MEHMET YALVAÇ İLE SÖYLEŞİLER
Bir Mehmet Yalvaç Vardı…
Ayhan Aydın
Karacaahmet Sultan Dergahı’nda sürekli onu görürdük. Alevilikle ilgili toplantılarda, etkinliklerde, cemlerde, panellerde, söyleşilerde; Atatürk resimli kravatı, fötr şapkası, takım elbisesi ve elbette up uzun bıyığıyla, bir zamanlar size gülümseyen iki sevimli gözün sahibi Mehmet Yalvaç vardı. Posta oturup cem yürütmüş değildi ama kendisini Kureyşan Ocağı’ndan bir dede olarak nitelendiriyordu. Daha çok hizmet ehli bir derviş olarak anılıyordu, bir nevi kamber. Sarıyer’de rahmetli Aşık Ali Metin Dede’yle yan yana oturuyordu. Kendisiyle iki kısa söyleşi yapmıştım. Bu gelenek içinden gelen bir canımızı analım, dedim. Altı yedi yıl önce evini arayınca Hakk’a yürüdüğünü öğrenmiştim. Devri daim olsun.
MEHMET YALVAÇ
Alevilik’te yüce bir kavram sayılan post sizce nedir?
Post, İmam Hüseyin postudur. İmam Hüseyin aşkına ibadet yapan, Evlâd-ı Resul’den gelenlere, dede denir. Meselâ Bedri Noyan, bizim yanımızda dede değildir. Ufak bir toplumun seçtiği insandır.
Sizi toplum çok seviyor. Karacaahmet’de bir simge gibisiniz?
Beni çok seviyorlar, ben de insanları çok seviyorum.
Ama siz Şahkulu’na geldiğiniz zaman da aynı değil mi?
Malatya’ya, Abdal Musa’ya gitsem, bütün dedeler, babalar haşa peygamber gelmiş gibi severler. Tatlı dilimden mi, güzelliğimden mi, bilemiyorum, nedir?
Tatlı diliniz, güzelliğiniz ve birleştiriciliğinizdendir. Bizim için de önemli olan, birleştirici yöndür. Dede ve babalıkta öyle ayrımlar yok.
Biz kimseyi yermiyoruz. Dediğim gibi, Bedri Noyan’ın bütün kabilesine cemlerimizi açarız. Sünni de, tarikatla alâkası olmayan da girer, seyreder. Hatta ben cemlerimde söylerim: “Beğenmediğiniz bir şey varsa söyleyin. Kötü bir şeyse atalım, yapmayalım. Tedbir alalım.” Bütün Sünni profesörler, Sünni köylerden gelen komşular girer. Hiç kimseye “Çık”, demeyiz.
Karacaahmet Sultan Dergâhı’na, Bulgaristan Deliorman’dan Anadolu içlerine kadar büyük bir sevgi var. Yüzlerce insan geliyor. Dede olarak nitelendirilen diğer insanların da şu anda olduğu gibi, yoğun ziyaretçisi var.
Hepsine hürmetimiz var. Hepsi de gücünün yettiği kadar insanları iyiliğe çağırıp, kötülükten men ediyor. Benim bütün ibadetlerim Kuran’dandır.
Hamza Baba diye bir sürek var. Türbelerinin ismi Ali Koç Baba. Aşağı yukarı buraların ibadetine benzer onlar da. Nesilden gelir, yani dikme baba değil. Ali Koç Babanın evlâdı. Bir gün 4 tane Alman geldi, Karacaahmet’e gittiler. Sohbet başlayınca, ezan okundu. Dediler ki, “Müslümansanız, ezan okunuyor, herkes camiye koşuyor, siz niye gitmiyorsunuz?” Dedim ki, “İbadetsiz insan, meyvesiz ağaçtır, beyefendi. Herkesin bir ibadeti vardır, ama şekil olarak ayrılır. İbadetin şekli sadece onların yaptığı mıdır?” Dedi ki, “Yok, sen böyle yapıyorsun.” “Ama bakın biz de cem hazırlamışız, biraz sonra göreceksiniz. Saz var, sohbet var, semah dönecekler, ama sana bir şey söyleyeceğim, buna çok dikkat et” “Nedir?” “Onlar camiye girdiler, git kapının önüne dikil. Çıkışta, tesadüfen biri sorar, ‘Kimsin?’ diye. ‘Ben Almanım’ dersen, sana ‘Gâvursun’ der. Ben sana ‘Gâvursun’ demiyor, insan diyorum. Sen insansın.” Hemen defterini cebinden çıkardı, söylediklerimi yazdı. Dedi ki, “Amca, çok teşekkür ederim. Doğuda gezerken, birkaç yerde sordular, ‘Biz Almanız’ dedik, bize ‘Siz gâvursunuz’ dediler.” “Ama biz size gâvur demiyoruz, beyefendi. Sen insansın” dedim.
Biz insana değer veriyoruz, bizim kıblemiz, Kâbe’miz insandır.
Kime sorarsan sor, “Allah nerede?” diye, “Müminin kalbinde” cevabını alırsın.
Mümin kimdir? İnsandır.
