın. “Okursan ilmini, edersen şek, sekiz cemalden yeğdir eşek”... Cenab-ı Allah “İlminden amel etmeyen, eşekten kötü hayvana benzer” diyor.  Eşek ne arasın Kur’an’da? Sen doğru oku. Soğuk tandırdan ekmek çıkar mı? Çıkmaz. Arı giderse, boş kovanda bal olur mu? Olmaz. İnsan da, Allah’ın yaptığı bir kovandır. Cenab-ı Allah, “İtikadın zayıflarsa, dermanın da zayıflar” diyor. “İtikatla abdest alan bir insanın, dermanı da kuvvetlenir” diyor. Onun için; damı götüren direk,  insanı götüren yürek, insanlara da bir amel-i itikat gerek. İnsanı bilen de Cenab-ı Allah. Amel-i itikadın zayıflayınca, damın direğin dayanmaz, yıkılır. Sende de amel-i itikat olmazsa, dam gibi yıkılırsın.

 

Dede, babanızın bulunduğu köyde cemler yapılıyor muydu? Çok yapılıyordu.

 

Piriniz  var mı? Varsa, kimdir? Pîrimiz, Sultan Yusuf evlâtlarından, Dede Kargın evlâdı.

 

Mürşidiniz kim? Garip Musa.

 