Mümin insansa ve Allah da müminin kalbindeyse, insana hakaret, kötülük etme. İyilik et, gönlünü kazan.
Bektaşi babanın güzel bir sözü var, diyor ki; “Kimi molla, kimi hacı/ Resulü Ekrem’in tacı/ Gönül bir Kâbe’dir/ Yap, ol hacı.”
Geçen sene bir komşum Hacca gitti. Tabii herkes ziyaretine gitti. Evi de bana yakın. Çok zengin bir adam, fabrikatör. Ben gitmedim. Bir gün, yoldan geçerken rastladım, “Hacı hoş geldin” dedim. “Hoş bulduk.” “Hacdan gelenlerin elini öpüyorlar, ama ben senin elini öpmem, ben dedeyim. Beni tanıyorsun.” “Evet”. “Yalnız sana şunu söyleyeyim: Kötülük etme komşuya, ele; hatır, gönül yıkma bile bile. Yüz bin kere hacca gitsen gene nafile, gene nafile” , demi. “Yahu amca, sen ne biçim konuşuyorsun?”, dedi. “Konuşuyorum oğlum, yalan değil ki bu, hakikati konuşuyorum” dedim. Anladın mı sultanım?
Yolumuz olan Alevilik-Bektaşilik, insan sevgisine dayanır.
Geçen gün Mesut Yılmaz açılışta konuştu...
Gittiniz mi?
Gittim. Televizyonda da gösterdi. Kim yazmış eline vermişse, inan, öyle şeyler anlattı ki, aklım durdu. Dünyada 7 milyar insan var. Her devletin, kendine göre bir anayasası var. Bütün dünya devletlerinin anayasalarını topla, bizim anayasamızın, Aleviliğin doğruluğu, dürüstlüğü öğütleyen anayasasının yanına koy, sıfıra düşer. Neticede göreceksin, siz de rastlarsınız, inşallah bizden sonra gelen insanlar da görecek, tüm dünya bu felsefeyi kabul edecek.
Temel düstur ahlâk çünkü.
Bizde şiddet olmaz, güzellikle, sözle, sazla iş halledilir. Geçen gün televizyonda, Avukat Muharrem Naci güzel bir şey söyledi. Kendisini çok iyi tanırım. Dedi ki, “Biz, öbür dünyada ifade vermiyoruz. Bizim ifadelerimiz burada biter. Siz kafanızı takıyorsunuz, öbür dünyaya gittiğimiz zaman ifadelerimizi alacaklar, diye.” Bizde, bir suçlu varsa pîrinin, mürşid-i kâmilin huzuruna çıkar. Ne yaptıysa, onu orada izah eder. Cezası neyse tebliğ eder, cezasını burada verir. Biz burada ifademizi veririz, öbür tarafta işimiz yok.
Tabii kabahatliyse, ceme giremez.
Kesinlikle.
Bazı yörelerde, musahip olmayanlar da giremiyor. Sizin ocakta böyle bir şey var mı?
Tabii. Meselâ Kureyşan, Baba Mansur, Seyit Sabun, Hıdır Abdal var. Yani ocak çok, ama hepsinin felsefesi aynı kelimede bitiyor.
Nedir o kelime?
Şu, ceme giremez; şu, topluma giremez; şuna selâm verilmez. Suçlunun davarını bile köyün davarına katmıyorlar. Bak kanuna, anayasaya. Şu, şuna lokma vermez; şunun evine kimse gitmez. Suçluyu kimse evine bırakmaz.
Dede siz hangi ocaktansınız?
Kureyşanlıyım.
Siz cem yürüttünüz mü, dede?
Çok yürüttüm.
Peki, hiç ceza kestiniz mi?
Biz, akşam cem yaptık. Kimseye bir şey sormadık. Çünkü o, 12 erkân kurulan bir cem değildi. Kısa bir cem oldu. Orada bir şey konuşmadık.
Köylerde yaptınız mı?
Yaptık tabii.
Ceza kestiniz mi?
Kestik, hem de nasıl. Babam gidiyordu, ben gençtim. Bazen beraber gidiyorduk. Kış, 1 metre kar var. Diyordu ki, “Çıkar ayakkabılarını oğlum.” Çıkarıyordum, bu yolda itiraz yok. “Git, falan yerden yalınayak bu bakraçları doldur, gel.” Karın içinde gidiyorum. Veya “Dikil şuraya. Şunun sırtına bir yük vurun, o yükün dibinde dursun.” Hani hepimizin bildiği bir şey var; Pehlülü Dane, Harun Reşit’in ağabeyiydi. Harun Reşit inşaat yaparken, gidiyor yanına. Diyor ki, “Kardeş, şu kapıyı biraz geniş yap.” “Neden?” “Yahu, lâzım olur. Sen benim dediğimi dinle oğlum, kapıyı biraz geniş yap.” “Yahu ağabey, sen inşaattan anlamazsın, karışma’ diyor ve gene kendi kafasına göre kapıyı yapıyor. Öldükten sonra, Harun Reşit’in ruhu eşeğe giriyor. Eşek, birinin eline geçiyor, bir gün kapıdan girip, içeriye odunu yıkacak. Eşek de giremiyor tabii, sahibi vuruyor eşeğe. Pehlül Dane gidip, “Oğlum, eşeğe vurma” diyor. (Biliyor kardeşi olduğunu). “Sen odunu yık, içeriye beraber taşırız. Hayvan giremiyor baksana, kapı dar’ diyor. Odunu yıkarken eşeğin kulağına, “Sana demedim mi şu kapıyı geniş yap, lâzım olur diye? Zamanında beni dinleseydin içeriye girer, bu sopayı da yemezdin. Sana zamanında söyledim, ama dinlemedin.” Onlar, hakikati seyretmiş. Hakk’la Hak olmuş, her şeyi görendir, insan.
Karacahmet olsun, Şahkulu, Abdal Musa, Sücaeddin Veli, Geyikli Baba olsun, Anadolu’da sayısız eren, evliya, veli var. Hepsinin felsefesi, temel yapısı aynıydı, değil mi?
Söz ağzından çıktı mı, hepsi aynı ocaktır.
Ocağın kaynağı ne?
Ağuiçenler, İmam Hasan’dan geliyorlar. Bir kısmı İmam Rıza’dan, bir kısmı Hz. Hüseyin’den, bir kısmı da İmam Bakır’dan geliyorlar. Hacı Kureyş, Seyit Mahmudi Hayrani’den geliyor. Yani demek istiyorum ki sultanım, bu ocakların hepsi köken olarak bir tanedir.
Nedir?
Köken olarak Ehlibeyt’e bağlıdır hepsi. Kim asayı eline alsa, aynı şeyi, benim konuştuğumu konuşur.
Bazıları, “Ehlibeyt Arap’tır” diyorlar. Bizimkiler de “Türk” diyorlar. Dedeler Ehlibeyt’ten geldiyse, biz de Türk’üz, nasıl olacak bu iş? Bunun cevabı nedir?
Öyle bir şey var, biz de duyduk. Hz. Muhammet demiş ki, “Ben Arap’ım, ama Arap benden değil.” Araplar da bizim gibi Ehlibeyti seviyor. Görüyorsunuz İran’ı, zinciri sırtına vura vura, aşur ayında üst baş parçalıyorlar. Ehlibeyti seviyorlar, ama orada bir ayrılık var. Ne etmiş, nasıl yapmışlarsa, ayrılık çıkmış. Bir de namaz başlamış, adam namazını kılıyor. Biz namaz kılmayınca, bizi suçluyor. Öteki tarafa dönüyoruz, “Sen kimi çağırıyorsun?” “Hz. Hüseyin’i çağırıyorum. Sen kimi çağırıyorsun?” “Ben, Ehlibeyti çağırıyorum.” İşte o zaman nasıl olmuşsa olmuş, şimdi ben onun içinden çıkamam.
Tarihi yorumlar diyorsunuz. Siz ne yorum getiriyorsunuz?
Benim hesabıma göre kıble insandır. İnsan, bir yevmil Kur’an’dır. İki türlü Kur’an var; biri Kur’an-ı Azim Şan, biri de Kur’an-ı Natık. Kur’an-ı Natık, insandır. Kur’an’ı yazan insandır, insan canlı Kur’an’dır.
Kur’an’ın özünde ne var? Kur’an özetle ne der?
Kur’an’da yanlış bir şey yok, hurafe yok, mantığa uygunsuz kelime yok. Kur’an mantıklıdır. Mantığa uymayan kelime oraya giremez. Ve biz, her yönüyle Kur’an’a inanmış, iman getirmişiz.
Ama Aleviler Kur’an’ı Sünniler gibi yorumlamıyor.
Onlar başka türlü kabulleniyor. Bizim Kur’an’a sevgimiz daha çok, daha keskindir.Bir yerde gördüm, adam eline ekmeği almış ve eli arkasında. Hâlbuki ekmek, dört kitabın başıdır. Kur’an’ı da başının üstüne koyarak gidiyor. Biz, kesinlikle Kuran’ın en ufak kötü tarafını izah edemeyiz. Kur’an mantıkla yazılmıştır. Hepimizin kitabıdır, bize yol göstermiştir, rehberdir.
Peki, Yunus Emreler, Hacı Bektaşlar var. Bunlar da Allah’ın sevgili, ulu kulları. “Bunların sözü de çok muteber, Kur’an nezrinde” diyorlar. Siz ne dersiniz?