Peki, Şah İbrahim Veli hakkında neler biliyorsunuz? Neler  anlatılır? Kendi ocağınız hakkında bilgi verir misiniz? İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Ali, İmam Zeynel, İmam Bakır, İmam Cemal, İmam Cafer,  İmam Musa-i Kâzım. Musa-i Kâzım’ın oğlu Emir Kâzım Hamza, Emir Muhammet Kâzım, Ahmet El Arabi, Muhammettin, İsmail, Şeyh Safi, Sedirettin, Kudbettin, Şeyh Salih, Emrettin Çelebi, Sechettin, Şah Ali, Şah Veli, Şah Hüseyin, Cafer Ağa, Mustafa Ağa, Şah İbrahim Veli ...Hepsi  oradan geliyor. Bir aşiret beyinin oğlu vefat etmiş. Musa-i Kâzım’ın dedesi orada bulunmuş. Yedi  günlük ölüyü diri görmüştür. Bunun evlâtlarında da çok mucizeler vardır. Şahver  Dede’ye gelince, onun da kerameti çok oldu. Babam tarikata başladığı zaman, yanına otururdum. Talibi  dâra dikerdi. Bu  benim saydıklarımı sayardı. Talipler, birbirinden  davacı, istekli çıkarlardı. Birbirinin  hakkını vermeyene, razı olmayana “Oğlum senin burada yerin yok, burası haksız yolu değil. Çık  dışarı.” derdi. Meselâ dârda birisi, “Dedem, Çörmü köyünden gelirken, bir köpek bana saldırdı. Köpeğe taş ile vurdum, kemikleri kırıldı. Orada  yatıyor” dedi. Babam,  “Oğlum, hadi yalın ayak çık, bir tava yağ erit, içine ekmek doğra. Götür  o köpeğe ver ki, ben seni Muhammet-Ali yoluna alayım. Yoksa alamam” dedi. Adam yalın ayak gitti. Bir  tava yağ eritti, ekmeği doğradı, köpeğe verdi geldi. Babam  “Muhammet-Ali yoluna gel” dedi. Muhammet-Ali’nin yolu; kıldan ince, kılıçtan keskindir. Bir hâkim bana, “Bu dedelik nasıl oluyor?” dedi. Dedim ki, “Dede hâkimdir.” “Nasıl?” dedi. “Ben üç hakkın vazifesini yapıyorum, sen bir hakkın. Ya sorgu, ya sulh hâkimisin” “Nasıl?” dedi. Toplantımız vardı. Encümen  ağası bizi davet etti. Toplantıda İsmail Şahin de vardı. Neredeyse 40 kişi vardı. Belediye başkanı, kaymakam, hâkim, savcı, hepsi orada. “Dede sana bir şey soracağım, bana cevap vereceksin” dedi. “Buyur” dedim. “Ben, babamdan 40.000 lira para alıp, İstanbul’a gidiyorum. Babam, ‘Hayrıma,  bunun  20.000’ini hacıya, hocaya ver’ dedi. 20.000’ini de saza, bara harcayayım. Bir fetva ver bakalım, bunlardan hangisi kabul olur, hangisi olmaz?”dedi. Ben de dedim ki  “Ülfet bey, felek şu mahalleye pisledi, ama sen öyle bir pisledin ki, pek cıvık. İşte hâkim var, savcı var, bu pisliği ancak onlar paklar, ben paklayamam” dedim. Alkışladılar. Sonra dedim ki, “Ben Allah’ın yanına gitmedim. Kabir sele kavuşmadım. Allah’a danışmadım ki hangisi kabul, hangisi değil, sana cevap vereceğim. Hacca gittim, sakal saldım. Gene de duramıyor, içiyorum” dedim. Dedi ki, “Peki buna ne diyorsun? Helâl mi, haram mı?” “Bunu hocalardan sordun mu?” dedim, “Sordum”  dedi. “Ne diyorlar?” “Haram” dedi. “Hoca haram, dede de helâl derse, ikilik de buradan gelir” dedim. “Nasıl?” dedi. “Bu rakının haramından başka haram yok mu? Bir tek rakının haramı varsa, hepimiz melek oluruz.” dedim. Allah, Peygamber’i huzuruna çağırıp, buyurmuş; “Ya Muhammet!  Al, Kur’an’ı sana veriyorum. Allah’ın kanunu bu. Kur’an’ın emrinden git. Ben  sana iki türlü amel buyuruyorum; biri iyi, biri kötü. Kötü ameller şunlar: Yalan, kin, kibir, nispet, kudret, hile, kavga, hırs, benlik, kalleşlik, zina etmek, ikrardan dönmek, gözüyle görmediğini söylemek, gammazlık, haset, hıyanet, hırsızlık, haram yemek...” Cenabı Allah Peygamber’e “Ben bunları yapan kuluma  rağbet etmeyeceğim. Sen de şefaat edemezsin, ya Muhammet.” Kur’an’da da buyurur ki; “Bu amelleri işleyenler kâfirdir. Bunların yediği zehirle zıkkım, kana katılan yiyecek, bunlara başka gıda yoktur”. Arkadaşlara, “Bu amelleri yapıyor musunuz, yapmıyor musunuz?”dedim. “Savcılar, kaymakamlar da  buradasınız.” “Yapıyoruz.” “Bunlar günah değil mi?” “Günah.” Sonra  hâkim döndü, “Dede” dedi, “Bu dedelik nasıl oluyor?” Ben de  dedim ki, “Dedeler de hâkimdir” “Nasıl?” dedi. “Şeriat, tarikat marifet, hakikat hak mı?” dedim. “Hak” dedi adam. “Peki şeriata, tarikata hâkim lâzım  değil mi? Şeriata Muhammet, tarikata da Ali oturmuş. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat ne demek? Şeriat ilkokul, tarikat ortaokul, marifet lise, hakikat hukuk, şeriat Allah’ın lütfu, tarikat ölmeden evvel ölmek, marifet her şeyin edebini bilmek, hakikat hakikatten ayrılmamak. Ben de hâkimim. Ben, üç hâkim vazifesi görüyorum. Sen bir hâkim vazifesi görüyorsun” dedim. “Nasıl?” dedi hâkim. “Sizin  adliyenin celbi var, mübaşiri var, fakat bizde bunlar yok. Bizde dedelik soydan geldiği için, ‘Dede’ diyorlar. Bir köye gittiğimizde, ‘Hadi oğlum, git köyü bir yere topla, cem olsunlar’ diyoruz. Toplanıyorlar, cem oluyorlar. Evvelâ sorgu hâkimliği yapıyorum. Cemaate ‘Bu yol, Hak yolu, Muhammet- Ali yolu, doğru yol. Birbirinizden davanız, alacağınız, vereceğiniz varsa buyurun, bu yola gelin, küskün, dargın iken bu yola girilmez. Yolda ufak tefek kırgınlık varsa, barışalım, görüşelim, yola girelim.’ Derim. Bunlara ‘sulh olun’ derken, sulh hâkimliğine geçtim. Sulha tâbi tuttum. Örneğin; birisi sulh oluyor, birisi olmuyor. ‘Oğlum, olmazsan bu yola giremezsin’ ‘Yok, ben sulh olmam. Gidip  şerait mahkemesinden bu işi halledeceğim.’ Derse, ‘Peki, şeriat mahkemesinde halletmeye gittin, oğlum. Şeriatın  hâkimi sana ne diyecek? Diyeceği; ‘ben keşfe geleceğim. Şahitlerini bul, geliyorum’. Sen şahit bulacak mısın? Köylüyü burada topladık, şahidin kimse, bul, ifadesini alayım, karar vereyim. Ben de  hâkimim.’ ‘Yok, ben oraya gideceğim’ diye ısrar ederse, sulha tâbi olmak istemezse. ‘Sen davanı öyle göreceksen, benim tarikatım seni harici yapar.’ derim. Ben, bu sefer ceza hâkimliğine geçip, ceza veriyorum” dedim. Hâkim, “Cezayı nasıl veriyorsun dede?” dedi. Dedim ki, “Benim somunum, ekmeğim yok hâkim bey. Bu cemaat yola gelmiyor. Davamı  göreceğim gün, tarikatın kanunu üzerine, elimizdeki buyruk kitabının üzerine, bu adama düşkünlük cezası vereceğim. ‘Kabul  ediyor musunuz cemaat?’ diye sorarım. ‘Ediyoruz dede.’ ‘Peki öyleyse, 4 kapı-40 makamın 10’ncu makamı olan pîr makamının, 49. maddesinden, 12. burçtan düşkün ettim. Kabul ettin mi cemaat?’ ‘Kabul ettik dede.’ Tekrar söylerim; ‘4 kapı-40 makamın 10. makamı olan pîr makamının, 49. Maddesinden, 12. burçtan düşkün ettim. Kabul  ettiniz mi cemaat? ‘Ettik dedem.’ Üç defa tekrar ediyorum. ‘Öyleyse bundan sonra tarikatın cezası şudur; Bu adamın malı varsa, malınıza, davarı varsa, davarını davarınıza katmayacaksınız. Selâm vermeyecekseniz, selâmını almayacaksınız. Ölüsünü kendisi gömecek. Bunu kabul ettiniz mi?’ ‘Kabul ettik dedem...” Hâkime dedim ki, “Ne yapacak bu adam? Ya akşamdan cemaati bölecek ya da sabahtan göçüp bir tarafa gidecek. İşte tarikatın icraatı bunlar. Bırakın, tarikatımızı, icraatımızı yapalım. Mahkemelerinizi kolaylaştıralım, yardımcı olalım. Köylerde bunu serbest bırakın. Cem evleri yapın. Biz, elimizden geleni yapalım. Köyden mahkemeye gelmeye ne lüzum var? Birisi düşkün olduğunda, kendi başına kalıyor. Adam tek başına ne yapar? Malını, davarını katamaz, selâm veremez, çatlayıp ölecek herif.” Hâkim, “Allah Allah...Dedeler hep mi böyle?” dedi. “Vallahi, kanunu bilen dede de var, bilmeyeni de. Hâkimler hep senin gibi mi oluyor? Biz,  bir araya toplanıp, oraya bir de çıra getirip söndürüp, birbirimize mi düşüyoruz? Biz bunu böyle yapıyorsak, mahşer günü hepinizin eşeğiyim. Siz de inanmazsanız, bütün Alevilerin eşeğisiniz” dedim. Savcısı, kaymakamı, hâkimi... hepsi alkışladı. “Dedeliği serbest bırakın. Allah’tan korkun.” Dedim. Şimdi Elhamdülillah korkumuz yok, serbest.