Meselâ bir sene, kuraklık oluyor, ekin olmuyor. Toplanıp, arabalarını alıyorlar, Hacı Bektaşî Veli’nin dergâhına gidip diyorlar ki, “Hünkâr’ın ambarları buğday doludur. O buğday verir, inkâr etmez. Getirip, hiç olmazsa bir tohum ekelim de, seneye tohumumuz olsun.” Tabii Yunus da yanlarında. Hünkâr’ın huzuruna çıkıyorlar. “Ne istiyorsunuz evladım?” “Kuraklık oldu, ekinimiz olmadı, bize bir buğday himmet edersin diye geldik.” “Buğday mı istiyorsunuz, himmet mi?” “Himmet biter mi?” “Yok” “O zaman sen bize buğday ver.” Buğdayı alıp, gidiyorlar. Köye giderken, senin gibi ileri görüşlü, iyi insanlar soruyorlar; “Hacı Bektaş ne dedi?” “Dedi ki ‘Himmet mi istiyorsunuz, buğday mı?’ Biz de buğday istedik.” “Allah müstahakınızı versin, keşke himmet alsaydınız, daha güzel olurdu.” Yunus bunu duyuyor, ikinci gün heybesini omzuna atıyor, doğru Hünkâr’ın dergâhına gidip, huzuruna çıkıyor; “Buyur Yunus’um” diyor. “Sultanım, iki gün evvel sana gelmiştik. Sen, buğday mı, himmet mi istiyorsunuz dedin. Biz buğday aldık gittik, ama ben şimdi himmet istiyorum.” “Evlâdım, o zaman himmet ambarının anahtarı bendeydi. Ama anahtarı Taptuk Emre’ye verdim.” “Taptuk Emre nerede?” “Falan köyde.” Sora sora gidiyor ki, bir hanım çeşmeden su dolduruyor. Yunus, “Bacı, ne olur senin şu bakraçlarını alıp, şu kapıya kadar götüreyim.” diyor. Bakraçları alıp, kapının önüne kadar götürüyor. Kadın, adama şöyle bir bakıyor; “Yavrum, sen buranın adamı değilsin, nereden geliyorsun?” diyor. “Falan yerden geliyorum.” “Kimi arıyorsun?” “Taptuk Emre’nin evini arıyorum.” “Ben, Taptuk Emre’nin hanımıyım.” “Taptuk nerede?” “Şimdi gelir, gel, otur evlâdım.” Taptuk geliyor, “Ne arıyorsun evlâdım?” diyor. “Efendim, ben Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’ye gittim, himmet ambarının anahtarını sana vermiş. Geldim ki, bana bir himmet veresin.” “Himmet vermek kolay değil, kurban.” “Ne yapacağım?” “40 sene bu tekkeye buğdayla odun taşıyacaksın.” Yunus, “İyi” diyor. Sırtına baltayı, ipi alıp, dağdan odun taşımaya başlıyor. Bir gün odunu indirirken Taptuk diyor ki, “Yunusum, bu güzel odunları nereden buluyorsun?” “Sana başta söz verdim, bu kapıda eğri çalışmayacağım diye. Odunun eğrisini kesip, bu kapıya getirmiyorum. Ormanda arıyorum, güzel, düzgün bir odun görünce, kesip getiriyorum” “Tamam.” Gün bitiyor, saati, dakikası doluyor, yüklerden artık sırtı ezilmiş; “Gidip Taptuk’a söyleyeyim de, bana ne verirse versin, geçip gideyim’ diyor. Taptuk’un huzuruna çıkar çıkmaz, daha söylemeden, Taptuk, “Yunusum, herhalde gitmek istiyorsun” diyor. “Gitmek istiyorum, sultanım.” “Hadi, himmet bizden, git oğlum.” Onun, hanımın elini öpüp, yola çıkıyor. Bu kadar sene çalıştı, cepler bomboş. Gidiyor ki, 2 kişi yola düşmüş. “Nereye gidiyorsunuz kardeş?” “İstanbul’a gidiyoruz.” “Ben de İstanbul’a geliyorum.” Sabah, soğuk bir suyun başına oturuyorlar. 3 kap yemek geliyor, onu yiyorlar. Öğlen zamanı, gene bir suyun başına oturuyorlar. 3 kap yemek geliyor, onu da yiyorlar. Akşam oluyor, gene bir suyun başına oturuyorlar, “Kardeş, sıra sende.” diyorlar, onun Yunus olduğunu bilmiyorlar. “Dua et de, yemek gelsin.” Elini açıyor, diyor ki, “Ya Rabbil âlemin, arkadaşlarım 2 sefer dua ettiler, 2 kap yemek geldi. Beni bunların yanında mahcup etme, himmet et. 3 kap yemek gönder. Bunlar kimi çağırmışlarsa, onun yüzü suyu hürmetine, beni bunların huzurunda mahcup etme.” Yemek geliyor, yiyorlar. Biri diyor ki, “Sen kimi çağırdın?” “Vallahi kurban, siz kimi çağırdıysanız, ben de onu çağırdım. Siz kimi çağırdınız peki?” “Biz, Hz. Yunus’un himmetine bu yemeği Cenab-ı Hak’tan istedik.” “Hz. Yunus’ mu?” “Evet.” Kendisinin Yunus olduğunu söylemiyor. “Demek ki bu kadar çalışmış, keramet sahibi olmuşum.” “Kardeş, ben geri dönüyorum.” “Niye?” “Hz. Yunus’un yüzü suyu himmetine millet dua ediyor, yemek geliyor. Ben daha niye gideyim? Biraz daha çalışacağım” deyip, geri dönüyor. Taptuk’un hanımı diyor ki, “Yunusum, sen daha dün gittin. Niye geri döndün?” “Ana sultan, biraz daha çalışacağım.” “Buraya uzan, şimdi Taptuk gelir. Bastonunu sırtına vurup, ‘Bu kimdir?’ derse, biraz daha çalışacaksın. Eğer ‘Bu bizim Yunus’tur’ derse, senin çalışman bitmiş evlâdım” Taptuk gelip, bastonunu sırtına vuruyor, “Bu bizim Yunus’tur, kalk oğlum, kalk. Senin çalışman bitmiş, işin tamam. Himmeti almışsın artık” diyor. Yunus Emre’nin hayatı bu. Kitabı da bunu anlatıyor.
Biraz da çocukluğunuzun geçtiği Tunceli’den bahsedin?
Çok kalmadım oralarda. Bizim memleketin merakı, erken evlendirdiler. Aldığımız kız da mücadeleciydi, mecburen yaşımı büyüttüler. Yaşımı büyütünce, 9 ay evli kaldım, asker oldum. 4 sene askerlik yaptım. Alman harbinde askerdim. Sonra gelip, köyde bir sene kaldım, “Ben köyde oturmam.” dedim, Elazığ’a geldim. 30-35 sene Elazığ’da oturdum. Sonra İstanbul’a geldim, 20 senedir İstanbul’dayım. Tunceli’den çıkalı, aşağı yukarı 50 sene oldu. Terhis olduktan sonra Elazığ’a, şehre geldim. Çocuklarımızı okula verdik. Şimdi Yüksek Makine Mühendisi oğlum var, Almanya’da üniversite okudu. İthalat, ihracatla uğraşıyor. Almanya’ya mermer gönderiyor. İşi iyi. Büyük ağabeyim, şimdi Tunceli’de.
İsmi nedir?
Hasan. Ama şimdi köyden çıkmış. Köyleri hep yaktılar yıktılar ya, Tunceli’ye yakın köylerde bir akrabası var, orada kalıyor. İsmini de, yerini de bilmiyorum.Onun yanında barınıyor.
Eskiden görgü nasıldı? Büyüklere saygı, örf ve âdetler nasıldı?
Çocukken, cem cemaat olduğu zaman, hemen kapıdan girer, oraya otururduk. Cem yapılırdı, dualar edilirdi, ağlar, sızlardık. Sonra cem dağılır, biz de evimize giderdik.
Cem de yürüttüm dediniz, cemlerden bahsedelim mi?
Akşam gördünüz. Karacaahmet’te, bizim dergâh dedesi var; Kemal Dede. Biz ona görev vermişiz. Ondan başka kimse orada oturamaz. Camide bir hoca vaaz verirken, ikinci bir hoca karşısına çıkıyor mu? Yok. Bizde de öyle. Kemal Dede’ye görev verilmiş, 2 senedir orada dedelik yapıyor. Ben bazen gidip, yanında oturuyorum, ama bir şey söylemiyorum. Sadece seyrediyor, dua ediyorum. Cemlerimiz, akşam gördüğün gibi, biri saz çalar, biri dua eder, arada bir-iki dua da ben ederim.
Çok sorunumuz var, biraz da onlardan bahsedelim. Dedelik kurumu ne olacak?
Şimdi bayrağı gençlerin eline verdiler, her şey güzelleşti, açığa çıktı.
Ama dedelerin sayısı azaldı, cem yapanlar da azaldı. Ne olacak şimdi?
Okul açılacak inşallah. Karacaahmet’te kurs açılıyor, hem dedelik öğretilecek, hem de kurs. Ben umutluyum, şu adam kötüdür, bu adam iyidir diye bir şey yok. Bizim felsefemiz sadece güzellik, iyilik, insana saygı, insanı kırmamak, gücendirmemek, insana insan gibi bakmaktır. Zaten her şey burada bitiyor.
Çok teşekkür ederiz, saygılar.
Hak sizden razı olsun.
Söyleşi; ELMALI, UÇARSU, MEVKİİ ANTALYA-1998
Mehmet Yalvaç’la Söyleşi (II.)
Mehmet Yalvaç Dedemizle ikinci kez söyleşi yapıyoruz. 1998 yılında Antalya Uçarsu’da doğa içerisinde söyleşi yaptık. O zamandan bu zamana görüştük, konuştuk onun fikirlerini düşüncelerini biliyorum, dedelerimiz içerisinde neyin ne olduğunu ülkemiz gerçeğini anlayan dinleyen güzel insan ama daha ayrıntılı yaşam öyküsünü fikirlerini kendi ağzından alalım. Kendisinin Kureyşan Ocağından olduğunu Seyit Mahmut Hayrani’den geldiğini ve Tunceli’li dedemizi kendi ağzından tanıyarak sohbetimize başlayalım.