 

Yüzyıllardır bu yolu getirdiniz. “Dedeler Seyit soyundan, On İki imamlardan geliyor” dediniz. Buna inanıyorsunuz. Peki bu ocaklar ile şecerenin manâsı nedir? Dedelik, çok ağır bir yüktür. Kolay bir iş değildir. Allah-ü Teâla öyle bir sorumluluk vermiş ki, şeriat mahkemesinde şahitler yalan da söyleyebilir. Fakat tarikata, Hak-Muhammet-Ali’ye durduğu zaman, yalan söyleyemez, kırılır. Adam, kalbinde ne varsa söyler. Bir gün, yanlarında kangalları olan bir iki adam geldi. Hacca gideceklermiş. Ben de o zaman hactan gelmiştim. Karacaahmet camiinde namaz kılıyoruz. Namazdan çıktık, gidiyoruz. Adam, “Dede, sana bir şey danışacağım; köydeyken cehaletime uydum. Birinin tosununu çaldık, sattık. Hacca gideceğim, bu durum ne olacak?” dedi. “Gidemezsin. Adamın malını vereceksin. Senden razı değil ki gidesin” dedim. “O zaman hırsızlığım ortaya çıkar. Rezil olurum.” “Allah’ın yanına varabilirsen, rezil ol bakalım. Burada rezil olsan daha mı iyi? Sen hacca gidemezsin. Bu kabul olmaz. Git, o adama de ki, ‘Gençliğimde cehaletime uydum, senin bir tosununu götürdüm. Sattık, yedik. Hacca gideceğim.’ Hakkını helâl ettirmeden, razı etmeden gidemezsin.” dedim. Adam ağladı. “Dede, sözün doğru” dedi. Gitti, o adamı razı etti. Sonra hacca gitti. Allah’ın huzuruna kul hakkıyla gidilmez. Kul hakkıyla gideni Allah affetmez. Ta ki o kul, dünyada öldükten sonra gelip de, “Ben bunu helal ettim Resullullah” diyene kadar, mahşer yerinde dursa gerektir. “Zatın namazından, orucundan noksanı varmış, o bana ait” diyor Cenab-ı Allah, “Ben onun üzerine çizgi çekerim, ama kul hakkına çizik çekemem”.

 

Alevilikte, “eline diline beline sahip ol, kimseyi incitme” felsefesi var? Cenab-ı Allah diyor ki; “Bir insan elbise giymekle, zengin olmakla, dede olmakla, memur olmakla, hâkim olmakla, bilmem ne olmakla cemal değildir.” Cemal dediğin; ilmi, edebi, hayâyı ifade ediyor. Diyor ki; “Ey kullarım! Elinizden geliyorsa, âlim olun. Âlim olamıyorsanız, bari öğrenici olun. Öğrenici olamıyorsanız, bari dinleyici olun. Dinleyici olamıyorsanız da tamamen cahil olmayın.” Cenab-ı Allah, “Cahillerin pîri de bir cahildir.”diyor. “Okursan, ilmine edersen şek, sekiz cahilden yeğdir eşek. İlmini âlem etmeyen ister hoca, ister dede, kim olursa olsun, eşekten beter hayvana benzer” diyor. Eğer Kur’an adamı kurtarmış olsaydı, her ölen adam bir Kur’an satın alır, kefenin arasına koyar “Ben Kur’an getirdim” derdi.

 

Peki, Kur’an ne diyor? Kur’an deyince ne anlıyoruz? Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber Efendimizi huzura çağırıp diyor ki;  “Ya Muhammet! Ben seni Peygamber ettim. Sana öğüdüm, tembihim var. Bana peygamberlik yapacaksın. Hazinemde 400 kitap vardır. 4’ünü indirdim. İndirdiğim 4 kitap; Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an. Bunun içinden sana verdiğim bir Kur’an, Ya Muhammet!... Sana verdiğim Kur’an’ı da manâsıyla mukabil gelmek için, dünya üzerinde ne kadar su varsa, hepsi mürekkep olsa, ne kadar ağaç varsa, hepsi kalem olsa, yüz bin tane de yazıcı âlim yetiştirsem, bu âlimlere kanat versem, ‘Uçun’ diye hükmetsem, birinin uçtuğu memlekete birisi uğramasa dahi, yüzyıl ustalar basıp yazsalar, beyin altındaki bir noktaya mukabil gelemezler, Ya Muhammet!” diyor. Bu nokta, ne imiş? Cenab-ı Allah insanı yaratmış. Kafamızı, beynimizi, zihnimizi yapmış. Anamızın karnında 9 ay kalmışız. Günü geldiğinde, anamız “Ben bunu yarın doğurayım” diyebilir mi? Olmaz. Çocuk dünyaya geldiğinde, bakıyor ki; kulağı var, gözü var, burnu var, ağzı var...”Aman ya Rabbi! Bunu, benim karnımda kim yapmış? Fabrika mı var? Marangoz mu var? Allah Allah, bunu karnımda nasıl yapmışlar?” diye anası şaşıyor. Kafamın içinde beyin var, zihin var, akıl var. İşte bunu yaratan, beyin altındaki bir nokta. Anasının karnında, onun çocuğunun beynine konulan da, beynin altındaki bir noktadır. İnsanın beynine aklı yetmez. Beyin Kur’an’da mevcuttur. Kur’an 29 harf. 29 harf, 6666 ayet, 114 sure... Sen, onlarla başa çıkamazsın, ama bu 29 harfe bak. 29 harfi de Cenab-ı Allah getirmiş, bana vermiş. “Elif başta benim” diye  buyurmuş. “Beni Adem’de arayın, başka yerde aramayın.” Allah’ı nerede bulacaklar? Onun evini bulsalar, neredeyse evine de bomba atacaklar. Allah’ı daha çok kahrederler. Demek ki Allah’ı arayıp, insanda, Adem’de bulacaksın. Nasıl? Hak olan Adem belli olur. Bir kişi, ne kadar okumuş olursa olsun, gönderdiği nâmesinden belli olur. Kişi, sohbetinden belli olur. Kur’an da der ki; “Elif, başta tek harf; Allah... Be, beyin altında bir nokta, Te tamam, Se semam, Cim cemalin, Ha hayâ, Dal damarın, Irı rengin, Si sima, Şi şeklin, Ay ağzın, Gayın gayretin, Kes kemalin, Fe fenin, Kaf kafan” Ne oldu? Kur’an da, Allah da sende bitti. Başka bir yararı olmadı.