Biz 4 kardeştik. En büyük kardeşim İsmail bir kardeşim de Ali vuruldu, Hasan kardeşim hasta ama hayatta benim ismim de Mehmet. Babamız dedeliği hayatta olan ağabeyim Hasan’a vermiş, dedelik onundur o talipleri gezecek demiş. Kendisi ayakta zor duruyor, bütün adresler ve talipler onun defterinde bir kez İstanbul’a geldi beraber gezdik. Hatta bir yere gittik televizyon kulesinin orada bir talibimiz vardı oturmaya gittik, akşam sofraya dua verirken şaşırdı, talip dedi ki; dede sultan fazla uzatmaya gerek yok, sen de ki kabul olsun sofraya yazılsın başka bir şey istemiyoruz. O gece oraya misafir olduk bana dedi ki, sabah bize kahvaltı yaparken sen sofra duasını ver dedi, tamam olur sen yeter ki emret dedim bende. Sabah kahvaltı hazırlandı kalktım ağabeyimin elini öptüm dedim himmet et, güzel bir sofra duası verdim, dua verirken bizim talibin hoşuna gitti muhabbet olarak dedi ki dede sultan sen yaşlandın artık gelemiyorsun hem de Tunceli’de oturuyorsun bu dedemiz İstanbul’da oturuyor sen himmet et bu işleri bu götürsün eğer biz beş on kuruş verirsek bu dedeye verelim bize bu dede gelsin, ben kabul etmiyorum dedi babam bu görevi bana vermiştir hayatta olduğum müddetçe taliplerin hakullasını ben alacağım dedi, aslında zavallının bir şey de bildiği yoktu.
Siz kaç yaşındasınız?
Ben 79 yaşındayım.
Ağabeyiniz kaç yaşında
86 yaşında.
Babanızın ismi neydi?
Hüseyin.
Hüseyin Dededen biraz bahseder misiniz?
Hiç görmedim babamı.
Ne anlatırlardı?
En küçük ben olduğum için hiç görmedim ben doğduktan sonra birisi tarafından vurulmuş. Ben Tunceli’den erken ayrıldım.
Kaç yaşında ayrıldınız?
4 sene askerlik yaptım. Daha sonra 48’de ayrıldım, Elazığ’a yerleştim. 35 yıl orada kaldım inşaatçılık yaptım. Beni dede diye çağırmazlar çavuş, diye çağırıyorlar. Bizim orada inşaatın başında olan kalfaya çavuş, derler. Burada İstanbul’da ise, inşaatı bekleyen bekçiye çavuş, derler. Ben orada 4 tane fabrika yaptım orada uğraştım. 1975-76-77’de Elazığ’da sağ sol davası çıktı. kötü bir durum oldu. her tarafta insanlar bölünmeye başladı. Yabancı bir insan gelip bana dedi ki; senin gidebileceğin bir yer varsa git dedi. Neden diye sordum, dedi ki; ben senin listede ismini gördüm, seni sevdiğim için söylüyorum dedi, bende İstanbul’a geldim.
Sizi anneniz mi yetiştirdi?
Evet, annem yetiştirdi.
Nasıl bir kadındı, ismi neydi?
Annemin ismi Huri. Ben annemin mezar taşına şöyle bir yazı yazmıştım; bu ana sadece Mehmet Yalvaç’ın anası değil, bütün insanların annesidir, diye mezar taşına yazdım.
Ne zaman Hakk’a yürüdü?
1967’de
Tunceli’de mi Hakk’a yürüdü?
Evet, Tunceli’de Hakka yürüdü
Tunceli’nin hangi köyündensiniz?
Eski ismi Turunçmek ama yeni ismini bilmiyorum, ben 15 senedir köyüme gitmiyorum.
Bu sene mi gittiniz?
Ağabeyim geliyordu onun için gittim. Bana dedi ki, benim durumum iyi değil, buraya gel de seni bir göreyim dedi, ben de öylesine gittim.
Babamı kaybettim, annem bize kol kanaat gerdi. Yetiştik ama ben Tunceli’de fazla kalmadan, Elazığ’a gidip inşaatlarda çalıştım, dediniz?
Yurt yuva kurmanız nasıl oldu?
Köyde evlendim.
Eşiniz dede kızı mıydı?
Talip kızıydı. Evlendim bir sene sonra asker oldum, askerden geldikten sonra köyden ayrıldım. Çocukları aldım Elazığ’a yerleştim. Elazığ’a yerleşmemin sebebi de çocuklarım için onlar okusun. Diye. O zamanlar Tunceli’de okul yoktu. Ben de okumayı, yazmayı askerde öğrendim. Elazığ’da benim param geldi bölük komutanına gittim, buraya imza at dedi, bende imzam yok, dedim. Çavuşa dedi ki, bu adam ismini yazmadan ben parayı vermem, dedi. Bölüğümüzde okuryazar birisi vardı, onun emirlerini yapıyordum, onun çorabını yıkıyordum, çamaşırını yıkıyorum, potinini temizliyorum, hizmet ediyorum, bana ismimi öğretsin, diye. Bir ayda ancak öğrendim.
İsminizi yazmayı mı, okumayı mı bir ayda öğrendiniz?
İsmimi yazmayı.
Okuma yazmayı nasıl öğrendiniz?
Alfabe aldım o da bana yardımcı oldu. O zaman gördüğüm şeyler hâlâ kafamda duruyor
Köyünüz kaç hane?
Köyümüz 20 hane var.
Mezra gibi mi?
Evet, mezra gibi.
Başka dedeler var mı köyünüzde?
Kureyşanlar aşireti var, bunlar hepsi dede.
Sizin ki hangi aşiret?
Kureyşan.