 

İnsan Kur’an’da dedik. Cem törenleri yapıyorsunuz. Peki cem nereden kaldı? Daha Adem’den evvel Allah, Muhammet Peygamber vardı. Bunlar Batı padişahlarıdır. Bu yol, daha evvelden kurulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz, mi’raca giderken, Cebrail çağırmış; “Ya Muhammet! Cenab-ı Allah seni Peygamber ilân etti, huzuruna çağırıyor.” Peygamber efendimiz gitmiş. Aşağılardan bir yıldız gelmiş, hâki payına ayak düşmüş. Yıldız, Peygamberi karşılamış; “Sefa geldin, ya Resulullah” Hz. Peygamber demiş ki; “Ya Yıldız! Sen arşta bir yıldızsın. Ben yeryüzünde bir peygamberim.  Sen, benim Peygamber olduğumu nereden bildin de karşılamaya geldin? Beni karşıladın, parladın, korkuttun?” Yıldız, “Cenab-ı Allah bildirdi, ya Resulullah. Habibim geliyor, git karşıla, dedi. Ben Allah’ın sıfatıyla geldim, hâk payına düştüm.” Peygamber efendimiz soruyor; “Sen, her zaman bu mekânda durur musun?” “Bazen durur, bazen durmam.”Durmadığın zaman nereye gidersin?” “Sefere giderim.” Peygamber efendimiz yıldıza, “Kaç yılda bir doğarsın?”diyor. “Kaç yılda bir doğduğumu, gezdiğimi Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail, dördü de bilir. Sen, mi’raçtan sonra onlara sor, sana haber verirler ya Resullulah.” Peygamber Efendimiz mi’raçtan sonra dördünü de çağırıyor. “Ya karındaşım, ben mi’raca gittiğimde bir yıldız geldi. Hâki payıma düştü. Ben, ‘kaç yılda bir doğarsın?’ dedim.” Cebrail’den, İsrafil’den sordu “Sen o yıldızı bilir misin? Tanır mısın?” dedi. “Evet, iyi bilirim ya Resulullah, 70.000 defada bir doğduğunu bilirim o yıldızın.” “Senden daha az doğduğunu gören var mı?” Mikail dedi ki; “80.000 defa doğduğunu bilirim” dedi. Azrail’e sordu. Azrail; “90.000 defa doğduğunu bilirim.” Cebrail’e sordu, “110.000 kadar doğduğunu bilirim ya Resulullah.” “Bu kadar ömür geçirmişsin, bir yıldızın 110.000 defa doğduğunu görmüşsün. Bu ömrün içinde ne gördün?” “Bu ömrün bir kısmını magluk (kapalı, kilitli demek), bir kısmını  başlık tarafından gördüm.” Hz. Peygamber, “Ya kardeşim Cebrail. İşte onun biri benim, birisi de Hz. Ali’nin ruhuydu. Cenab-ı Allah emretti ki, ‘Biriniz magluk, biriniz başta oturun. Cenab-ı Allah dedi ki, ‘Ya Muhammet! Tarikat Ali’ye, sedâ sana düştü.’ Ben şeriatı kurdum, postuna oturdum. Ali tarıkı sizden gizli kurdu.

Ben askere gittim. Dedim ki, ‘Ya Ali, sen benim musahibim, kardeşim olursan, o zaman tarikata gösteririm.’ O zaman Ali’yle ikrara girdik. Ali, bana tarikatı gösterdi. Baktım ki arş-ı alâda bütün melekler, huriler oturmuşlar, tarikat icra ediyorlar. Dedim ki, ‘Gerçekten senin tarikatın arşa ulaşmıştır.” İşte tarikat, oradan yürümüş gelmiş. Kitaplara alınmış. Tarikata Ali, şeriata Peygamber oturmuş. Dedelik, Hz. Ali  soyundan gelmiş.

 

Peki, cemi nasıl yaparsınız? Değişik  cemler var mıydı? Meselâ; Abdal Musa Cemi diyorlar, Musahiplik Cemi diyorlar,  bunlar ayrı ayrı mı? Değişik cemler var mı? Değişiklik yoktur. Her dede, kendine göre bir yol kurmuş. Yol birdir.  Hepsi  Ali’nin tarikatıdır. On iki hizmet vardır. Bu on iki hizmetin yürütülmesi lâzımdır. Yürütülmezse, yarım kalır. On iki hizmet nedir?

 

Hak’tan bize haber geldi

Pîrim sana beyan olsun

Şah’tan gül-ü-zârı geldi

Peyk sana haber olsun.

 

Yola giden hacıdır,

Güruh-u  Naci’dir,

Ceminin ki kapıcıdır,

Kapıcıya haber olsun.

 

Mümin yolun yakın ister

Münkirlerden sakın ister

Delil yanmaz, yağın ister

Delilciye haber olsun.

 

Fatıma Ana cemde oturur

Kurbana çöpçe batırır

Cemaata lokma yedirir

Ne yapsa, Hakk’a haber olsun.

 

Haydin gidek hakikata 

Kulak tutun marifete

Talip girmiş itikada

Tarıkçıya haber olsun.

 

Dede posta geçtiği zaman, şeriatın bin bir tarikatı, makamı vardır, bu on iki hizmet yardımcıdır.

 

Yani, on iki hizmet her cemde olacak. Peki, Hızır Cemi, Abdal Musa Cemi, Musahiplik Cemi var mı? Birbirinden farklı mı? Musahiplik Cemi, çok derin olur. Musahipler, beraber kurban keserler. Orada sorgu-sual olur. Abdal Musa kurbanında, düşkün bile olsa, herkes lokmasını yiyebilir. Tarikatta, tercüman kurbanı keseni, görülmeyen, sorulmayan, musahibi olmayan yiyemez. Ceme giremez. Abdal Musa’daki cemde herkes toplanır, lokma verilir.

 

Musahip olmayanlar, düşkünler ceme giremiyor. Ama düşkün, Abdal Musa cem evine girebilir mi? Abdal Musa kurbanında, dışarıda kazan pişiyor, kaynatıyorlar. Herkes yiyor. Tarikat, yani musahip kurbanı kesildiğinde,  görülmeyen, sorulmayan,  dört kapıyı tamamlamayan kişi bu ceme giremez. Ama Abdal Musa kurbanı, bir kaza-belâ kurbanıdır. Herkes gelir, yer, içer, gider. Kimse sorgu-sual sormaz. Musahip kurbanına gelince, talibini dâra dikersin, sorarsın, sual edersin, ondan sonra yola gider.

 

Kaç çeşit semah var? Semah çok. Kırklar Semahı, Ali Nur Semahı, Turnalar Semahı... çeşitli semahlar var.

 

Sizin cemlerde hangi semahlar oluyor? Sofular hangi semahı işlerlerse. Değişik semahlar olur. Kırklar cemine geldiğinde, gönül ceminden sonra Ali Nur semahı vardır. Ali Nur semahını yaptıktan sonra, cem salâvatlanır.

 

Peki dede, musahiplik nedir? Musahip olmanın şartları nelerdir? Musahip olmanın şartları; Ali-Muhammet’in kavline girmek, yoluna gitmek. Ali ve Muhammet gibi olmak. Birbirine küsmeyecek, darılmayacak. Biri zengin, biri fakir olursa, zengin fakire yardım edecek. Birbirine yardımcı olacak. Tarikat yoluna gidecekler. Bunlar ahret kardeşidir. Ali ile Muhammet musahip olmuş, bize onlardan miras kalmış. Şeriat hak mı? Şeriatı yapıyor peygamber. Sünnet ne demek? Sünnet;  Peygamber’in sözüne uymak, yolunda gitmek.

 

Musahipsizler ceme giremiyor mu? Girer de, geride kalırlar. Görsünler, mahrum kalmasınlar diye müsaade edilirse, girerler.

 

Ocakların birbirine üstünlüğü var mı? Dedelere gelince, onlar der ki, “Benim ceddim yüksek.”,“Benimki senden yüksek” Yüksekliği nedir? Hepsi Musa-i Kâzım’dan gelmiştir, bilmiyorlar. “Ben şundan geldim, bundan geldim” deyip duruyorlar. Kâzım’dan kol ayrılmıştır. Abdal Musa da, Hacı Bektaş da oradan geliyor. Abdal Musa Sultan, Seyit Hasan oğludur. Hacı Bektaş ile amca çocuğudur.

 

On İki İmam, Ehlibeyt dedik, bunların manâsı nedir? Zamanında imamlığı kim yapmış? İmamlar.  Namazı onlar kıldırmış. İmam Hasan, İmam Ali, İmam Hüseyin, İmam Zeynel, İmam Bakır, İmam Cafer, İmam Kâzım. Musa-i Kâzım’a gelince, kollara ayrılmış. Oradan  dedeler tezahür etmiş. Dede kolu gelmiş.