Kureyşan aşireti dede ama bütün aşiretten olan dedelik yapabilir mi, ona kim karar veriyor?
Babaları kime söylemişse dedelik için peşinden o gider.
Babaları dediğiniz zaman kimler?
Mesela babamız kaç tane oğlu var, birisine diyor ki; sen göreceksin (yürüteceksin – yapacaksın) dedeliği. İzzettin Doğan’ın babasının 7 tane oğlu var ama babası dedeliği Hayri Dede’ye vermişti.
Hayri Dedeyi tanıyor musunuz?
Çok iyi tanırdım. Elazığ’ın Sıhız Köyünde oturuyorduk ve inanın o at sırtında geziyordu Türkiye’de öyle dede çok nadir bulunur. Elazığ’da adam vururlardı gidip Hayri Dede’yi görürlerdi. Çünkü Hayri Dede hafta sonu emniyet amirini, Valiyi üst düzey komutanlarını davet edip köye götürürdü ve onlar Hayri Dede’yi çok dinliyordu. Köylülerin arası bozulurdu, bunların hepsini Hayri Dede hallederdi.
Oraya zaman zaman mı geliyordu?
Hep orada kalıyordu, çok davarları vardı.
Onlar Ağu içen Ocağı’ndan, değil mi?
Evet, Ağu içen.
Hüseyin Dede Malatya’nın Kırlangıç köyünden, oğlu sonradan mı oraya yerleşti?
Sonradan geldi.
Sıhız onların talip köyü müydü?
Talip köyüydü ama köy kendinindi ama Hüseyin Dede oğluna o köye yerleş, dedi. Malatya Doğanşehir karayollarında yol çavuşu idim.
Hüseyin Dede’ye halkın ilgisi nasıldı?
Çok saygılı ve yoğundu. Hüseyin Dede büyük bir isim yapmıştı, Alevi kapısının son kapısıdır.
Sizin bölgenizde Kureyşan aşiretine bağlı birçok aile var, her Kureyşan aşiretine bağlı olan dedelik, cem cemaat yapabiliyor mu?
Yapamaz.
Ona kim karar veriyor?
Babası.
Babası karar veriyor ama belli aileler olması lazım?
Benim ağabeyim var bütün talipler ona bağlı yine de sofra duasını bilemiyor, kurban tekbirini bilemiyor iki kelime söylüyor ama sen duymuyorsun ama nedir görev onun.
Belli kuralları yok mu, mesela daha bilgililere neden verilmiyor?
Bilgili de olsa bu görev ona verilmişse tamamdır.
Yaşı büyük olana mı veriliyor?
Hayır.
Bir köyde bütün hepsi Kureyşan Ocağı olsa bile, mesela sizin dedeniz veya dedenizin babası da mı dede imiş?
Evet. O sülale artık dede olarak gider. Seyit Mahmut Hayrani’den gelen Kureyşan Aşireti dünya durdukça onlar dededir. Ama şimdi millet bırakmış dedeliği yapmıyorlar her türlü işlerle uğraşıyorlar. Hz. Hüseyin Hz. Hasan ile çarşıda dolaşırken tabi halk onu tanımıyor, herkes diyor ki Ye erim! Bizi Hz. Hüseyin ile Hz. Hasan’ın yüzü suyu hürmetine bağışla, bunlar duyuyorlar akşam eve geliyor baba diyor, biz dolaşırken halk dua ederken diyor ki, biz Hz. Hüseyin ile Hz. Hasan’ın yüzü suyu hürmetine bağışla Ama bizi tanımıyorlar, peki biz kimi diyelim ki yüzü suyu hürmetine bağışla, diye. Evladım diyor; zaman gelecek Aleviliğin yolu biraz zedelenecek kaybolacak gibi olacak, o devirde kim Ehlibeyt sevgisi içinde taşıyorsa, ondan bağını koparmamışsa, siz de deyin ki; bizi onun yüzü suyu hürmetine bağışla. Kim Ehlibeyti seviyorsa, kim Ehlibeyt için fedakârlık yapıyorsa, kim bu yola hizmet ediyorsa dede de odur, Veli de odur, Hünkâr da odur, ben öyle biliyorum.
İki çocuğumu Almanya’ya gönderdim birisi tıp kazandı iki sene okudu bir Alman kızı ile evlilik yaptı. Kız ona demiş ki, sen annenden babandan kimse de para isteme, sen bu okulu bitir ben seni okutacağım, benim maaşım sana yeterli gelir. Ama böyle yapmadı.
Büyük oğlum ise orada yüksek makine mühendisliğini bitirdi, iki sene görevli çalıştı sonra Türkiye’ye geldi. Şu anda Topkapı’da Alman firmasında çalıştı, sonra orayı bıraktı kendisi bir firma kurdu, şimdi Diyarbakır’da ve Eskişehir’de ortaklık kurdu bir dağı kepçelerle kazıyorlar mermer çıkartıp Avrupa’ya gönderiyorlar.
Siz yıllardır İstanbul’da dergiler, vakıflar, dernekler, dergâhlar, yazarlar hepsini tanımak için uğraş verdiniz tanıdınız, birçok insanla iç içe oldunuz, eleştirileriniz oldu, sitemleriniz oldu, akıl verdiniz vermeye de devam ediyorsunuz. Dergâh dediğimiz zaman ne manayı ifade eder. İnsanlar dergâha neden giderler?
Karacaahmet’te toplantımız olunca ben bunu söylüyorum. Karacaahmet’te iki tane defter var biri dergâhın biri de derneğin. Derneğin defterinde 4500 kişi kayıtlı, dergâhın defterini de Karacaahmet’e sorun, acaba o kimsenin ismini yazmış mı? Çünkü biri dergâh, biri de dernek. O dergâhta bizim ismimiz olsaydı ne güzel olurdu, önemli olan derneğe kayıt olmak değil, dergâha kayıtlı olmak önemlidir.
Karacaahmet Sultan, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin bir dervişidir. Karacaahmet Sultan, Şahkulu Sultan, Mevla’na Hazretleri, Abdal Musa Sultan, Yunus’lar bunların hepsi Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin manevi okulunda okumuş diploma almış, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli de herkesin tayinini bir yere çıkarmış.
Dergâha girmek kolay değil, dergâha yazılmak zor, Alevi Bektaşi bile olsa dergâha girebilmek sadece fiziki olarak girmek değil, gönlünü oraya teslim etmekle mümkün öyle anladım ben.
Tabi ki inançtan soğumalar yozlaşmalar oldu, eski gelenekler görenekler kayboldu, bilinçli dedelerimiz azaldı, gençler içerisinde de bu yola bağlılık zayıfladı. Bu insanları yeniden uyandırmak nasıl olacak?
Karacaahmet’in bir hırkası vardı içeride türbe de asılı, bir yerine çorap yamalı, bir yerine çuval yamalı, diğer yerine başka bir şey, böyle kalın ipeklerle dikilmiş askıda.
Karacaahmet öyle bir yere gelmiş ki bu makamın sahibi olmuş işte o hırkayı giymek lazım. Onun ismi hal hırkasıdır. Diyor ki; hal hırkası giyenlere helal lokma yiyenlere halka hizmet verenlere selam. Halka hizmet demek, Ehlibeyti sevmek, Ehlibeytin defterine kayıtlı olmak ve Ehlibeyt yolunda ipi koparmamak işte Ehlibeytin sevgisinden ipi koparırsan vay onun haline.
Ehlibeytin yolunu süren ışığını süren bu dedelik kurumu çok önemli. Çünkü bu inanç onların sayesinde geldi bunu kabul etmek lazım. Günümüzde de yıllar yılı mesela kendi görevini taliplerin üstüne gitmeyi onları irşat etmeyi bu tarafı bırakmak zorunda olan dedelerin işi bitti. Burada daha çok değişen yaşam koşulları var yani iş, eğitim, çocukları yetiştirecek şehirlere göç oldu köyler boşaldı bütün bunları biz yaşadık, büyük şehirlerde de herkes kendi başına nereye gidiyor ne yapıyor belli değil onun için söyledim yani dergahlara bu yola bu hizmetlere insanların yeniden bağlanması için neler yapacağız?
Derneklerle, dergâhlarla da olur herhangi bir dernek veya dergâhta insanlara bir şeyler vermek istiyorlarsa bu çok güzel bir şey. Karacaahmet’te şu anda Kemal dede isminde bir zatı muhterem var cem cemaati güzel, çok Sünni kardeşler geliyor onu dinlemeye, gençlere ve insanlara bir şeyler veriyor. Biz elimizden geldiği kadar gençliğe önem veriyoruz ama siyaseti karıştırmıyoruz. Sarıyer’de bir tane cemevi yaptık küçük bir yer, çevrede oturanların hepsi Tuncelili ama bir tanesi gelmiyor. Tek tek herkese söylüyorum Cuma akşamları cem var gelin diyorum, orada üç tane dede var çocuklarımız bile gelmiyor, çocuklarımızı eğitemiyoruz, gücümüzün dışına çıkmış. Sadece yaşlı insanlar var, Tokatlı var birkaç kişi geliyoruz toplanıyoruz. Âşık Ali Metin Dede biraz saza vuruyor, bir Allah Allah yapıyoruz, lokmamızı dağıtıyoruz. Lokmayı dağıtan da diyor ki; dağıttım Hakk niyazi elimde yoktu terazi, ey cemaat herkes oldunuz mu razı, Allah senden de razı olsun diyoruz.
Cemin sonunda da şunu söylüyoruz; gidene durana koğusuz gıybetsiz evine gidene sırrı sır edenin derdini gör, hü gerçeğin demine diyoruz.
Burada belki yüz kişi var ama gerçek yok ise bir şey alamazsın, gerçek kim ise onun demine, belki gerçek Erzurum’da sopa elinde koyun güdüyor.
Çok güzel söylediniz sağ olun, ağzınıza sağlık bizi kırmayıp buralara kadar geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Sen de bu gördüğün hizmetin karşılığını kesinlikle alacaksın, senin bu hizmetin boşa gitmeyecektir. Talipten hizmet dededen himmet diyoruz.
Çok sağ olun.
Söyleşi; 11 Ağustos 2002 – İstanbul