 

Diyorsunuz ki; dedelik Musa-i Kâzım’dan zuhur etti. Başka ocaklar nereden geliyor? Bunlara ne isim veriliyor? Bu ocakların çoğu, dede bile değildir. Babalık yaparlar. Eskiden, bizim Dede Garkın’ın talipleri, ortalık karıştığında, köylere gidip gelenleri yolda dövmüşler, kesmişler, vurmuşlar. Onlar da gidememişler. Orada Abdullah Baba varmış. Ona demişler ki, “Abdullah Baba, yol uzak, biz gelemiyoruz, tehlike var. Muhammet-Ali’nin yolu kaybolmasın. Sen, bizim yerimize babalık yap, rehberlik yap, bu yolu kaybetme”. Ona babalık verilmiş. Sonra,  zamanla babalar dede olmuşlar. Dedelerin elinde soy şeceresi olacak. Herkes şeceresini gösterecek.

 

‘Şeceresiz olmaz’ mı diyorsunuz? Hacı Bektaş Veli zamanında onları baba tayin etmişler. “Sen şuraya, sen buraya git” demişler. Bunlar zamanla, “Ben dedeyim. Soydan geliyorum.” demişler.  Çoğu hangi soydan geldiğini bilmiyor. Dedelerin çoğu böyle. Dedeliğe sahip çıkmak lazım. Ben 65 senedir Türkiye’nin her tarafında dedeliği icra ediyorum. Bu civarda 33 köy var, hepsi talibimdir.

 

Hangi köylerde talipleriniz var? Hangi birini sayacağım? Çorum’un her yerinde, Adana’da. Hepsini sayamam. Bizim ceddimiz çok çalışmış, o yüzden çok talibimiz vardır.

 

Aynı soydan, sizden başka dedelik yapan var mı? Var. Ama şimdi bir tek Mehmet Dede kaldı, kitap da çıkardı. Hasan Dede var. Hâlâ dedelik yapıyorlar. Amelini yapamayan dede olamaz. Dede olmak için tarikatını göreceksin. Ben mala çalışmadım, hepsi Allah’adır. Biz, talibimiz olsun, diye çalıştık. Hepsi Allah’a kul, Peygamber’e ümmet, Ali’ye taliptir. Seninki, benimki yok. Ben çalışmışım, keramet göstermişim, talip kazanmışım. Sen de git, göster, kazan.

 

Dedeliğinizi, köylere gidip yapıyordunuz. Ne kadar kalıyordunuz köylerde? O  köylerde cem ne kadar sürüyor? Köyüne göre. Köy büyük olursa, bir ay kaldığımız oluyor. Kangal’ın Hamal köyü var. Orada 33 gün kaldım. Meselâ, kurban kesiyorlar, ama  hepsi bir günde kesmiyor. Ara veriyorsun, derken bir ay sürüyor. Kangal’dan Kocaoğuz’a, oradan Mamaş’a, Zerk’e geçiyoruz. Sonra Karanlıkköy’e gidiyordum. Eve  üç ayda zor geliyordum.

 

Kaç  tane köy vardı? Hatırladıklarınızı sayabilir misiniz? Bazıları; Argavun, Eğribük, Ambarcık, Fethiye, Aşağı Sürmeli, Yukarı Sürmeli, Kızık, Eymir, Ağören, Çavuş köyü, Horpuz köyü, Mineyite köyü (Bu köyde başka dedeler de var, ama taliplerimiz ayrı), Mezirme, Iğdır, Mıhel, Çanaklar, Morovlar, Kozdere, Hasan Çelebi’nin yarısı, Köylü köyü, Tarkanlar köyü...ve  daha birçoğu. Ben bu köyleri gezdim. Diğer köylerden; Armağan, Zerk, Davulbaz, Mamaş, Hamal köyü, Kocayurt, Gâvur Haraba, benim köyüm Alvar, Kuluncak, Bicir, Çörmü (bunlar bize ait değil), Tersakan, Bahçekapı, Davulgu, Hacılar Hekimhan’a ait. Kangal’ın köylerine gelince; Dışlık, Yellice, Bulak, Höbek, Ceviz köyü... Çorum’daki köyler; İsipkıran, Yanıçak, Alamas, Keşlik, Kamışlı, Zekerhacı, Körkü... Maraşta, Çubuk tarafında da çok köy var. Maraş’ta Elbistan’da Küçük Yupalak...

 

Orada çok eskiden, bir öğretmen varmış. Kendisini tanırım, Ali Kemal Gözükara diye bir ozan. Kendisi Aşağı Yapalak’a düşmüş. Aşağı Yapalak Alevi, Yukarı Yapalak Sünni Köyüdür. Yerköy, Ambarcık...

 

Hatırladığınız kadarını söylediniz. Maraş, Çorum, Kangal... Maraş’ta başka var mı? Alacamezar, Kulas, Yuva, Koyunlukoca..  Bu köylerde talipler de, talip  olmayanlar da var.

 

Peki, Alevilik-Bektaşiliğin özü nedir? Hacı Bektaş Veli Sultan, büyük bir zattır. O, bir oda kurmuş, baba, rehber gönderirmiş. Gelenler işe karışmış. Dede olsun, olmasın vekil gönderiyorlar. “Haydi, gidin”. Onlar gelir köye, “Efendim bakın mühür var” derler. “Bize çırak, adak, sadak, ne varsa verin” derler. Hakikaten, bu kökten olacak.

 

Bektaşilik var? Bektaşilik, dedelik, sonradan olmuş. Halbuki onlar da dedeci. Meselâ Başören köyü, nasıl olmuşsa, Bektaşi olmuş.

 

Dedeliği doktorluğa benzettiniz. Ameliyata benzettiniz. Dedeler nasıl yetişecek? Okul mu kurulacak? Ne yapılması gerekiyor? Sizin fikriniz nedir? Ben, köyümde 10 sene tarikat yürütmüşüm. Şimdi gidiyorum, yok, inkâr etmişler. Gurbete gitmişler, dağılmışlar, köylerde kimse kalmamış.

 

Bundan sonra ne olacak? Bundan sonra, cem evi yapılırda, herkes toplanırsa, yaparlar.

 

Bilmeyen dedeler ne yaparlar? Bilmeyen dedelere kurs açılır. Bilen dedeler gidip, oralarda hocalık yaparlar. “Tarikatı şuraya kuracaksın, talibi dâra dikeceksin, şu şöyle olacak, bu böyle olacak, hizmet böyle olacak” diye yetiştirirler. İcap ederse Arapçayı, Kur’an’ı öğretirler.

 

Okul açıldığında, kitabının olması lâzım. Bu, bir  din kitabı gibi olacak, değil mi? Bu yazılabilir mi? Bunu yazmak kolay değil mi? Yazılır. Dediğim gibi 65 senelik dedelik yapmış, geçmiş zamanları görmüş, denemiş adamız. Şimdiki dedeler dedeliği yapamaz.

 

Muharrem orucunu herkes değişik zamanlarda tutuyor. Bunu belirlemek lâzım, değil mi? Önceleri nasıl tuttuysak, yine öyle tutmamız lâzım. Ben gelir bir Fetva  veririm. Meselâ; Zöhre Ana demiş ki, “Martın bilmem kaçında tutulacakmış, efendim Şinasi Koç böyle demiş” Kadın da bir tarih uydurmuş, bu böyle gitmiş

 

Siz ne zaman tutuyorsunuz? Takvim ile. Muharrem ayı geldiğinde tutarız.

 

Kasım ayındaki toplantıda, umumi çoğunluk sağlandığı zaman, herkes bir imza atacak. Bundan sonra aynı tarihte oruç tutulacak? İmam Hüseyin’e mal etmişler. Orucu, On İki İmam aşkına tutacaksın.  Oruç geldiği zaman karşılayacaksın, “Hoş geldin, sefa geldin” diyeceksin. Bizimkiler, “Ne zaman geldi? Ne zaman çıktı? Ne zaman gitti?” diyorlar. On iki gün geldiği zaman, seve seve tutacaksın. Aşuresini yapacaksın. Daha sonra Allah’a yalvaracaksın.

 

Bir fikir de diyor ki, “Şehit edildiği gün, oruç günüdür. O gün tutulsun”. Yani, bu manâsız, diyorsunuz? Değiştirmek için diyorlar. Nasıl değişir, biliyor musun? Ben 3 defa Kerbelâ’ya gittim. Orada, Hz. Ali’nin, İmam Hüseyin’in postunda oturan mürşid-i kâmil var. Gidip, o hâkime danışalım; “Orucu böyle tutuyorduk. Şimdi sen buranın hâkimisin.” diyelim. İran’daki kararları falan da o  verir. Eğer “değiştirin” derse, değiştirilir. Hâkimden emir gelmezse, nasıl değişir? Biz değiştirebilir miyiz? Zöhre Ananın, Şinasi Koç’un lâfıyla bu değişir mi? Değişmez.

 

Siz Muharrem ayında tutuyorsunuz, değil mi? Evet. Ama “Oruç 25 gün tutulacak” diye emir gelirse, kabul ederim. O zat bir emir verse, dese ki, “Oruç 29 gün, 35 gün tutulacak”,  o zaman tutulur. Bunu o postta oturan değiştirir. Başka biri değiştiremez.

 

Çok sağ olun.

Söyleşi: 17 Haziran1999, Malatya

Dede, 5 Ağustos 1999’da Hakk’a yürüdü.

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile