HASAN ÇIKAR

HASAN ÇIKAR

 (MEVLEVİ DEDESİ,

 GALATA MEVLEVİHANESİNİ YAŞATMA DERNEĞİ VE EVRENSEL MEVLANA ÂŞIKLARI VAKFI ONURSAL BAŞKANI)


AYHAN AYDIN

Bir Mevlevi dedesi olarak, Mevlana’nın evrensel hoşgörüsünü yaşamına geçirebilmiş, binlerce seveniyle büyük bir kitleye seslenip onların duygu ve düşüncelerine tercüman olabilen Hasan Çıkar da  önemli bir inanç önderi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Özellikle son yıllarda CEM Vakfı öncülüğüyle Alevi - Bektaşi camiasıyla bir anılmaya başlanan Hasan Çıkar, tüm benliğiyle Hz. Ali sevgisini yüreğiyle yaşayan bir insandır.

Hasan Çıkar;

“Ali’yi sevmek Alevilikse, biz herkesten çok Aleviyiz” diye zırvalayan bir yığın kendini bilmez cahilin yanında, Mevlana’ca Hz. Ali sevdalısı, Aleviliğin, Bektaşiliğin inançsal, kültürel, töresel tüm erdemlerine sahip bir şekilde yaşayan gerçek bir dede, gerçek bir toplum önderidir.

Bu manada zihinlerde yer edinen ve tümüyle bir Sünni İslam yorumu olarak nitelendirilen Mevleviliğin de özde Alevilik olduğunu söyleyen Hasan Çıkar’a yönelik kimi eleştiri ve hatta saldırıların da olduğunu bilmekteyiz.

Gerek Aleviler içinde,  gerekse de Sünniler içinde her zaman bir yobaz tayfası olagelmiştir.

Bir başka yerde, bir başka vesileyle söylediğim gibi, yobazın, tutucunun, gericinin dini, mezhebi, siyasi görüşü olamaz.  Pek ala bir Alevi de, bir Sünni de, bir Hıristiyan da, bir Sosyalist te basbayağı yobaz olarak karşımıza çıkabilir. Hele de Türkiye’de buna rastlamak çok olasıdır.

Hasan Çıkar Dede ve Galata Mevlevihanesini Yaşatma Derneği, Mevlana Aşıkları  Vakfı yöneticileri ve buraya gönül vermiş binlerce insan Anadolu’da bir hoşgörü ve barış atılımı olarak Mevlevilik’le, Aleviliğin de, Bektaşiliğin de özde aynı olduğunu savununca gerek kimi  Alevilerden, gerekse kimi Sünnilerden tepki topladılar.

Niçin?

Mevlana Sünni’ydi, Mevlevilik Sünnilik’ti.

 Mevlana devletin adamıydı, Mevlevilik devletin koruduğu bir inançtı.

Pes doğrusu.

Böyle sığ fikirlere ancak bizim gibi cahil toplumlar sahip olabilir. Mevleviliğin Sünni İslam yorumu mu, Alevi İslam yorumu mu olduğu tarihsel ve tarikatsal olarak araştırılıp, incelenip,  tartışılabilir. Ama bu ayrı bir şeydir. Aynı yapı içinde farklı farklı yaklaşımlar olabilir. Niye dayatmacı, tektipçi bir bakış acısıyla hep olaylara yanlı, önyargılı bakarız bilinmez.

Adam Ali aşkıyla yanmış, yazmış, adam Tanrı aşkıyla, insan aşkıyla coşmuş yazmış, benzersiz şiirler ortaya koymuş. Biz ise çok ilgisiz şeylerle onu değerlendirip zaman kaybediyoruz.

Kendi önyargılarımızla kişileri, kurumları, olayları değerlendirmeyi  bir tarafa bırakmadıkça dilimiz de, elimiz de, burnumuz da pislikten kurtulamayacak.

Bu yazının boyutunu aşan böylesi çarpıklıklara yanıtlarımı daha başka yazılarda vermek isterim.

Ama sevgili okurlar da göreceklerdir ki, tüm yazılarında, konuşmalarında, radyo programlarında tutarlı, samimi bir şekilde dile getirdiği gibi Hasan Çıkar; bir Mevlevi dedesi olarak bir Alevi gibi yaşayan, düşünen bir insandır.

Bence Hasan Çıkar birçok, kendine Alevi dedesi, diyenlerden de daha kişilikli, daha da Alevi bir duruşu olan insandır.

 

Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni.

Sen ayna, O’dur güzelliğin sultanı, ey insan...

Âlemde ne varsa sendedir her an için,

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan.

 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer,

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan...

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman,

Her  bir firavun sanki Musa Peygamber, ey insan...

 

Dünyada ilk ve son varlıksın, ey insan.

Allah katında tek varlıksın, Halife-i Haksın, ey insan...

Yerin, göğün tek varlığı, kâinatın nurusun, ey insan...

Âlemler senden zuhur oldu, sen Hak’sın ey insan...

Hasan Dede

 

 

Söyleşiler:

 

Hasan Çıkar Dede’yle Söyleşi (I)

 

Hasan Çıkar Alevi-Bektaşi-Sünni-Mevlevi kaynaşmasının, birliğin, beraberliğin, ortak dostlukların kurulması için çalışan, bu uğurda mücadele veren, bir değerimiz.

Türkiye’de, kendisi gibi müstesna yere sahip insanlarımız az. Eğer çok olsaydı, bu kadar sorun yaşanmazdı. Buyurduğunuz gibi, bir yerde birlik olmadı mı, dirlik, güzellik de zuhura gelmez.

Cem Radyo‘ya teşekkür eder, dinleyen canların üzerine Hz. Muhammet, Hz. Ali  ve Ehlibeyt selâmı olsun, derim.

Hz. Muhammet’in yolu sevgi, aşk, birlik, kardeşlik yoludur. Zerre kadar ayrıma yer vermez.

Bakın Hz. Muhammet’e, Şah Ali’nin kendisine ruh etmiş, nasıl sesleniyor; “Ben bu âleme rahmet olarak geldim, Musa, Davut ve İsa’nın ümmetine de sahibim. İyileri hidayete kavuşturmak çok kolaydır. Benim işim asileri yola, hidayete getirmektir. Ne mutlu asiyi yola getirene. Yolumuz cefa yoludur”.

Muharrem ayı, o cihana nur saçan, kâinata nurdan rahmet ikram eden sevgili Peygamberimiz, daha son nefesini vermeden, yakın görünenlerin hepsi nefislerine düşüp, dünya menfaatlerine, sandalye, hilâfet davasına düştüler, hemen unuttular cihanın ışığını. Benliklerine tutulup, ikiliklere düştüler.

Resullullah Efendimizin göç ettiği yer, yine insandadır. Kimse Resullullah’ı gökte, güneşte, çayırda, bayırda aramasın, o sevenindedir. Sevgili ciğerpâresi Fatma’ya cefalar yapıldı. O Hakk’a yürüdükten, Osman katledildikten sonra, Hz. Resulullah’a ilk zevcelik yapan Ayşe, ikilikleri meydana getirip, Osman’ın kanını istemeye kalktı, Ali’ye karşı geldi. Şimdi bunlar, sanki bu kişilerin yanında oturmamışlar. Bu güzellikleri görmemişler.

Bir  anda o güzellikleri bırakıp, benliklerine tutulup, Muhammet-Ali yoluna nifak soktular.

Şimdi  yine Pîrânımıza dönelim; gerek Hünkâr Hacı Bektaşî Veli, gerekse Yunus Emre...

Biz, bunların temsilcisi olduğumuz, yüzümüz ve gönlümüz Muhammet-Ali’ye bağlı olduğu için, bu âleme rahmet olarak geldik. Bütün  bu yapılanları bir yana attık. Bütün topluma rahmet olarak çıktık.  Hepsini  birliğe, kardeşliğe, dirliğe davete çıktık.

Ne diyor Mevlâna?:  “Sevgiye dair bu âlemde ne varsa, ben orada varım, kavgaya, savaşa dair ne varsa, ben orada yokum”.

Düşün bir sefer, dünyada son varlıksın. Gerek  fakir, gerek karşındaki bend-i âlem olan insan.

 

Ne diyor Mevlâna?

 

Beri gel beri, daha beri...

Ben senim, sen bensin...

Biz bir top inciydik, bir baştık, bir akıldık.

Bu şaşılık ne?

Hiç aydın aydından kaçar mı?

Gel.

Birbirimizin aynasıyız, vârisiyiz.

Ama  bir farkımız var, nedir fark?

Bütün  kâinat Allah ile diridir.

Allah da seveniyle diridir.”

 

Şimdi topluma şöyle seslenmek istiyorum: Düşünün, yaratıcının halifesi olarak yaratıldınız bu âleme.

Dünyayı ayağınızın altına kuşattı. Her şeyi insana bağışladı. Hatta kendini bile insana bağışladı. “Halifem” diye hitap etti. Bütün eserlerimi, ne gördüysem bu âlemde, yarattım seninle.

Hem  sefere çıktım, hem isimlendirmeye. Hatta  kendi güzelliğimi de seninle dile getirmeye geldim. Şimdi biz bu kadar mukaddes bir varlık için, niye sen-benle yaşayalım? Neden bir olmayalım? Neden birliğe koşmayalım? Neden  dünyamızı cehennemden cennete çevirmeyelim? Neden her tarafını gülistan etmeyelim?

Din adamlarına sesleniyorum: Temsil ettiğin yeri iyi düşün ey din adamı, ister haham ol, ister papaz, ister hoca...

Birinin  bendesi Musa, öbürünün İsa, öbürünün de Muhammet.

Neden peygamberlerinize bende olmuyorsunuz?

Neden din birliği kurmuyorsunuz?

Neden  insanları bir tutmuyorsunuz?

Bitsin  bu ikilikler artık.

Siz bir olursanız, bombaya harcanan paralar kalkar.

Hep  fabrikalara, okullara, parklara, güzel yerlere harcanır ve bütün dünya birbirine kardeş, sevgi dolu yaşama gider. Çünkü hepimiz bir varlığın zuhuruyuz. (Allah’ın zuhuruyuz).

 

Aleviliğin, Bektaşiliğin, Mevleviliğin temellerinde neler vardır? Temelinde Ali ve Ehlibeyt olan bir manevi kuruluşun yaşamında, daima hem feyiz, hem ruhaniyet vardır.

Bir manevi kuruluşun temelinde Ehlibeyt sevgisi, Hz. Resul Allah’ın, Ali’nin sevgisi olmadı mı, o kuruluştan hiçbir güzellik meydana gelmez.

Oradan ikilikler doğar. Hz. Muhammet’e,  Hz. Salih Kavmi’nden biri geliyor. Selam verip, bir soru soruyor; “Ya Muhammet, senin dinin nedir?” Hz. Muhammet’in verdiği cevap, “Benim dinim ahlâktır”. Hz. Salih kolundan olan zat, oradan ayrılıp kendi büyüklerinin yanına gidiyor. Büyükleri, “Sordun mu Hz. Muhammet’e? Dini nedir?” diye soruyorlar, “Evet, sordum” diyor. “Ne buyurdu?” “Ahlâk”.

Ahlâkın manâsının ne olduğunu çözmeğe çalışıyorlar, bir türlü çözemiyorlar. Tekrar  aynı adamı Hz. Muhammet’in huzuruna gönderiyorlar. Hz. Muhammet selâm verip, “Buyur” diyor, “bir müşkülün mü var?”, “Ya Muhammet, dinin nedir?” Hz. Resul Allah işitmediğini sanarak, üç sefer zikrediyor; “Ahlâk, ahlâk, ahlâk”. “Dininin ahlâk olduğunu anladık, ya Resul Allah, bunun manâsı ne, anlatır mısın?” Hz. Muhammet, şu cevabı veriyor; “İnsan toplumuna hayırlı fikirler, yardımsever düşünceler bir kişide zuhura gelirse, o kişi bendendir, ahlâk sahibidir.

Bir kişi ne kadar bilgin olursa olsun, insan toplumuna zararlı fikirler öğretirse, o benden değildir, ahlâk sahibi değildir.

Benim dinim, güzel ahlâk ve sevgi üzerine kurulmuştur”.

Şimdi bu evliyalar, Anadolu’ya en büyük rengi  katan Hz. Mevlâna, Hünkâr Hacı Bektaşî Veli, Yunus Emre, Tabduk Emre, diğer dedeler, babalar nereden aldılar bu güzellikleri?

Güzelliğin manâsı yokluğa bürünmek, zerre kadar anlıyorsan, benliğe bürünmeyeceksin.

Mevlâna ne der?: “Ey insan, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner, basar, toprakta türlü çiçekler yetişir, ademoğlu başına taç yapar”.

Bir gün İmam Ali Efendimiz bir yere gitmek için hazırlık yapıyor, o anda kölesine sesleniyor.

Kölesi yanındayken, cevap vermiyor. Hz. Ali, “Belki de dışarı çıktı, dışarıdan sesleneyim” diyor. Ayağa kalkıp, başını arkaya çeviriyor, bakıyor ki kölesi kapının eşiğinde duruyor; “Ben seslendiğimde dışarıda mıydın?” diye soruyor.  “Yok”. “Peki buralarda mıydın?”, “Ya Ali, buradaydım” diyor. “Niye cevap vermedin?”, “Seni hiç asık yüzlü, hiç kızgın yapıda, hiç isyan bir sözde görmedim. Seni isyana sürüklemek için, bir küfürlü söz söyleyesin diye yaptım.” Hz. Ali bunun üzerine gülüyor. Hz. Ali, “Ey gafil” diyor, “seni bu fikre sürükleyen o iblisi kızdırmak için,  Allah beni bu âleme getirdi.” Ve Hz. Ali, kölesini mükâfatlandırıyor.  “Ömür boyu sana bakacağım, çünkü sende güzel şeyler var” diyor.

Mevlâna, Hacı Bektaşî Veli, Yunus, hepsi buranın vârisleridirler. Mevlâna’ya soruyorlar; “Peygamberler hakkında ne buyurursun?” O, şöyle diyor: “Bütün nebiler nazarımda Ahmet’tir.

Çünkü hepsi sevgilimden söz ettiler, yaşadıkları devrelere göre. Onlarda da din, ibadet farkı vardır ama, amaç birdir. Hepsi sevgilimin peşine koşarlar. Oradan söz ederler bu âleme”.

Yüz yirmi dört bin nebi, sayısız veli bu âleme geldi. Hiçbiri topluma kural koymaya gelmedi. Nebiler ve velilerin, gelişlerinin bütün sebebi, insanların gönüllerini tamir etmekti. Bunlar, sonsuz güzelliklere bürünmüşlerdir.

Her nefeslerinden manâ, nur akıyor. Velilerimizin, bize emanet ettiği şey, yokluktur. Her türlü kibirden, kinden arınmış, insan sevgisiyle gönlünü, ruhunu yıkamış erenler, evliyalar, ulular...

Bunlar bize, alçak gönüllülüğü, insanları sevmeyi öğütlediler. Kötülüklerden soyutlanmak için, bu yolda hiç şaşmadan yürünmesi gerektiğini öğütlediler.

 

Kerbelâlar, katliamlar olmasın diyoruz, fakat oluyor.  Bu konuda ne diyeceksiniz. Mesajınız ne olacak? Benim bütün topluma seslenişim şudur; bizler Ali yolunda bulunanlar, dedelerimiz, madem ki bende olduk Ali’ye; Hz. Resul, Hz. Ali, Ehlibeyt bizim sünnetimiz, biz onların farzlarıyız.

Günümüze göre evlâtlarımızı, zamanın Ali’lerini, Hacı Bektaş Veli’lerini, Mevlâna’larını, Mustafa Kemal’lerini yetiştirmekle mükellefiz.

Ne diyor Yunus?: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır?”  “Var  hoca, git bin hacca.

Hacca  gitmek hüner değil, bir gönüle girmek hünerdir.”

Biz,  bir gönüle girmek için, önce sevgi aşılayacağız. Sevgiden söz ederiz ki, bir gönüle   girelim.

Ders vermeyiz. Sıcak bakış, sevgi   dolu sözler bunları kazanmaya çalışırız.

Mevlâna ne buyurur?:

“Ey insan! Ne gördüysen bu âlemde, senden dışarı değil. Ne istersen, kendinden iste, sen her şeysin”.

Yine buyurur ki; “Kâbe’de senede bir hacıullah olur, gir gönüller Kâbesine, gönülde bin hacıullah var”.

Bizim gayemiz, Resulullah gibi, Şah Ali gibi, Hacı Bektaş Veli gibi, Yunus gibi, Mevlâna gibi tevazuda duralım, toplumun gönüllerinde yer alalım.

Benlikleri, senlikleri kaldıralım.

Bütün kâinatın ruhu Ali’dir.

Hepsi Ali ile diridirler.

Ama Ali, sevenleriyle diridir.

 

(CEM RADYO, 21 NİSAN 1999, Aşık Ali Metin Dede, Prof. Dr. Cahit Tanyol’un da bulunduğu Muharrem Programı)

 

Hasan Çıkar Dede’yle Söyleşi (II)

 

Hasan ÇIKAR kimdir? Nerede, ne zaman doğmuştur? Nasıl bir çocukluk geçirmiştir? Nasıl bir yaşamla, hayatla tanışmıştır. Biz sizi daha yakından tanımak isteriz, buyurun efendim.

 

Sayın Ayhan Beyciğim, bendeniz 1935 tarihinde Üsküp şehrinde dünyaya  geldim.

Şimdi ana tarafından Halveti yoluna mensup, anam ve dayılarım. Baba tarafından Nakşibendi Hazretleri’ne bağlı babam ve babaları.

Çocuk çağlarında malum haliniz dini okullarda 5 yaşında gittik. Ondan sonra 7 yaşlarında kalktık Türk okuluna gittik. Orayı da tahsil ettik. Dini okulu da tahsil ettik. Dini okulda bir hatim indirdim.  Hatimin içinde bir inanç, bir duygu, bir arayış vardı. 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş bittikten sonra bendeniz Üsküp Çarşı Camii, Murat Paşa Camii’nde  müezzinlik yaptım. Müezzinlik yaptıktan sonra hiçbir tat almadım.

1954’de evlendim. Evlendikten sonra Üsküp’te sayısız yatırlar var. Bu yatırları ziyaret ederken şu geçerdi aklımdan, bu yatırlara bugün canlılar nasıl bir saygıda bulunuyorlar, ne ışık yakıyorlar, ne mum yakıyorlar bunları düşünürdüm. Ama bir sürü bilgin bu alemden göç ettikten sonra sıradan olan bir kabristana atılıyorlar. İsmi, cismi hiç, anlıyor musun, dile gelmiyor. Bunlar kim dedim, onlar kim? Bu arayışına girince baktım ki bu zatlara Hakk aşkıyla gidiyorlar. Bunlar evliya, bunlar eren kişilerdi.  Allah, Allah nereye erdi bunlar? Nasıl yaptı Allah erenliğini  bunların? Böyle düşünceleri devamlı kafamdan geçirirken, 1959’da İstanbul’a geldim.

İstanbul’a geldikten sonra yine arayış içindeydim. Elektrik idaresinde çalışıyordum, izin günüm cumaydı. Cuma günü, 1959’larda ister Laleli olsun, ister Fatih olsun, ister Süleymaniye Camisi olsun, ister Şehzadebaşı olsun, buralarda hatipleri dinlerdim. Onların bilgilerinde bir kuruluk bulurdum. Yine bizim hatipler onlardan bin kat iyiydi. Şimdi ne gibi bin kat iyiydi? Bir gün İhsan Tokser isminde bir bilgin şöyle seslendi kürsüde; dedi ki bir Türk Amerika’da tahsil etmiş, mimar diplomasını almış. Aldıktan sonra bir Amerika’lıyla o kadar iyi geçinmişler ki kardeşten iyiler. Dönüp Amerika’lıya demiş ki,  bir gün sen Türkiye’ye nasip olursa gelirsen sakın diyor beni geçmiyesin, beni aramanı isterim, ben unutamam seni bu yaptığın iyilikleri. Tamam, demiş Mehmet, kısmetse Türkiye’ye yolum düşerse seni arayacağım. Kalkıp bir gün yolu düşüyor, geliyor Türkiye’ye. Türkiye’ye geldikten sonra bu zatı arıyor, buluyor. Bulduktan sonra bu bunu ağırlıyor evinde. Sabah kalkmışlar, dönüp Mehmet demiş, bana bir şey soracaksın nereleri gezdiririm seni  benim arzumu sorarsan. Evet, diyor soracaktım Türkiye’nin ne tarafını istersin gezeyim benim en büyük isteğim demiş Mevlana. Mevlana hangi şehirde bulunuyor. Onun makamını bir ziyaret etmek isterim, demiş.  O demiş, Konya’dadır. Ama ben seni oraya götürmekten şeref duyarım. Kalkmışlar İstanbul’dan gelmişler Konya’ya türbeye saadete gelmişler. Türbeyi ziyaret etmişler. Ziyaretten sonra bu Türk bakıyor şimdi Amerika’lının ziyaretine, Amerikalı bangır bangır ağlıyor. Geçmiş yanına bir gönül muhabbeti yapıyor. Mevlana’nın maneviyatında ziyaret bittikten sonra dönmüş, demiş kardeşim sen çok mu seversin Mevlana’yı? Valla demiş Mehmet, canımdan fazla severim, demiş. Ama o bir Türk, bir Müslüman, demiş. Evet, biliyorum demiş. Bir Türk ve Müslüman olduğunu, sen de oldun Müslüman; ah Mehmet, demiş Müslüman olmak isterim Mevlana gibi, senin gibi gavur Amerika’da çok.

Şimdi bunu hatip söyleyince ben biraz muhabbetti kısa kestim, meslek,  yani  okulum beni lise tahsilini bitirmişim. Fazla bir okul, üniversite tahsilim yok.

Sanatlen saraciye mesleği çalışmışım ama din arayışları nerden geldi? Onları size anlatmaya çalışıyorum.

Şimdi buradan kalktım, sahaflara gittim, bazı kitapları gözden geçirdim. Şimdi Kadiriye Tarikatı’na ait kitap yok. Bir divan olsa Arapça anlayana, ruhaniyeye  onunda içi Arapça hayretinin içi de Arapça, baktım Hacı Bektaşi’nin bir Makalat’ı vardı. Başka bir şey aradım bulamıyordum. Baktık Mevlana’nın Mesnevi’si 6 cilt. Divan-ı Kebir, Fi Mafi, Mecazili Sabah, Mektubat, Rubaiyat, Muhapi, Güldeste… Ben Fi Mafi’ye el attım. Bir baktık ki  Fi Mafi’ye benim dilime hitap ediyor. Hitap ettikten sonra  kalktım şimdi temsilcisini arıyorum. O devirde ruhu şad olsun Adbülbaki GÖLPINARLI, Selman DEDE, Nail CAN, Mithat Bari  EFENDİ  bunları da ziyaret ettim.

Bunlarla fazla gönül açamam, konuşamam belki sıkılırım, arıyorum şimdi bir kişi gönül alçaklığında yaşayan belki ben çocukça bir hata yaparım. Onun benim hatamı düzeltmesini isterim. Bunu ararken baktım Üsküp Mevlevi Şeyhi’ni tavsiye ettiler, zaten onu tanırdım çocukluktan; çünkü onun oğlu ile arkadaştım. Kendisine gittim, ziyaret ettim. Ziyaret ettikten sonra şimdi ben buna dönüp, şöyle dedim; Şeyh efendim, sizler dedim Allah’a nasıl yakın oluyorsunuz? Rakı içersiniz dedim, oruç tutmasınız dedim, hiçbir ibadetiniz yok, dedim. Var ya ben daha yeniyim.  Ben arayıştaydım. Yeni çıkmıştım arayışa. Mevlevi nasıl olabilirim?, onu arıyordum. O güldü, sen, dedi içki içiyor musun? Bak dedi burada buluşuyoruz. Oruca gelince dedi zahir orucu sabahtan akşama kadar aç durmaktır, bunu da dedi Hz. Muhammet icrat etti, kişiler açlık nedir hissetsin, fakirlere bir yardımda bulunsun, diye dedi. Hakiki oruç dedi “eline, beline, diline” dedi.

Kulak çirkin sözden uzak duracak, dil Allah kelamından başka dil sarf etmeyecek, ayağın hakkın olan yere yürüyecek, elin hakkın olan şeyi tutacak, nefsinde helalında köreltilecek  bunlara layık olursan sen oruçlu sayılırsın, Hakk’a yakın olursun, düşün taşın, ona göre karar ver, dedi.

Sen dedi nerde bulunuyorsun? Ben dedim Tahtakale’de, orda atölyem var, dedim, şu semt şu adres, şu kapı kısmet ise ben dedi yarın gelirim. Baktım geldi. Bekliyorum hemen çayları söyledim, oturdum. Döndü bana, Hasan dedi, Mevlevi dervişi olmak için bana üç sefer Allah, diyebilir misin? Bak üç sefer isterim, gözlerimin içine bakarak dedi. Allah seslenişi bana hitap eder misin?  Düşündüm, taşındım Allah Allah, dedim, ben Allah’la mı karşılaştım, o mu yarattı bu kainatı? Düşün dedi ona göre cevap isterim.

Ben dedim üç gün sonra bu cevabı veririm sana, oturduk. Sonra bir araba tuttum uğurladım.

Bu muhabbet esnasında ben taktım kafayı, Haki Dede düşünüyorum nasıl  bana bu şekil çıktı. Allah sıfatıyla düşünürken o akşam benim rüyamda Valide Cami’sinde bir Aşri şerif, (Kuran) sesi geliyor. Öyle bir davudi, sevdalı ses ki bütün Aksaray’ı kaplıyor. Allah Allah ben böyle Kur’an okuyan hiçbir kimse görmedim. Kalktım gittim camiye. Müezzine dedim kim okuyor bu Kur’an’ı? Müezzin demesin mi, İmam Ali Efendimiz okuyor? Onu der demez ben bir hoş oldum. Caminin içine girmedim. Caminin camına dedim dayanacağım, dinleyeceğim. Şimdi burda okuyor Ali, Hz. Ali. Ben de camda duruyorum. Cam kırılsa yüz yüzeyiz Hz. Ali’liyle. Ya Sadak Allah’u Azim, deyinceye kadar ben o haldeyim. Böyle bir hoşluk oldu içimde,  çıktım. Onun sedasıyla sarhoş oldum. Şıh Dede’yi arıyorum. baktım Dede yine bir Cuma’ya camide namazda buluştuk. Hasan kararın ne? Düşündüm taşımdım dedim. Hiçbir varlık Allah’ı dile getirmedi. Ne güneş, ne ay, ne dağlar ne taşlar. En büyük hayvan balina değil, hiç biri. Baktık ki Adem boyunda gizlenmiş ordan alıyormuşsun. Hem kendini tanıtmış hem anlıyor musun kendi ismini kendi büyüklüğünü ordan söylemiş ve bütün varlıkları da ordan isimlendirmiş. Ben böyle bir şey düşündüm. Düşündüğüm için sana hitap ediyorum.

Düşündüm taşındım. Allah hiçbir varlıkta dile gelmedi. Allah insanda dile geldi. Kendi büyüklüğünü insana, insanı da topluma tanıttı. Bütün dünyadaki varlıklarını insan diliyle yine insana tanıttı. O zaman karar verdim. Allah insanda tecellisini gösteriyor. İnsanda tecellisini gösterdiği için Haki Dede Hazretleri’ne ikrar verdim. Üç sefer Allah! Diye hitap ettim. Sonra sayısız manalara karıştım.

Bak 1959. Kalktım ikrar verdim. İkrar verdikten sonra aldım ben ondan gece hizmetini. Kalkıyorum işler, gaflar şafağa kadar  yapıyorum gece din hizmetleri defediyorum her şeyimi, ister misin bir akşam bir mana fakire zuhur ediyor. Mana şu zuhur ediyor; müşrik müminler savaş edecekmişler, İmam Ali Efendimiz gönüllü asker istiyor.

Şimdi buralar önemli. Ben de dönüp dedim ki Ali’ye asker olmayacağım da kime olacağım? Şükür ki o güne yetiştim.  Gittim evin ahırından atı çıkardım, bindim ata kendimi anlıyor musun koyduk Hz. Ali’nin yoluna. Yolda giderken bir yağmur, bir yağmur, bir yağmur  Allah! Her taraf bir su haline geldi. At boğaza kadar battı çamur oldu. Ben indim attan. Dedim ben durmam ben gideceğim atı bıraktım yürüdüm. Geldim Medine’ye ne zaman geldim selam verdim, aradım İmam Ali Efendimizi hemen bir askeri onun aldı beni evimden. Şimdi ben gördüğüm manayı asker mis kokuyor. Tertemiz beyazlar içinde, tertemiz. Bütün askerler mis gibi kokuyorlar.  O yüzlerden nur akıyor. Onlara ben bakmaktan doyamıyorum. Geldim İmam Ali Efendimizin çadırına. Selam verdim. İmam Ali Efendimiz hoş geldin, dedi. Hoş bulduk, dedim. Hayır ola, dedi. Sana dedim gönüllü asker olarak geldim. Tuttu beni müsafaya (kucaklama) sonra, şimdi beraber çıkacağız dışarıya, dedi. Bekleyeceğiz Hz. Resullahı ondan dedi emir gelirse biz savaşa gideceğiz. Tuttu bana Zülfükar’ını kuşadı. Atlara bindik. İkimiz asker önünde duruyoruz. Karşıdan Resullah Efendimiz geliyor. Gelir gelmez  Hz. Ali Efendimiz atlattı attan aşağıya Düldül’den koştu Resullahı karşılamaya, ben de atladım. Bana dur, dedi. Durdum. Kendisi gitti ikisi görüştüler. Görüştükten sonra Hz. Resullah, ben gidiyorum mürşitlere, temkin de bulunacağım kan dökülmesin, dedi. Teslim olun, Hakk yoluna. Eğer teslim olmazlar ise dedi, tek taraftan güneş doğarsa doğudan siz saldırıya geçin ama doğudan ve batıdan güneş doğarsa bil ki müşrikler barışı kabul etmiş oluyorlar. Gitti Hazreti Peygamber görüştü müşrikler bir baktık iki tafradan güneş doğdu, hem batıdan hem doğudan. Bütün asker keplerini havaya attı. Bir bayram havası yaptılar.

Baktım sabahleyin Şeyhim, Hasko ne çabuk yol aldın sen yahu, diyor. O da bu güzel rüyayı görüyor.  Ben Ali’de asker olmuşum. Haki Dede zamanın Şemsi’ydi. 

 

Buna benzer çok manalar zuhur etti. 1965’de Şeyhim soyundu. 1965’gizli hilafete orda çünkü Mevlevilik’te alınır, verilmez. Biz hilafetti aldıktan sonra hep onun yanında bulunduk. Şimdi o beraberken hiçbir şey konuşmazdı. Bir gün buna dönüp dedim ki baba, dedem sen niye konuşmuyorsun? Bana ne buyurdu. Bak Hasko dedi.  Erenler bir gün dedi Sultan Velet  Hazretleri gecenin bir vaktinde Şems’in makamına giriyor. Mevsim kış gecesi. Şems de bir ateş yanında oturuyor. Şems’in yastığı tuğlaydı diyor. Tuğlaya koyardı başını. Böyle nefsine ıstırap verirdi. Selam verdi niye geldin şehzadem, gel bakalım  diz oturuyor. Sultan Velet Hazretleri başını koyuyor Şems’in dizine. Şems de  başını okşuyor. Ya Şems, geldim babama verdiğin ilimleri bana da veresin, beni babam bilgin yapasın, diyor. Dönüp diyor ki ey benim güzel nur evladım. Ben de artık diyor hiçbir şey kalmadı, senin babanın her kılı bir Şems’dir artık, git orda bilgin ol, git artık orada beni gör, ben artık oradayım, diyor. Eh şimdi ben soyundum sana nasıl konuşabilirim ben? Ben konuşurum. Senlen ben  konuşuyorum ve kısa bir zamanda. Bir toplumda artık ben konuşmam. Ben senden konuşurum. Sen konuşursan, ben konuşmuş olurum. (Toplumda muhabbet açmazdı.)

1980’de Mevleviler arasında biraz antlaşmazlık doğmuş. Bir bakıyorum Konya Şeyhi Selman Dede, ruhu şad olsun, telefon açıyor onu da Şeyhim  gibi severdim. Çok sevdiği için fakire hem Dedem derdi, hem Hasko derdi. Hasko-Dedem seninle dedi bir yerde buluşmam lazım. Niçin dedem, dedim? Ya bir konu var dedi. Yücel Dede’yle Nezi Uzel Gurubu’ndan  arası açılmış dedi. Ben düşündüm, seni oraya postnişin olarak gönderim o çocuklar boşta kalmasın, dedi. O zaman buluşalım dedim. Cerrahpaşa’da Rufai Şeyhi Raik Baba’nın dükkanında kalktık saat ikide buluştuk. Buluştuktan sonra Hasko dedi kabul eder misin, dedi bu işi. Evet, dedik. Şimdi ben bu işi kabul etmeden önce ben de bir mana zuhur etti 1980’de.

 

O açıklamalar o gelişler çok güzel yalnız tabii belki bir başka söyleyişi de daha detaylandırırız. Şimdi ben bir söyleyişi yaparken birden çok konu gündeme geliyor tabii hepsini de bir söyleyişi de alamazsın yani onu bir söyleyişe sıkıştıramazsın.

Mesela ben Balkanlara çok ilgi duyan insan olduğum için oradaki inanç yapılarını da merak ediyorum. Siz tabii daha 1954 yılında evlendim, dediniz. Değil mi? Daha Balkanlardaydım o zaman 5 Mart 1959’da geldim buraya.

 

Sevgili Dedeciğim; oralardan biraz daha bahsedelim. Nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiniz? Toplumsal yaşam nasıldı orada? Türklerin yaşamında bir farklılık var mıydı? İnsan ilişkileri nasıldı? Yabancılarla, farklı milletlerden insanlarla nasıl anlaşılıyordunuz o dönmede?

Oradaki insanlar ne oldu? Şimdi İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Yugoslavya’da tamamen bir demokrasi vardı. Türklere büyük saygıları vardı. Cuma günleri tamamen Türk askerini, Yugoslavya’da askerlik yapanları bandoyla camiye getirirlerdi. Türk bayrağı camide asılırdı Cuma günü. Ramazanlarda yine Türk askerini teraviye bandoyla getirilerdi. Teraviye sinema tutulurdu, ilahiler, dini sohbetler, çaylar, kahveler çok renkliydi. Anlıyor musun hoş bir şekilde yaşanırdı. Yani Hıristiyan’ıyla, Makedon’uyla, Türk’üyle, Arnavut’uyla bir birlik vardı. Toplumlar aralarında İkilik falan yoktu.

O devirde tekkeler hizmette, camiler hizmette, hocasıyla, dervişiyle  muhabbetleri anlıyor musun? Bir birlik var, iyi geçinirler, birbirini yoluna saygı duyarlardı. Şimdi tasavvuf ehli dinini saklardı münafıklardan, Neden saklardı? Onlar anlamadıkları için. Hemen gelirdi birbirlerine yapardı. Muhabbetler, sohbetler yapar, inciler saçarlardı o incilerden, üzerinde taşırdılar.

Şimdi hiç unutmam. Bektaşi babalarından, Aziz Baba vardı çarıkçıydı bir zaman, komşusu da Sünnilerden  bir hacı, ezan okuyor, bu hacı dönüp diyor ki aziz Allah, Bektaşi babası da dönüp buyrun kulum, diyor bir şey mi istiyorsun? İsmi Aziz ya yani latife yapıyor. Bu tatlı şakalarda aralarında vardı. Bu güzellik biz daha çocuktuk o zamanlar yani daha derinlere düşünün ben bunları sizlere 40’larda söylüyorum sanki anlıyor musun 5 yaşında bir çocuk ama ne bilim ruhumda bir büyüklük varmış ki bunları keşfetmişim.

Şimdi İkinci Dünya harbi oluyor 39 sonlarında, ben 5 yaşındayım. 45’de harp bitti, ben 10 yaşlarındayım o zamanlar. Şimdi 10 yaşlarında tabii artık biraz gözümüzü açtık. Çocuklarla anlıyor musun koşuyoruz, ediyoruz. Yine bir biçimde Hz. Muhammed’de karşı, İmam Ali’ye karşı bir sevgi vardı daha çocuk yaşlarında. Nerde bir din muhabbeti yapılırsa ben hep kulak verdim. Severdim dinlemeyi, gün geldi tabi o savaştan sonra artık bu düzenler biraz kayboldu. Neden kayboluyor? İşler bozuldu.  5 sene savaş sürdü yani tarlalar işlenmedi, dükkanlarda mal kalmadı. Bir kilo un için diyelim 30-100 yüz metre giderlerdi alsınlar, ekmek alırdım fırından kepekle, mısır  karışık, İplikte içerdiler hak hukuk geçmesin. Yani evde o ekmeği yemek için, fasulye kaynatırdım. Onun suyuyla ekmek ye, öbür taraftan çay yok, ayva yaprağı kaynatırdırlar, ayva yaprağı çok güzel bir renk verirdi, kokusu da güzel ayva kokusu. Onunla sabahları tuz, biber, mısır dilinmiş peynir yok. O sofrada duruyor. Bana batırıyorsun ekmeği, arkasındanda ayva yaprağı içiyorsun. Kumaş yok, elbise yapılsın, şeker çuvallarını boyattırıp pantolon yapıyorlardı. Ayakkabı çoğunda yok, kayışlı takunyalarla giderdi çocuklar okullarına. Ondan sonra kışlık paltoları yok, askeriyenin paltolarını bulmuşlar, toplamışlar, etmişler, öyle çocuklara palto yapardılar. Çanta yok, kumaştan kılıflar onun içinde defterler, kitaplar öyle gidilirdi okullara. Bu yüzden anlıyor musun? Tekke muhabbetti tasavvufu örtüldü, kalmadı yani bu yorgunluklar yüzünden ondan sonra yol açıldı Türkiye’ye. Yol açılınca işte kalktım geldim. Arayış isteği olduğu için kendimi buldum ben.

 

Peki o sıkıntıları o sorunları yaşadınız ama diğer milletlerden, diğer inançlardan insanlarla diyaloglarınız nasıldı? Şimdi ister Makedon olsun, ister Sırp olsun, ister Arnavut, Boşnak olsun inançlarımıza, birbirimize saygımız sonsuzdu.

Bir sefer biz çocukken yoldan bir papaz geçecek olsa, ya bir hoca geçecek olsa, biz oyunumuzu bozardık, bırakırdık oyunu, hemen duvar kenarında dururduk. Böyle bir terbiye vardı. O geçerdi bize selam verirdi. Biz de selamını alır, selam verirdik. Uzaklaştı mı bizden on metre sonra, oyunumuza devam ederdik. Karşıdan hoca efendi geçiyor. Onu da görür görmez yine oyunu durdururduk. Öyle bir terbiye almışız. Yine duvara dayanır beklerdik,  Hoca Efendi geçsin, diye. O da aleykümselam derdi, biz çocuklar, vealeykümselam, derdik. Nasılsınız, iyi misisiniz? Hamd olsun der, geçerdi hoca.

 

Peki diğer çocuklar Sırp çocukları da mı aynısı, Sırplar’la falan mı oynuyordunuz? Hemen hemen aynı edebi taşırdık.

 

Yani beraber oynuyordunuz? Tabi beraber oynuyorduk. Türk’ü, Makedon’u, Arnavut’u beraber oynuyorduk, karışık yani öyle bir ayrımcılık yok.
Şimdi Ramazan ayına gelirdi. Ramazan ayı geldiği zaman hiçbir İsevi gündüz yemek yemezdiler. Sigara içmezdiler, yaşlısı, genci saygı duyarlardı. Nasıl bir edep vardı duygulanıyorum  ya.

Duygulanıyorum buna çok duygulanıyorum, bu ne demek yav. Onlar, orucumuza, bize saygılıydılar. Katiyen saygısızlık yapmazlardı. Biz oruçluyken yemeğini fabrikada yemezdiler. İşyerlerinde olsun, çarşıda olsun, işyerlerini de söylüyorum, aynıydılar. Çok açık değil yani, nefsini kör eder, öyle oturmaz. Yaşlı bir adam vardı, 70‘lik, katiyen anlıyor musun su içmezdi bizim karşımızda,  bütün gün otururdu.

Ayhancığım tüm bu güzellikleri, saygıyı, sevgiyi biz yaşadık. Komşularımızdan çok memnunduk. Orada bir barış ve huzur ortamı vardı. Bu güzel ortamı da biliyorsunuz, Osmanlılar sağlamıştı.

 

Türklerin geleneklerine saygı gösteriyorlar, inançlarına saygı gösteriyorlar. Peki evlere gelip-gitmeler, komşuluklar var mıydı? Tabi, Tabi.

 

Gelenekleri anlıyorlar tabii? Bizim gelenekleri biliyorlar. Biz de onların geleneklerini biliyoruz. Yani birbirimize saygıda hiç kusur yok, katiyen.  Aramızda  çok da güzel şakalar olurdu onlarla.  Kadınlar arasında, erkekler arasında hiçbir ayrım yoktu. Hep birlikte bir aile gibi geçinirdik onlarla.

 

Okullarda durum nasıldı? Okullarda da durum; diyelim şimdi Türk Okulu, Arnavut Okulu, liseye kadar, liseden sonra yok üniversite Sırp, Makedon üniversite istersen geçeceksin onların okuluna ayrım da yapmıyor. Neden ayrım yapmıyor? Zaten lisan biliyorsun.

 

Şimdi Makedonya denilen yer baya problemli bir yer oldu.  Yani Balkanlar’da bu kadar çok insanın yaşadığı bir ülke sorun halini aldı. Oraya Yunanistan sahip çıkmak istedi, Arnavutluk sahip çıkmak istedi… o tartışmalar da hala bitmiş değil. Yani Arnavut’u, Sırp’ı, Makedon’u, Türk’ü değişik uluslardan, inançlardan insanlar olduğu halde barış ve huzur vardı o coğrafyada. Peki bu sorunlar nasıl çıktı, nerden başladı bu problemler sizce? Şimdi Türkler oradan uzaklaştıktan sonra artık kargaşalar başladı. Çünkü Arnavut, Türk, Makedon Boşnak, Sırp farklı farklı insanlardır. Onların bir arada durması da öyle kolay değildi. Türkler iyi idare ediyordu orayı. Sırplar zaten inatçıdır. Her milletin kendine göre özellikleri vardır.

Şimdi Boşnakları kim kalktı kışkırttı biliyor munuz? İran.

İran orda bir İslam devleti kurulmasını önce teşvik etti. Teşvik ettikten sonra yardıma koşmadı. 300 yüz bin Boşnak yok edildi. Türkiye yardıma geldikten sonra bazı şeyler düzeldi. Şimdi sen ister misin Kürt Devleti kurulsun? İstenmezsin. Ben de istemem. 500-600 sene diyelim o yerlerde onlar yaşamışlar Arnavut’uyla da, Sırp’ıyla da, Boşnak’ıyla da, Hırvat’ıyla, Türk’üyle. Sen neden kalkıp istiyorsun ayrı ayrı devlet kurasın? Kalktı Yugoslavya ayrıldı, ayırdılar birbirinden. Yugoslavya’nın arkasında kimler var? Alman var, Avusturya var, o millete çok yakın. Peki hala Hırvatlar nereye ayrıldı? Hırvatlar tamamen Avusturya milletidir. Ona da Avusturya sahip çıktı. Boşnaklar daha II. Murat devrinde İslamiyet’i kabul etmişti. Senin lisanın Sırpça, ana lisanın Sırp lisanı. Boşnak’ın onlarla aynı kanı taşıyorsun, onlardan dinliyorsun neden devlet kurmak istiyorsun. 

Boşnak çocuğu Sırp kızını seviyor. Çocuk vuruldu. Kız da geldi yanında vuruldu. İkisini bir mezara koydular. Guguk kuşunun  vurdun mu erkeğini, dişisi de gelir vurulur, yaşayamaz. Bunlarda da  böyle bir sevgi vardı, bir aşk vardı, bir muhabbet vardı. Ya fitne ne yapar, bir orduyu berbat eder. Bunları fitlediler, bilmem ne dediler. Birbirine düşürdüler. Şimdi neden orda bir İslam devleti kurulsun Avrupa içinde uygun göremediler. Bu yüzden anlıyor musun çok zorluk çekti Boşnaklar.

 

Orada bir tasavvuf  yoğunlaşması  var. Dergahlar, türbeler, yatırlar, ziyaretler çok orada. Orası bir önemli bir Türk merkezi ama şimdi bile yeterince ilgi gösterilmiyor. Siz  1954’te evlendiniz,  buraya, Türkiye’ye,  1959’da geldiniz. Tekrar oralara gittiniz mi?  Yok, gitmedim hiç. Artık oralara gitmedim.  2005’de bir hizmetten dolayı Üsküp’e gittim. 2004’de Sırbistan’a, Hırvatistan’a gittim.

 

Bir bağlantılarınız oldu mu hiç? Gelirler oralardan buraya bazı tanıdıklar. Onların artık bir kısmı gitti, bir kısmı geldi.

 

Türklerin orada ki durumu nasıldır? Şimdi benim anladığım kadarıyla Türklerin durumu, Makedonya’da Türkler geriliyor. 

 

Bayağı Türk var mı? Yok.

 

Azaldı mı? Azaldı. Türkler Manastır kazalarında, Ohri kazalarında biraz varsa vardır. Oralarda yok. Çünkü oralarda Arnavutlar daha ağırlıklıdır.  Hem Boşnaklılar ağırlıkta bu yüzden kargaşa çıkar. Arnavut işte inattırlar. Onlar Nuh derler, peygamber demezler. Biraz anlıyor musun inatları da üzerlerinde fazla havadadırlar. Bak Arnavutluk  Ömeri Faruk döneminde Müslüman oluyor. O devirden bu devire alsan bakarsın  ne çoğalmıştır ne azalmıştır.

Neden bunlar kaynaklanıyor, benlikten, cehaletten. Dedim ya orda Türkler varken hepsini  bir arada tutmak mümkündü.

 

Peki türbeler, dergahlar, mezarlar var onların akıbeti meçhul şimdi? Eh şimdi onlar kalmadı, diyelim onları kim tamir yapacak? Hora’da İstimlak taraflarında Gora’da  Halveti Dergahı var. Kalkandelen Kasabası’nda Bektaşi dergahı (Harabati (Sersem Ali Dedebaba) var. Üsküp’de Bektaşi, Rufai, Mevlevi, Kadri var,  Sinani var, epey dergahlar var Üsküp’de ama onları yaşatan artık kimse yok.  Bazı dergahlar canlıdır ama çoğu çalışmaz. 

 

İstanbul’da Şahkulu Sultan Dergahı var. Sizin de bir ilginiz oldu sanırım orasıyla? 1962’lerde  62-63’lerde, ey Allah’ım, ne güzel günler vardı. O zamanlar Sefa Baba vardı. Şimdi tam bilemeyeceğim dedeler, babalar vardı oralarda. Ama oralarda da bazı sorunlar olmuştu. Babalar, dedeler arasında bazı sorunlar oluyor, orada da olmuştu. Bilmiyorum bir babanın tatlısına alçı mı koymuşlar neler olmuş. Çok bilgili, terbiyeli babalar da vardı. Ben oraya fazla gitmedim. Ama anlıyor musunuz, bizler her yerde, her insanda bir güzellik arıyoruz, o yüzden kimseyi birbirinden ayırmıyoruz. 

Şimdi Fakir oraya gittim, Şahkulu dergahına, Merdivenköy’e 1979’larda. Oranın şeyhi Hakk’a yürümüştü. Oradaki canlarla sohbetlerim olmuştu. Benim tanıdıklarım içinde Sadık Baba vardı, Tuğrul Baba vardı, Nusret Baba vardı. Onun abisi Fikret Baba vardı, o çok kibar bir insandı. Onun Laleli’de dükkanı vardı. Onunla çok sohbetlerimiz olmuştur. Hünkar’ın nuru sanki onun yüzünde idi. Biliyorsunuz, Hünkar Hacı Bektaş Veli o kadar hakikat ehli bir pirdi ki tek bir kez bile dünyavi nimetlere yüzünü açmamıştı. Harama yüzü kapalıydı. Fikret Baba da o yolda gidiyordu. Bana Hüsniye kitabını hediye etmişti. Çok uzun sakalı olan bir Ziya Baba vardı. O da Balkanlar’dandı. Bunlar çok temiz, iyi insanlardı. Çok muhabbet ehliydiler. Onların Mevlana’ya büyük sevgileri vardı. Onlarla çok güzel günlerimiz olmuştu. Şimdi ben böyle babaları, dedeleri arıyorum. Öyle güzel insanlar arıyorum.

 

Alevilikte, Anadolu’da inanç önderleri, yani inanç bazında cemleri bağlayanlar, yürütütenler yani Dedeler dediğiniz insanlar belli bir  ocaktan gelir, belli bir kökten gelir. Fakat Bektaşilik’te ve diğer bazı bir inanç kümelerinde biliyoruz bu böyle bir kaide yok. Yani tarikat içerisinde, tekke içerisinde, dergah içerisinde, yol içerisinde yetişen, pişen, şeyhinde, pirinden, mürşidinden artık o makamda bulunan dedesinden, babasından, halife babasından el etek  tutan, icazet alan, o yola gönüllü verenler oluyor. Bunlara derviş veya baba deniyor.

Mevlevilik’teki sistem de bu sınıfa mı giriyor? Şimdi bizim öyle değil.

 

Sizin sistem nasıl? Şimdi bizdeki sistem; bir toplum imamına, şeyhine bakarken ikisi arasında bir muhabbet doğarsa aradan perde kalkar. Perde kalktığı zaman istersen sen Yenibosna’da ol, ben burada olayım, sen beni görüyorsun, ben de seni görüyorum. Hiç bizde, ayrı gayri yoktur. Mahşerde kalkmış, her şeyi yapmış, manalar ne görürsem ben sen de görürsün. Neden? Çünkü Muhammed, Ali bir nurdandır. İkisi birden zuhur etmiştir, ikisi bir nura sahiptir. Ben de şeyhimden sonra bir ruha, bir nura sahibim, ben onun dervişiydim, Ali mertebesindeydim. Şeyhim Muhammed mertebesindeydim. Onun eğitimiyle ben yetiştim, aşkımı oraya büyüttüm. Sadakatlen baktım, perde kalktı. Şimdi o ne oldu yeni Muhammed aşkı oluyor.

Şimdi dergahlarda diyelim şeyhler Hakk’a yürüdü. Onlar nasıl yürüyecek o dergaha Mana şeyhi en kıdemli dervişi edebi, erkanı güzel olan onu teberruken, bak teberruken posta getirir.

Teberruken bakmayacak. Oranın erkanını, eğitimini yapar, ama bir yolcu geldi mi onu irşat edemez, ona sorumluluk veremez. Onu aydınlatamaz, katiyen kalkarsa aydınlatsın, berbat eder ortalığı, sonra posta oturduğu zaman benim postumda oturamaz.

Postun bir ucunda oturur. Posta tam oturmaz, ucunda oturur köşede sağda, kenarda o posta oturmaz, oturmasın. Şimdi bu ne yapar yürütür, genel durumu, erkanı yürütür. Bakarsın bir yerden tecelli eder maneviyattan böyle manevi şeyleri ancak alır, veremez.

Tekkeler boş kalmaması için yine bir tane çıkar manevi Şeyhi,  kırk tane çıkmaz. Bizde şimdi Mevlana’der “Ne Mutlu Yoldan Gelene, Ne Teki Belden Gelene, Belden Gelir Yezit  Gelir, Yoldan Gelir Mümin Gelir”. Var ya Arap uşağından… adam öldürdü bunlar bu gün hep evladiye yaptılar be Ayhancığım. Baba Hakk’a yürümeden oğlunu geçirdi posta. Evladiye geçire geçire işte bu hale geldi dergahlar. Onun için Mustafa Kemal devrinde evladına verilmedi, erbabına verdi. Bak biz ne diyoruz, teberruken bu teberrudur bahşiş verilmeyecek teberru orda oturacak o değil o Tanrı sıfatını taşımaz o oranın onbaşısı. Yani Allah geçinden versin ben Hakk’a yürüsem Mete de oturamıyor, Gürcan da teberruken oturabilir. Onlardan daha ben almadım bir mesaj.

Bugünkü şeyhlerin çoğu evladiye (soydan) geldiği için bir nokta da elde erbabi olmadığı için yol yürümüyor. Evladi olsaydı Hz. Resul’ü Ekrem evlatları onun yolunu yürütürdü.

Onun yolunu onun yiğeni ve damadı olan Hz. Ali yürütmeye çıktı. Hz. Mevlana’dan (Selam olsun üzerine) oğlu Sultan Veled’e bırakmadı. Katibi Hüsamattin Çelebi’ye bıraktı. 11 sene sonra Hüsamettin Çelebi’den hizmet aldı Sultan Veled. Sonra hilafete geçti.

Mevlevilik’te hilafet alınır, verilmez.

 

Peki muhip yani muhip ve muhiban denilir, Bektaşilikte. Yolu sürenlere sizlerde ne deniyor? Şimdi bizde muhip, yolu seven, muhiban yolu sevenlerin çoğunluğudur. Bunların arasında üstün mertebeyi alan dervişidir.

Muhip mürşide sevgi ile bakarsa aradan perde kalkar. Biz bir hale bürünen insanlarız. Özümüz sözümüz bir olmalı. Aradan ikiliklerin, perdelerin kalkması lazım Mevlevilik’te. Bizler surette iki gürünsek de hakikatte (manada) birizdir.

Mevlevilik’te hilafet alınır, verilmez. Bu yüzden Mevlevilik’te “dede” sıfatı yoktur. Hakiki manada dede sıfatı yoktur ama teberruken dede sıfatları bulunmuştur. Dergahlar boş kalmasın diye, bu sıfatlar bulunmuştur. Bunlar yolu irşat etmez, ancak erkan yürütürler. Benden sonra hizmet gören teberrudur. Beni giyen daha kimse çıkmadı.

 

Dervişlik bir üst makam. Bir üst makam. O birlerinin bir üstü. Şimdi bizde Muhip var derviş o.

Derviş demek, tamamen yoklukta durmaktır. Hz. Ali gibi olmaktır. Hz. Ali nasıl Hz. Muhammed’e “baş kesmiş” boyun büküp, teslim olmuş, kendinden geçip sadakatla hizmet etmişse, dervişlik te budur. Herkes derviş olamaz. Dervişlik en üst makamdır.

 

Dervişten sonra Dede mi oluyor? Tabi öyle. Derviş Ali mertebesinde tatlım benim. En büyük derviş Ali, yolun dervişi yani. Dede, tam manasıyla mürşidine teslim olmuş, Allah, Muhammed, Ali sıfatlarına girmiş, onların sıfatlarını görmüş, Hz. Ali’nin sıfatını mürşit olarak görmüş, Sıtkı bütün inançla mürşidine bağlanan bir kişi çıkarsa “dede” ona soyunur. İkisi arasında manalar göründüğü zaman birbirlerine yaklaşıp, her ikisi de bir olur. İkilik aradan kalkar. Böyle bir zuhurat olduğu zaman şeyh efendi soyunur, derviş dedelik makamına geçer. Geçtikten sonra artık her şey ondan sorulur, dede hiçbir şeye karışmaz artık.

Bu neye benzer? Muhammed Ali’dir, Ali de Muhammed’dir. İki görünürler bir okunurlar.

Diğer tarikatlarda bu yok. Diğer tarikatlarda 20 şeyh (halife) yetiştirirse bir şeyh kendisini pir sayar. Mevlevilik’te ise bin tane dede olsa yine pir Hz. Mevlana’dır.

 

Söyleşi: 12 Haziran 2003, Silivrikapı, Hasan Çıkar Dede’nin Evi.

 

Hasan Çıkar Dede’yle Söyleşi (III)

 

Yaklaşık 10 yıldır derneğin faaliyetlerini ve derneğin semah ve müzik grubu olan Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu’nun faaliyetlerini düzenlemeye çalışıyoruz. Bu dernek yaklaşık 500 yıllık bir tarihi eser olan inanç ve kültür merkezini maddi ve manevi anlamda yaşatma amacı ile kurulmuş. Biz de bu kurulma amacına sadık kalıyoruz, onun üzerine yeni şeyler ekleyerek genişletmeye çalışıyoruz.

1998 yılına kadar derneğimiz yurt içi ve yurt dışı faaliyetlerde bulunuyordu. Fakat biz derneğin amacına daha sadık kalması için bir vakıf oluşturarak; Galata Mevlevihanesi’ndeki faaliyetlerimizi bu vakıf bünyesi altında organize etmeye karar verdik. Bu kurumun içinden ikinci bir kurum daha çıkmış oldu, onun adı da 1998 yılında kurulan Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı idi. Vakıf dernekten ayrıldı. Dünyanın her tarafında faaliyetlerde bulunmaya devam ediyoruz. Galata Mevlevihanesini Yaşatma Derneği’ni yöresel olarak konumlandırıyoruz, dünya çapındaki faaliyetlerimizi vakıf bünyesinde icra etmeye gayret ediyoruz.

Nasıl kuruldu bu dernek daha sonra da vakıf?, bu kurumların onursal başkanlığını yapan fikir ve görüşleri ile bu yolu aydınlatan Hasan dedemiz, sizinle beraber bu inancı yaşatma kararlığında olan insanların bir araya gelmesi Galata Mevlihanesi’nin bir mekan aracılığıyla yaşatılmak istenmesi sanırım eskiye dayanıyor.

 

Sizden dinlesek Mevlevilik’ten Mevlana’dan ve Alevilik’ten bahsedeceğiz ama bu kurumlar nasıl oluştu?

 

Galata Mevlihanesi Derneği Bircan Dede tarafından 1978’de kuruldu. 1989’da bizim elimize geçti ve o tarihten itibaren derneğe hakim olan biziz. Galata Mevlihanesi’ni de en güzel hizmeti iç ve dış topluluklara vermekte yine bizleriz. Ondan önce bu dernek o kadar güzel faaliyetler vermemiş, aralarında birlik olmamış, çünkü bir kişi bağlandığı yere bakmadığı takdirde o yolu kolay yürütemez.

 

Siz Mevlana dediniz, Mevlevilik dediniz ve onun çevresinde kurulan bir örgütlenmeden bahsettiniz. Ben çok iyi biliyorum ki sizin benzer kurumlardan ayrılan yönleriniz var. Benzer kurumlar derken yine Mevlana’nın ismini taşıyan Mevlevi inancının yapısını kendinde topladığını söyleyen diğer dernek ve vakıflardan ayrılan bir yönünüz var.  Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı, Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu olarak  bazı tutucu, muhafazakar yapıdan ayrılan yönleriniz var. Nedir bu ayrılıklar? Sizin kendi çapınızdaki faaliyet gösterdiğiniz diğer vakıflarla ayrılan yönleriniz nelerdir? Sivil toplum kuruluşları kendi kurum ve amaçlarına uygun olarak faaliyetlerde bulunuyorlar. Bizim hiçbir derneği, vakfı veya kuruluşu eleştirmek gibi bir misyonumuz yok.

Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Mevlana ve baş öğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi kendimize lider edindiğimiz büyük varlıkların kültürel ve felsefi kimliklerinin sentezi bizim görev taramamız bu, bunun dışında hiçbir faaliyet içerisinde değiliz ve olamayız da. Kültürel ve felsefi kimliklerin bugünkü insanlığa neler getireceği tüm insanlığa Hz. Mevlana’nın buyurduğu gibi, din, dil, ırk ayırmadan tüm insanlığın neler alabileceği hangi faydalar temin edebileceği konusunda gücümüz yettiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Ama bunun dışında başka amaçlar için faaliyetler gösteren dernekler, vakıflar var. Yalnız amaçları ne olursa olsun laik cumhuriyetin ilkelerine, Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerine uyan, o alan içerisinde faaliyet gösteren tüm sivil toplum kuruluşları ile biz dayanışma içerisindeyiz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve milli mücadele arkadaşları için bu grup semah töreni icra ediyor. Onun anısına ona beslediğimiz duyguları kağıda döküyor ve topluma hitap ediyor ve bizim simgemiz artık bu faaliyet hiçbir şekilde kimseyi farklı görmeden ortak faydalar çerçevesinde bu faaliyetler içerisinde bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

 

Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni.

Sen ayna,  O’dur güzelliğin sultanı ey insan...

Alemde ne varsa sendedir her an için,

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan..

 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer,

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan...

İnsandan silinsin şu kibir gör o zaman,

Her bir firavun sanki Musa Peygamber ey insan....

 

Dünyada ilk ve son varlıksın ey insan...

Allah katında tek varlıksın halife-i haksın ey insan...

Yerin göğün tek varlığı kainatın nurusun ey insan...

Alemler senden zuhur oldu sen haksın ey insan.

 

Mevlana dediğimizde, Mevlevilik dendiğinde bir çok insanın bazı fikirleri oluşuyor kafasında. Bu konuda siz neler söyleyeceksiniz, Mevlana kimdir, felsefesi nedir, Anadolu’muzda, Türkiye’mizde nasıl bir konumu vardır? Hz. Mevlana büyük bir müteffekkürdür. Onun dünyada eşi benzeri yoktur, onun gibisi ne gelir, ne  de gelecektir. Kendisi insan toplumuna aşkı, sevgiyi, birliği, kardeşliği sunan bir müteffekirdir.

Bütün insanlık alemini birliğe, sevgiye, kardeşliğe davet eden bir manevi üstattır.

Onun bakışında zerre kadar ikiliğe yer yoktur. Bir seslenişinde ikiyi bir gören bizdendir, biri iki gören bizden değildir, daima her şeyi birleyen bir üstattır, demektedir. Aşk üzerinde şöyle seslenmiştir; aşk bir padişahtır bayrağı görülmez, aşk Tanrı kuralıdır, ayetleri belirmez, her kişi bu avcıdan bir ok yemiştir kanlar akar durur fakat yarası belirmez. Hz. Mevlana aşkı böyle tanıtmıştır. Hatta bir yerde de şöyle der, anam aşk, babam aşk, peygamberim aşk, Allah’ım aşk ben de bir aşk çocuğuyum aşkı ve sevgiyi söylemeye geldim bu aleme.

 

Bu alemi güzelleştiren ulular, büyükler, insanlar bunları gönüllerinde birleştirmişler Anadolu insanının gönül gözü ile baktığımızda şunu görmek gerekiyor onu öyle sindirmiş ki, insanlar o kadar güzel benimsemişler ki fikirlerini erenler, evliyalar insandan yana, sevgiden yana ne varsa onun yanında yer almışlar ve kinin, nefretin, kibirin karşısında yer almışlar bu nedenlerle onların sevgisi örülmüş Anadolu toprağında. Hep söylenir konuşulur.

Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli fikirleri kaynaştırılıyor ve birleştiriliyor, bunlar ne kadar gerçekçi, ne kadar doğru deniliyor ve halkın gönlüne gidilmesini Mevla’nın ve Hacı Bektaş’ın eserlerine gidilmesi gerektiğine inanıyorum ve gidildiğinde orada ortak noktaları hemen çözüyoruz. Nedir ortak noktalar Hz. Ali, Ehlibeyt, Kerbela’da yatanlar nedir ortak noktalar? Sevgi, kardeşlik. Demek ki bizi birleştiren yakınlaştıran unsurlar. Hasan dede siz dediniz ki Ali var, Hacı Bektaş-ı Veli var, Atatürk var, Mevlana var. Bu isimler farklı görünümlerde olsalar bile, özleri bir öyle mi? Evet. Şemsi Tebriz’in şöyle bir seslenişi var; bağda üzüm kalabalık görünür, tavada hepsi birdir. Hz. Muhammed İmam Ali Efendimiz, Hz. Mevlana, Hünkar Hacı Bektaş, Mustafa Kemal, Yunus Emre sureten kalabalık görünür, manada hepsi bir. Bütün piranın temelinde Şah Ali yatıyordu, bir manevi kuruluşun temelinde bulunmazsa o kuruluşta ruhaniyet yoktur birlik yoktur, kardeşlik yoktur. Bütün güzellikler gerek Mevlana’da, gerek Hacı Bektaş’ta, gerek Yunus Emre’de, gerek Mustafa Kemal Atatürk’te bu güzel terimler zuhura geldiyse hepsi Şah Ali’nin Kerametinde. Şah Ali’ye imanla bakılmadığı takdirde hiçbir taht hiçbir güzellik zuhura gelmez.

Hz. Muhammed buyurur der ki, nebilerin, velilerin gören gözü Ali’ydi.

 

Aleviler için Hz. Ali yiğitliğin, güzelliğin, İslam dininin güzelliklerinin bir sembolü, Allah’ın arslanı, Şiiri Yezdan ve Allah’ın güzel bir kulu, yiğit bir kulu. İnsanlara adaletle bakan bir büyük isim. Sizin ilave edeceğiniz şeyler nedir Hz. Ali hakkında? Bizim nazarımızda ne kadar güzellik varsa hepsi bu güzellikler Şah Ali’nin zuhurudur. Başta Hz. Muhammed Miraçta Ali ile karşılaştı bütün piranda  Ali kendine ruh etti öyle meydana çıktılar. Ben de Ali’yi kendime ruh edinerek öyle bu meydana çıkmışım.

 

Şeb-i aruz yani Hz. Mevlana’nın 726’ıncı vuslat yılında dün bir tören bir ayin düzenlendi Galata Mevlihanesi’nde, bizler de oradaydık, Prof. Dr. İzzettin Doğan, CEM Vakfı yönetim kurulu üyeleri de oradaydı. Sizler orada ayini gerçekleştirdiniz. Dikkatimizi çok çeken bir şey, Alevi ceminde olduğu gibi diğer cemlerde gibi  orada da post vardı, kutsal isimler, kavramlar vardı, Hz. Hüseyin ismi vardı, Hz. Ali ismi vardı, Kerbela’da yatanların ismi ve onlara dualar vardı. Her halde Hz. Hüseyin’siz Ehlibeyt’siz Mevlevilik olmuyor? Şeb-i aruz’un manası Mevlana’nın bakışında kına gecem, düğün gecem, sevgiliye ulaşma gecem, diyor. Galip Dede; Şemsi Tebriz’le Hz. Mevlana’yı, Hz. Muhammed’le Hz. Ali’ye benzetmiştir; Hz. Ali’nin sıfatını Şems’te görmüştür, Hz. Muhammed’in sıfatını da Mevlana’da görmüştür.

Mevlana 48 bin beyit meydana getirdiyse hepsini Şems’e söylemiştir, Ali’ye söylemiştir. Tamamen sevgilisinde fani olan Hz. Mevlana gün geliyor 66 yaşlarında dünyaya veda günlerinde bir hastalığa tutuluyor, Keraatun hanımı dönüp Hz. Mevlana’nın huzuruna geliyor, Efendi hazretleri diyor, ne olur biraz rabbine müracaatta bulun biraz daha kal, sensiz bize hayat yok, diyor. Mevlana diyor ki, hanım, hanım sevgiliyle buluşma anımıza bir soğan zarı kadar mesafe kalmıştır, ben kimin malını çaldım, kimin malına göz diktim, beni firavun mu sandın, bu cihanda ne hapis etmek istiyorsun bu akşam neyler nefeslensin, kudumlar kurulsun, yani buluşma gecemdir bu akşam. Hz. Mevlana bu seslenişten sonra ikinci seslenişi tekrar hanımına diyor, hanım, hanım güneşin batışını görüyorsun doğuşunda şüphen mi var?, insan tohumu bir yerde ekildiği zaman insanlığın doğmasından şüphen mi var, bütün yaşamında hep bu anı inledim ne kadar şükür etsem az o anda geldi diyor sevgili uçuş anında, şimdi İmam Hüseyin, İmam Hasan, Hz. Ali’ye gelelim Hz. Mevlana tamamen Ehlibeyt’e fani Şah Ali’de fani oranın tamamen bir sureti idi oranın dışında Hz. Mevlana’ya ait hiçbir şey yoktu.

Hz. Mevlana diyor ki; dünya yok iken Ali vardı. İmam Ali’yi o kadar met etti, kendine ruh etti ruh ettikten sonra Mevlana Mevlana oldu, Hz. Mevlana’ya derin bir cemallikle bakarsak onun felsefesinde tamamen Muhammed Ali var, Mevlana’nın dışında hiçbir şey yok. Mevlana’nın dışı Muhammed, içi Ali’dir.

 

Hz. Ali, Hz. Hüseyin sevgisi çok derin. Ehlibeyt hakkında siz neler söylersiniz Hasan Dede? Hz. Mevlana şöyle seslenir, dünyamız beş kişi yüzü hürmetine zuhura gelmiştir; birincisi Hz. Muhammed, ikincisi Hz. Ali, üçüncüsü Fatma Anamız, dördüncüsü İmam Hasan efendimiz beşincisi İmam Hüseyin efendimiz. Bu beş yüz hürmetine bu alem kurulmuştur. Hz. Mevlana bizler bütün imanla bütün aşkımızla Ehlibeyt’e bağlıyız ve oranın varisleriyiz. Ehlibeyt vakaları zuhura gelmeseydi İslam hakikatleri ortadan kalkacaktı. Tamamen Emevilik elinde kalacaktı. Emevilik elinde kalan İslamiyet hayali maddi mana taşınmaya bir varlık olarak taşınmaya bu alemde okunacaktı ve bugün görüyorsunuz toplumumuz ne kadar boşluktadırlar. Hepsi bir hayali bir Tanrı peşindedirler. Çünkü hala Emevilik işlemleri işlenmektedir. Hakikatler topluma tam manası ile sunulmamaktadır. Bu yüzden bunlar çok üzücü bir noktadır toplumda, Hz. Mevlana insanın dünyada son varlık olduğunu söylemektedir. Tanrı başta cansız alemi yarattı, sonra doğayı yarattı, sonra hayvanı, sonra da insanı yarattı. İnsanda kendini yarattı. İnsan yüzü ile bütün eserleri seyretmeye çıktı ve bütün eserleri insan dili ile isimlendirdi. Kendi güzelliğini de insanda aldı, bütün bu güzelliklerin özü bizim nazarımızda Hz. Ali efendimizdir. Bunu akla sığdırmak kolay değil. Ancak yaşamak, o hale bürünmek, sonra Ali’nin büyüklüğünü görmek gerekir. Bu güzelliklere varmak için sevgi ve temiz aşk istenir.

Hz. Mevlana; yolları en çabuk kısaltacak vasıtayı aramak isterseniz o vasıtada aşktır, der. Ehlibeyt’imize temiz sevgi ile büyük bir aşkla bakılırsa o zaman oranın güzellikleri bakan kişide görülür. İşte Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre bunlar buraya böyle baktılar, bütün insanları bir gördüler, birliğe davet ettiler, ikiliği ortadan kaldırdılar.

Mevlana buyurur ki; bir gün Mevlana’ya şöyle söylenir: ya Mevlana peygamberler hakkında senin bakışın nedir?, Mevlana şöyle cevap veriyor; peygamberler hakkında benim bakışım hepsini Ahmet olarak görüyorum, diyor. Çünkü hepsi sevgilimden söz ettiler, sevgilimi yad ettiler. Hz. Mevlana’nın hakiki sevgilisi Şems-i manasında çıkan Ali idi. Demek ki zatta gördü Ali’nin büyüklüğünü onun için yarının büyüğü de kendisi oldu. Bizlere de aynı ikramı ihsan etti.

 

Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik dediğimiz bu inanç kümeleri çeşitli kurallara uyularak ilerlenen bir yol, bir inançlar manzumesi ve bunlarda yüzyıllar içerisinde birbirlerini etkilemişler.

Fakat sizin özellikle üzerinde durduğunuz bir konu var, Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın konuşmalarında çok sık duyduğumuz ve yan yana koyduğu Alevilik ve Mevlevilik gibi ifadeler birileri tarafından merak ediliyor, soruluyor.

Hz. Ali ve Ehlibeyt ve sonra gelen ulular Hacı Bektaş-ı Veliler, Mevlanalar var. Siz bu yolu sürerek Mevleviliğin de özünün Ali’den çıktığını, Alevilikten çıktığını söylüyorsunuz, CEM Vakfı da bunu savunuyor, siz de savunuyorsunuz? Mevlana şöyle buyuruyor; ben şehirde kalsaydım kitap ehli olacaktım, Anadolu’ya geldim de aşkı, sevgiyi burada buldum ve bulduktan sonra kendimi de aşka sevgiye verdim ondan sonra bu güzellikleri topluma yaydım. Ayrı gayri yoktur. Hepsi birdir. Ben de tümünün bir olduğuna, beraber olduğuna, ayrı gayrı olmadığına inanıyorum. Evet, bunların hepsi birdir, bütündür, beraberdir.

 

Alevi ahlak düsturları vardır, bu inancın temel kuralları kaideleri vardır, bunlara uyulmadan bu yol yürünmez. Bu yolda sonuca ulaşmak istiyorsak onun gerekliliklerini yerine getirmek zorundayız. Nedir bu gereklilikler? Dört kapı, kırk makamı ile eline diline beline hakim olma felsefesi, sağlam olma, dürüst olma, insan-ı kamile ulaşabilme mertebelerindeki yolları katetmeyle oluyor sanırım. Mevlevilik de aynı kuralları öğütleyen bir yol bütünlüğü değil mi dede? Yolcumuzun bu yolda güzel yürümesi için el bel dil bu üçüne sahip çıkarsa kendisini Nuh’un gemisinde bulur buna hiçbir tufan zarar vermez. Bu üçünden birini bozarsa kendi gemisini dağıtmıştır. Mevlana şöyle der; 124 bin nebi bu aleme geldi, hiç biri toplumuna kural koymadı.

Mevlana kalkmış gecenin bir vaktinde gelmiş çile kapılarına parmaklarını uzatmış hemen korkmuş bakmış kiminde ördek kokusu, kiminde fasulye, kiminde kuzu kokusu geliyor. Sabahleyin meydancıya, bütün çile kapılarını kırın demiş. Neden?, bunlar geceleri evlerinde gizli kaçıp midelerini doyuruyorlar çileye giriyorlar, sanıyorlar ki Tanrı bir şey bilmiyor, çoğu orada durup besleniyor, kendilerini çilekeş sayıyorlar.

Mevlevilik’te, Mevlana’nın yolundan geçilip gerçek insan-ı kamil olma yolunda ilerlemek vardır, gerçek çile yolu vardır. Her şey aşkla olur, sevgiyle olur. İnsan olmadan, insana aşk duymadan hiçbir netice elde edemeyiz.

 

Söyleşi: Cem Radyo, Alevilik Söyleşileri, 18 Aralık 1999 Cumartesi.

 

HASAN DEDE KİMDİR?

 

Hasan Dede, 1935 yılında Makedonya'nın Üsküp şehrinde dünyaya geldi. Manevi birçok kuruluşun yer aldığı kentte çocukluk yıllarında şeriata dayalı bir eğitim aldı. Üsküp'te bulunan Murat Paşa ve Yahya Paşa Camii’nde müezzinlik yapmış olan Hasan Dede, lise eğitimini tamamlayarak, ailesiyle birlikte Ekim 1959 tarihinde İstanbul'a göç etti.

Ailesinden aldığı dini terbiye ve Üsküp'teki tasavvufi çevrelerin etkisiyle İstanbul'da daha da çok yoğunlaşan tasavvuf sevgisi ve ilgisi onu önce kitap okumaya ve araştırma yapmaya yönlendirmiş daha sonra da İstanbul'daki tasavvufi çevrelerin içine girmesine sebep olmuştur. Girdiği çevrelerde yaptığı Mevlâna aşkıyla dolu olan konuşmaları onu daha önceleri Üsküp'ten tanıdığı Hakkı Dede'ye kadar götürdü.

Hasan Dede, 1960 yılında Hakkı Dede ile tekrar karşılaştı ve hayatında yeni bir dönem açıldı. Hakkı Dede’yle karşılaştıktan ve onun güzelliklerini gördükten sonra Mevleviliğe intisap etti. Bu tarihten itibaren Hakkı Dede'nin yanında bulundu. 1965 yılında Hz. Mevlâna'nın manevi temsilciliğine ulaştı.

1987 yılında Konya'da düzenlenen Şeb-i Arus törenlerinde Konya postnişini olarak Hz. Mevlâna'yı temsil etti.

Hz. Mevlâna’nın 700 yıl önce kullanmış olduğu kırmızı renkteki meydan postu, Hz. Mevlâna'nın Hakk'a yürümesi ile kendisinden sonra torunlarına ve halifelerine intikal etmiştir. Hz. Mevlâna'nın bizzat kullandığı ve manevi değeri yüksek olan bu meydan postunu, son yüzyılın içinde sırasıyla Hz. Mevlâna'nın torunlarından olan Bakır Çelebi emanetinde bulundurmuş, daha sonra ise bu hizmeti Celalettin Çelebi devralmıştır. Celalettin Çelebi'den sonra Konya postnişini olan Selman Dede, otuz yıl boyunca bu emaneti korumuş ve 1993 yılında Hz. Mevlâna'nın manevi buyruğu ile Hasan Dede'ye devretmiştir. Günümüzde Hz. Mevlâna'nın manevi temsilciliğini yapan Hasan Dede, halen düzenlenmekte olan sema törenleri sırasında bu post ile hizmet vermektedir.

Galata Mevlevihanesi’ni Yaşatma Derneği ve Evrensel Mevlâna Aşıkları Vakfı'nı kurarak Hz. Mevlâna’ya gönül verenlere bir temel hizmet zemini oluşturan Hasan Dede, Çağdaş Mevlâna Aşıkları grubunun meydana getirmiş olduğu eserlerin tamamına yakın olan bölümünün güftesinin sahibidir.

Hasan Dede, halen İstanbul Galata Mevlevihanesi Postnişini sıfatı ile 1981 yılından beri sürdürdüğü hizmetine aralıksız olarak devam etmektedir. Ayrıca her perşembe günü düzenlenen dernek toplantılarında, yurt içi ve yurt dışından gelen birçok Mevlâna hayranının sorularını cevaplamakta ve Hz. Mevlâna'nın ilahi birlik mesajını tanıtmaktadır.

 

 

Kendisini on yıldır tanıdığım ve onlarca kez söyleşi yaptığım çok değerli Mevlevi Dedesi Hasan Çıkar’la aynı zamanda Cem Radyo’da da defalarca bir araya geldik. Bu söyleşilerimizin özü hep Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, insanlık, tasavvuf, Hz. Mevlana, Şeb-i Arus, Ehlibeyt, Hz. Ali gibi inanç içerikli konular oldu.

Cem Radyo haricinde kendi evinde, Üsküdar’daki Numan Baba Dergahı’nda birçok sohbet ve söyleşimizi kayıtlara aldığım sevgili dedemizin bu söyleşiler esnasında sarf ettiği görüş ve düşüncelerinin bir kısmı da daha önce Cem Dergisi’nde yayınlanmıştı.

Kendisini on yıldır tanıdığım ve onlarca kez söyleşi yaptığım çok değerli Mevlevi Dedesi Hasan Çıkar’la aynı zamanda Cem Radyo’da da defalarca bir araya geldik. Bu söyleşilerimizin özü hep Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, insanlık, tasavvuf, Hz. Mevlana, Şeb-i Arus, Ehlibeyt, Hz. Ali gibi inanç içerikli konular oldu.

Cem Radyo haricinde kendi evinde, Üsküdar’daki Numan Baba Dergahı’nda birçok sohbet ve söyleşimizi kayıtlara aldığım sevgili dedemizin bu söyleşiler esnasında sarf ettiği görüş ve düşüncelerinin bir kısmı da daha önce Cem Dergisi’nde yayınlanmıştı.

Burada da yine söyleşiler bağlamında kendisinden yararlandığım bazı konulardaki görüşlerini yazılı metin halinde bizlere ilettiler. Kendilerine yine ayrıca teşekkür ediyorum.

 

 

Hazret-i Mevlana Ve Şeb-i Arus

 

Yüceler yücesi, Mana Padişahı, Hz. Mevlana sadece bizlerin değil, tüm dünya aydınlarının, tasavvuf alimlerinin, hatta mana erlerinin kulaçlaya kulaçlaya sahilini kenarını bulamadığı, hele derinliğine hiç varamadığı bir insanlık efendisidir. Mesnevisinin ilk beyitlerinde der ki: “Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Yalnız bir günün kısmetini.”

Mevlana gibi başı sonu olmayan mana alemini, kelime kalıplarına sığdırarak, anlatmaya çalışmak büyük gaflet olur. Deniz nasıl testiye kabı genişliğinde sığarsa, Mevlana’da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize, anlayışımız nispetinde sığar. Zaten Mevlana en kuvvetli, en üstün idrakin de ötesindedir. Bizden akıl ve mantık değil hayranlık ister. “Aşık ol! aşık” der. “Aşkı seçki sen de seçmiş olasın” diye seslenir.

 

Mevlana, Hz. Muhammed’in manevi bir varisi olması açısından, insanlığın ve inananların efendisidir. Mevlana eksiksiz bir velidir. Mesnevi Şerif gibi bir ilahi şaheserin sahibidir. Bunun içindir ki büyük mutasavvıf ve alim Molla-i Cami.

“O Alicenabın hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir fakat kitabı vardır” diyerek onu bir peygamber sıfatında gördüğünü ima etmiştir.

Mevlana hak aşıkları için hayattır. Ezgin, üzgün gönüller, onun sükun bağışlayan sözlerinde dinlenir.

“Elestü bi rabbiküm”, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” nidasının hayranları onun ateşli havasında sermest olur.

Mevlana cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli, doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren lahuti sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir.

O yüce sultan büyük bir hak aşığıdır, aşkın efendisidir. Aşkta yok olmuş, bizzat aşk olmuştur. Aşkın ne olduğunu soranlara, “Benim gibi ol da bil... İster nur olsun, ister karanlık, o olmadıkça onu tamamıyla bilemezsin” buyurur. Aşktan nasibi olmayanlara “Eyvahlar olsun aşktan beratı olmayanlara” diye acınır. Aşıkların şanını mesnevi de şöyle belirtir.

“Hak aşıkları için her nefeste bir yanış vardır. viran olmuş köyden vergi alınmaz. Hak aşığı hatalı bir söz söylese ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan sudan yeğdir.

Hz. Mevlana Allah’ın bir ayetidir. Herkes onu okudum, anladım zanneder. O bulut ardında görünen bir güneştir. Biz o güneşi değil, sadece görüşü kapatan bulutların arkasından, aydınlattığı alanın bir kısmını görebiliriz; bu görüşümüzle onu gördüğümüzü sanırız. Onun nuru parladıkça gözlerimiz kamaşır. Hz. Mevlana Allah’ın en büyük kelimesidir.

O yaşadığı dönemde Allah’a söylenmiş ve söylenecek en güzel sözleri sarf etmiştir. Allah’ı hiçbir velinin ve nebinin yapamadığı şekilde güzelleştirerek halka tanıtmış, sevenlerini bütün korkularından kurtarmış. Kendisini Hak’ta tamamıyla fani kılmış, yaratılmışların en güzeli olan o yüce Muhammet Ali’nin bir bendesi olmuştur. Şimdiye kadar Allah’a hiç kimsenin söylemediği güzellikte beyitler söylemiş ve bu sözler ciltler doldurarak Hak için yazılmış en büyük eserlerin sahibi olmuştur

O yüce sultan, Hak’ta kendini tamamıyla yok etmiştir. Hak’la bir olmuş, hak olmuştur. Bakın bir şiirinde Hak’ta fani olmasını nasıl dile getirmiştir.

“Ondan başka bir işim yok. İş yerim o’dur. Söylerim, söylerim. Çünkü sözümü beğenen o’dur.

Söyler bülbül oldum, çünkü şeker ülkem o’dur. Söyler bülbül oldum, çünkü gülüm, gül bahçem o’dur.

Meleklerden daha yükseklere kanat açarım. Çünkü kolum kanadım ondandır. Göğe başımı değdiririm; çünkü başım, sarığım o’dur.

Canım gönlüm sakindir; çünkü gönlüm, canım o’dur. Kafilem emniyettedir, çünkü kafilemin önderi o’dur.

Gülistan örneği yüzümün rengi, onun güzelliğidir. Güneş örneği, mücevher yağdıran kılıcım o’dur.

Cismim evi niçin halkın secde yeri oldu? Çünkü gece ve gündüz kapımın, duvarımın üstündeki o’dur.

Her kimin yüzünde onun kulluk damgası yoksa, o benim babam olsa, düşmanım yabancımdır.

Gönlüm elini ondan başkasına değdirmez, çünkü dertli gönlümün gamının tek hekimi o’dur.

Sen müflis oldunda bağrında taş bastınsa, benden sermaye iste. Ondan ötürü ki, benim hazinem, ambarım o’dur.

Şah beni davet etti, ben nasıl şahın huzuruna gitmem? Mademki bütün ikrarım o’dur, ben nasıl olurda inkar edeni olurum?

Biri bana:

Sus. Senin sözün ne bitmez sözdür? Derse, ben de ona derim ki,

Ey Aziz! Ben ne yapayım? Benim çok söylemem de o’dur.

Bu şiirinde, hiçbir güzelliği kendisine mal etmeyen Mevlana, hakikatte öyle bir mana padişahıdır ki devrinin bütün mana erleri onun önünde secdeler etmiştir, Mevlana’nın yüce maneviyatından medet istemişlerdir. Tertemiz ruhlarını onun sonsuz güzelliğine teslim etmeyi canı gönülden dilemişlerdir.

Mevlana bizlere bir aynadır. O sadece kendi yüceliğini kendi güzelliğini ve yüceliğini bilir. Onun kimse hakkında bir ön yargısı yoktur. Herkes kendi halini onun yüzünde görür. O gönlünden doğmuş olduğu için bütün aleme bir bakar. Bir görür. Çünkü onun bulunduğu yer birlik makamıdır.

Hz. Mevlana bir aşk peygamberidir. Hem öyle bir peygamber ki aşka ve sevgiye dair gelmiş geçmiş en güzel sözleri bu aleme sarf etmiş, insanları sevgiye, birliğe, kardeşliğe, ve Tanrı aşkına davet etmişti. O sonsuz bir aşk deryasıdır. O hayatın kaynağı olan ilahi aşkın özüdür. Bu alemdeki güzel olan her suret, her nakış onun tarif olunmaz güzellikteki gönül aleminden suret giyerek gelmiştir.

Hz. Mevlana tüm insanlığa Allah’ın bir rahmet sıfatıdır. Bizler onun yüceliğini, güzelliğini yine kendisinin söylediğini, insanı bambaşka duygulara sürükleyen, bir eşi daha söylenemeyecek şiirlerinden öğreniyoruz. Ünlü bir şiirinde söylediği gibi hemen hemen bütün methiyelerini söylediği Şems bir bahanedir. Şems suretinde övdüğü, yücelttiği de kendisidir.

İşte böylesine hakikatli sözler ile insanlık alemine ışık saçan, Hazret-i Mevlana 17 Aralık 1273 yılında, hayatı boyunca özlemle andığı Hakkına kavuştu. Ve u güne kendi tabiriyle Şeb-i Arus yani düğün gecesi adını verdi.

Hazret-i Mevlana’nın yüceliğinin, insanlığa nasıl bir baktığının en büyük delili, Hakk’a yürümesinden sonra yaşananlardır. Tabutu, evden çıkarıldığında halk o kadar kalabalıktı ki memurlar, kılıçlarla, sopalarla halkı men etmek zorunda kalıyorlardı. Şehirliler, köylüler, baş-açık, yalın-ayak tabutu kucaklayabilmek için can atıyorlar, herkes tabutunun önünde, ardında ağlaya-ağlaya dönüp duruyordu. Konya’nın ana caddesi adam almıyor, halk bir kerecik olsun Mevlana’nın tabutuna dokunabilmek için ara yollardan sel gibi akıyordu. Bilginler, sofiler, Ahiler, fütüvvet erleri, rintler, hükümet ricali ve... Ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Yahudiler, hahamlar, bütün insanlık, yüce Sultanlarını, Mevlana’larını baş üstünde taşıyordu. Papazlar dini ayinlerini yapıyorlar, hahamlar, Tevrat okuyorlardı. Bir aralık ham müritlerden biri Hıristiyanlarla, Yahudileri, bu törene karışmalarını men etmek istedi.  Feryat ettiler; “O bizim Mesih’imizdi, o bizim İsa’mızdı, İsa’nın sırrını biz onda gördük, onda bulduk.

“O güneşti, güneş bir yeri değil, bütün dünyayı aydınlatır.” İnsan bir papaz, gözyaşlarını yeniyle sildi ve hıçkırıklarla bağırdı. “Mevlana ekmeğe benzer, ekmekten kaçan aç var mıdır ki?”

Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor, mahzarlar dövülüyor, zillerin, kudümlerin sesi, çalgıların nameleri, hıçkırıklarla boğuluyordu. Naralar atıp sema edenler, feryatlar edip bayılanlar vardı. yürüyemiyordu tabut yürüyemiyordu. Mevlana ve halk onu baş tacı etmişti, bırakmak istemiyordu. Evden sabahleyin çıkan tabut, pek yakında olan musallaya akşama yakın varabilmişti. Tabut, musallaya varınca müezzin bağırdı, “Şeyhlerin padişahı buyurunuz!”

Müezzin, Şeyh Sadreddini çağırıyordu. Ekmeleddin Tabib, dayanamadı, bir nara atıp “Sus, edebe riayet et dedi. Şeyhlerin padişahı ancak Mevlana’dır. Şeyh Sadreddin cenaze namazı kıldırmak için öne doğru ilerledi. Sonra aniden hıçkırarak ağlamaya başladı ve bir ara kendinden geçti. Derken adeta kanlı gözyaşlarını akıttı.

Namaz devam edemedi. Kadı Sıracedin ilerledi, namazı kıldırdı. Cenaze namazından sonra yakın doslardan bir grup Şeyh Sadreddin’e bu halin sebebini sordular. Sadreddin:

“Namazı kıldırmak için ilerlediğim vakit yüce meclisin o güzel ruhlarının önümde sıra ile dizildiklerini, peygamber Hazretlerinin şekil bağlamış ruhunun da Mevlana’mızı ziyarete gelip onun namazını kılmakla meşgul olduğunu gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi giyinmiş ağlıyorlardı. Bu yücelikleri görünce kendimi kaybettim” dedi.

O mübarek vücudu ancak akşam toprağa verilebildi. O insanlık padişahının kabri o günden bugüne dünyanın her yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır. Onun varlığı Hazret-i İnsanın ölümsüzlüğüne en büyük delillerden biridir. Sözlerimizi onun bir sözüyle bitiriyoruz. Kendisinin ölümsüz olduğunu ve sevenlerin kendisini nasıl bulacağını şu beyiti ile açıklıyor.

“Ölümünden sonra mezarımızı yerde arama.

Bizim mezarımız Ariflerin gönüllerindedir.”

 

 

Mevlana Ve İnsan

 

Günümüze kadar insanlık bir çok keşfe sahip olmuş, bilim ve teknolojide büyük atılımlar yapmıştır. Fakat insan sorunu düşünce açısından açıklığa kavuşmamıştır. Hz. Mevlana yedi yüz yıl önce bu düşüncesini dile getirmiş, adeta insanın nasıl yüce bir varlık olduğunu bize anlatmıştır. İnsan öteki varlıklardan farklı olduğunu şöyle dile getirmiştir.

“Kimim ben? Niçin  bir sürü vesveseler içindeyim? Neden oradan oraya sürüklenip duruyorum? Fezalardaki birisi miyim ki burçtan burca geçer, ağlar, gülerim. Bazen yanan ateş, bazen coşan sel olurum. Ne asıldanım, ne fasıldanım, hangi pazarlarda satılırım. Bazen içi daralmış hüzünlüyüm. Bazen bu halden de uzağım ve en yüksekten de yükseğim.”

Hz. Mevlana’ya göre her insanın ayrı bir özelliği vardır. Herkesin mizacı, yapısı ve tutkuları değişiktir. Ancak insandaki aşk Tanrılık bir yetenektir. O herkeste ortaktır. Aşkla varlığın hikmeti düşünülür, bedenin tutkuları dizginlenir. Tanrı sevilir. Barış, sevgi ve dostluk duyguları egemendir. İnsan hayatına aşkın buyrukları egemen olursa, davranışlar erdemli olur. İnsanı yücelten aşktır.

Hz. Mevlana bir rubaisinde şöyle sesleniyor:

“İnsanlar sayılıdır, çoktur amma iman birdir. Cisimleri çoktur ama canları birdir. İnsanda, eşeğin anlayışından başka bir akıl, başka bir can vardır. O dem’e erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişilere insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur. Sen bu birliği dışarda arama. Bu hayvani can ekmek yese, insani ruhun karnı doymaz. Bu yük çekse o kırıntı çekmez. Hatta onun ölümüyle bu hayvani can sevinir, neşelenir. İnsani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de kıskançlığından ölür. Kurtların köpeklerin canı hep ayrı ayrıdır. Bir olan ise Tanrı aslanlarının canlarıdır.”

Mevlana’ya göre insan sorumluluk taşıyan bir varlıktır, yaratılmışların en şereflisidir.

Yüce Mevlana yine şöyle seslenir:

“Burada gizlenmiş birisi var. Eteğimi tutuyor. Kendisini gizlemiş, beni öne sürüyor. Şeker kamışında şekerin gizlendiği gibi gizlenmiş. Gönlü hastalanan ben, hiç kimseden bir derman bulmadım. Şimdi anladım ki meğerse o dert benim dermanımmış.”

Mevlana’ya göre insanın asıl varlığı Tanrı katında ve zatıda idi. Sonra bu aleme gelerek bir çok derecelerden geçti. İnsan düşünen ve her şeye anlam veren bir varlıktır. Hepsinden de önemlisi, kendi nefsini dizginleyerek Tanrı’ya ulaşmak için O’nda yok olma şerefine ulaşabilen varlıktır.

Mevlana yine seslenir:

“İnsan önce cansızlar alemine gelmiş, sonra nebatlar alemine düşmüştür. Fakat yıllarca nebatlar aleminde ömür sürdüğü halde cansızlar ülkesinde olduğunu hatırına bile getirmemiştir. Nebatlıktan hayvanlığa düştüğünde bile nebat halini hatırlamaz. Yalnız yeşile karşı eğilimi vardır. Hele bahar geldi mi, çiçekler açtı mı? Hani yeni dervişte yüceliğe eğilim duyar ya. Çünkü; bu cüzi akıl, o külli akıldır. Bu gölgenin hareketi, o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi, onda yok olur da sırları bilir, anlar. Ağaç oynamadan o dalın gölgesi nasıl oynar. O yaratıcı onu hayvanlıktan insanlığa çeker çevirir. Böylece gide gide nihayet insan alemine akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi, bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez. Nihayet bu akıldan da kurtuldu mu, yüzbinlerce şaşılacak güzellikler görür.”

Hz. Mevlana insanlara bir gözle bakan, sevgiyle dolu olan ve dinsel hoşgörüsü olan bir düşünürdür. Bakınız bu konuda ne demiştir.

“Ey Müslümanlar! Ne yapayım ki ben kendimi bilmiyorum. Ben ne Hıristiyanım, ne Yahudi, ne Ataşperest, ne Müslümanım.”

Hz. Mevlana, bu ifadesiyle inkarcılığı değil, Tanrı önünde duygulanmanın önemine dikkati çekiyor. Dinlerin amacının birliğini vurgulamak istiyor. Başka bir ifadesi de şöyledir.

“Yetmiş iki millet kendi sırrını bizden dinler. Biz iki yüz millet ve mezhebi tek perdede birleştiren ney gibiyiz.”

Hz. Mevlana, daima yardımlaşmadan ve zayıfları düşünmeden yanadır.

“İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki, can meydanında yeşillikler bitsin. Ağlamak istersen göz yaşı dökenlerce acı. Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et.”

Nitekim Hz. Muhammed “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” demiştir. Yüce Mevlana dedikoduyu, gereksiz iddia ve tartışmaları da yenmiştir.

“Ey kişi”! Sen bu dünya kuyusunun dibinde hapsedilmiş bir insansın. Tavşan gibi olan nefsin seni nasıl kahretti. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu, iddia ve tartışma kuyusunun dibindesin.”

Nitekim Hz. Muhammed “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” demiştir. Yüce Mevlana dedikoduyu, gereksiz iddia ve tartışmaları da yenmiştir.

Yüce Mevlana, dünya da nefsin eğilimlerine köle olmanın, öğünmenin ve büyüklenmenin karşısındadır.

 

 

Hazreti Mevlana’nın Tasavvuf,

İnsan-I Kamil Ve Kendisi Hakkındaki Görüşleri

                                                                                 

Mevlana’nın tasavvufu, hiç bir zaman bir felsefe görüşü ya da hayali bir bilgi olmamıştır. Onun tasavvufu, irfan, hakikat, aşk ve cezbe aleminde olgunlaşmadır.

Her şeyden önce şunu söylemek gerektir ki O, herhangi bir fikri anlatırken mantıki tahlillere, felsefi düşüncelere başvurmaz. Hele onda sufilerde bir illet haline gelmiş olan ve İbn-i Arabi’de had şeklini bulup sonrakilerde müzminleşen, kişinin her haline bir isim verme hastalığı hiç yoktur. Tasavvuf terimlerini çok çok az kullanır. Zaten onun halkçı ruhuna böyle terimlerle izah, anlaşılmaz sözlerle anlatma uygun gelmeyeceği gibi halka hitaplarında da böyle terimler yer almazdı. O gerek ‘Divan’da gerekse ‘Mesnevi’de Varlık Birliği inancının, kendi felsefesinin, moralinin izahını, halk diliyle ve halk psikolojisine göre tam bir uygunlukla, hikayeler söyleyerek, örnekler vererek ve atasözlerini anarak anlatır. Eserlerinde, “Kelile ve Dimne Hikayelerinden”, eski sufilerden, halka ait hikayelerden, Tevrat ve Kuran kıssalarından, gördüklerinden, rastladıklarından bahseder, konuşur. Hatta bazen “Benim beytim beyit değil, iklimdir. Benim alay edişim alay ediş değildir, bir şey öğretmektir.” diyerek çok açık hikayelerle halka hitap eden Mevlana, her şeyden önce ahlakı topluma öğretir. Onda teferruat hiç yoktur.

 

Mevlana, filozofları, yalnız aklı öne çıkarıp, duyguya ve oluşa önem vermediklerinden noksan görür. Onları çamurun içinden çıkmak için hareket ettikçe daha çok çamura gömülen eşeğe benzetir.

Ya da raftaki şişeleri düşürüp içindeki yağları yere döktüğü için sahibinin kafasına vurmasıyla kel kalan, dışarıda başını tamamen tıraşlamış bir kalenderi görünce de “Sen de mi şişeleri yere döktün” gibi çok basit bir kıyas yapan papağana benzetir.

Bir başka yerde de akıl sahipleri onun için, sidik birikintisinde yüzen bir çöpün üstüne konmuş ve haline bakıp da kendini uçsuz bucaksız bir okyanusun tek kaptanı gibi gören sinek gibidir.

Mevlana’da yeryüzü ve yeryüzündekiler vardır. Gök, yeryüzünde yaşamamız için gölgelik eder bize. Gökte dolaşılmaz, yerde yaşanır. O Muhiddin Arabi gibi ne ‘arzı simsime’den bahseder, ne gökleri gezer, ne rüyasını yahut miracını anlatır, ne de ona malum olan şeyleri delil tutar. Onda mekansızlık alemi neresidir sorusuna verdiği şu cevap, çok dikkate değer: “Erlerin canı ve gönlü”.

Zaten o, böyle teferruata, bu çeşit aslı olmayan hayallere kapılmayı hoş görmediğinden, hele bunları geçim vesilesi yapıp halka tuzak kurmaktan nefret ettiğinden, tasavvuf ehliyle de uyuşamamış, uzlaşamamıştır. Suret Sufileri, yani taçla, hırkayla bezenen ve elbiseyle kendisini sufi gösteren riya ehlini şiddetle kınar. Sufilerin binde birinin doğru olduğunu, geri kalanının tamah ehli olduğunu açıkça söyler. Olgunlaşmadan şeyhlik satanları eleştirir, sözde şeyhlik davasına girenlere çatar, davullu bayraklı bir alay ham kişinin, şeyhlik lafına sığındığını, bu çeşit adamların, kendilerini Beyazıt yerine koyduklarını, dava yurdunda kendi kendilerine meclis kurduklarını, bunların adeta kendi kendilerine gelin-güvey olduklarını anlatır, hatta tekkelerin ahlaksızlık yatağı olduğunu söylemekten de çekinmez.

Mevlana’ya göre irşad, kamil yani olgun insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili Mesnevi’nin birinci cildinde ki sözleri önemlidir.

“Her devirde peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete dek sürüp gider. Diri ve faal imam o velidir. İster Ömer soyundan, ister Ali soyundan her şey onun hükmündedir. Hem gizlidir, hem göz önünde. O, nura benzer. Akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağıda olan veli ise onun kandili gibidir. Bundan daha aşağı olan veli ise kandilin konulduğu yerdir.

İleridekiler geridekileri görürler, fakat geridekilerin görüşü ileridekileri göremez...” der. Ve kutbun; insanların gözbebeği olduğunu, onu aramak gerektiğini anlatır.

Yine Mesnevi’de Kutup için “O aslandır, işi gücü avlanmaktır. Halk onun artığı ile geçinir. O akla benzer, halksa onun uzuvlarıdır. Kutup kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde.

Hatta o, işte O’ dur! Güneş, yüzünü insan sureti ile örtmüş, insan suretinde gizlenmiştir. Artık anlayıver!

İnsanı gerçeğe, yani hakikatine götürecek bir kılavuz gerektir. Musa bile Hızır’ın hükmüne girdi de hakikate erdi. Zaten bütün dünya, o tek kişiden ibarettir. Fakat yalancı şeyhlere inanmamalıdır. Yalancının hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya dek arayış içindeki kişinin ömrü tükenir. Yalancı şeyhler halkı aldatmak için dükkan açıp oturmuş kişilere benzer. Onlardan hiç farkları yoktur.

Mevlana’ya göre süluk, yani bir tasavvuf yoluna girmek, kendini unutmak değil, kendine gelmek, kendini bulmaktır. Onun yolunda gerçeğe ulaşmak için evlenmemek gibi insan tabiatına aykırı şeyler hiç yoktur. Şehvet olmadıkça şehvetten kaçınmanın olamayacağını ve bununla beraber şehvet varken nefse hakim olmanın bir fazilet olduğunu söyler.

O, gerçeğe ulaşmak için zikir, esma, ve halvet de kabul etmez. “Addan sıfattan ne doğar? Hayal. O hayal, ancak ulaşmaya bir delil olabilir. Madem ki delildir, delilin gösterdiği bir hakikat de vardır. Şu halde addan ve harften geçmek, ad sahibini bulmak gerek. Bunun içinde varlıktan arınmak lazımdır.

“Cisme ait zikir, eksik bir hayaldir.” sözleri bu kanaatini belirttiği gibi “Ağyardan yalnız kalmak gerek, yardan değil. Kürk, baharın işe yaramaz, kışın yarar.” sözü de bu husustaki fikrini tamamıyla açıklar. Mevlana’ya göre zikir, ancak fikri harekete getirir. Fakat işin aslı hal ve cezbedir.

Sonuç olarak Mevlana, esmayı değil, aşkı ve cezbeyi ve bu ikisinin tezahürü olan, aşkı ve cezbeyi meydana getiren semayı esas olarak kabul eder.

Mevlana’ya göre hakikati arayan kişi bunu ancak kendisinde bulabilir ve hakikati kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir hakikat yoktur. Kişi nefsani isteklerinden arınıp rahmani yönüne önem verirse gün gelir aradığı hakikatin kendisi olur.

O yüce sultan ise baştan başa hakikatin kendisiydi.

Onun Tanrıya doyumsuzluğu o derecede idi ki meşhur bir şiirinde: “Enel Hak / Ben Hakkım, kadehinden bir yudum içen sızdı. Ben şişelerle, küplerle içtim yine de sızmadım” der. Hazreti Muhammed’e bağlılığı aşkı o derecededir ki o artık o olmuştur. “Bugün Ahmed benim. Ama dünkü Ahmed değilim” der.

Mevlana’nın geçirdiği tekamül, şiirlerinde safha safha ve büyük bir açıklıkla görülmektedir. Günlük hadiselere kadar her şeyi bizlere söyleyen Mevlana, “Kanlar içine düştüğünü, bir sele kapılıp gitmekte olduğunu, paramparça bir gönülle yıldızlar gibi bütün gece dolanıp durduğunu” söyler. “Hakikatten bir işarette bulunan Hallac’ı halkın dara çektiğini, fakat sırlarını duysa Hallac’ın onu dara çekeceğini” bildirir. “Aşk sofrasına oturup o sofranın tuzuna bandığını, aşkın kendisine boğaz olduğunu, bu sebeple de varlığını bir lokma yapıp yuttuğunu anlatır.

Kendisini eski erenlerle karşılaştırırken hepsinin içip sızdığını, salına-salına bahçeye gelmesinin tam zamanı olduğunu söyler de “onlar hep gittiler, biz sağ olalım.” der. “Zamanın gönlüde biziz, canı da, bayraktarı da.” Bir başka gazelde de aynı şeyi söylerken “Ebedi içip sızmayan biziz” der.

Özlü bir hazırlık devresinden sonra Şems’in gelişiyle bütün kayıtlardan kurtulan, bir şiirinde kendi tabiri ile “sarığını rehin verip seccadeden bezecek“ bir hale düşen Mevlana yine kendi sözleriyle “Ercesine adamcasına bir hamle etmiş, bilgiyi vermiş, bilinene erişmişti”. Artık “toprağı inci haline getirecek, çalgıcıların teflerini altınla dolduracak, susuzlara sakilik edecek, kupkuru toprakta Kevser suları akıtacak, yeryüzünü cennete döndürecek, gamlıları Sultan ve Bey, yüzlerce kiliseyi mescit, yüzlerce darağacını minber yapacak” bir haldedir. Buyruğunu bozacak yoktur onun. Dilediğini kafir, dilediğini mümin eder O. Bir kuldur ki, sahibini azat etmiştir. Daha dün şu alemde doğmuştur ama eski dünyayı bayındır hale getiren O’dur. Kimin hırkasını dikerse o çıplak kalmaz artık. Kime çare olursa , çaresiz hale düşmez o. Kimin mevkii , kimin rütbesi olursa, kimse elinden alamaz o mevkii. İnci haline gelen katı taş , tekrar taş olmaz. Özlem çekenlerin kıblesi kesilen, yıkılmaz. Sukut edenlerin Mushaf’ı, şu Mushaf gibi parçalanıp otuz cüz haline gelmez.

           

Kendisini seveni ona gönül vermiş canları şöyle temin eder.

“Seni bir an bile yalnız bırakmam.

Her an seni biraz daha yüceltir, biraz daha fazla ağırlarım.

And olsun tertemiz zatıma, and olsun saltanatımın güneşine ki,

Seni lütuflarımla yüceltirim.

Yüzünü nurumla nurlandırır, başını on yargılama parmağımla kaşırım.”

Hacca gidenlere;

“Nereye gidiyorsunuz nereye? Sevgili burada. Buraya gelin buraya” diye çağırır.

Mesnevi’ yi sunarken de bunun bir vahiy olduğunu apaçık anlatan Mevlana, bu sözleri söylemek için Muhiyiddin Arabi gibi rüyalar görmeye, “Hatm-i Vilayaet” makamına sahip olduğunu iddiaya lüzum bile görmez. Zaten onun saltanatı, bir halk saltanatıdır. Bu kadar yüksek bir iddia bile, onun halkçı ruhunda bir ferdiyet yaratmaz. Yine onun sözlerinden alıntılarla söyleyecek olursak, “Rüşvet ve para padişahı değildir O, paramparça gönül hırkalarını diken bir padişahtır. Yolda ister ayı olsun, ister aslan, ercesine bir hamleden başkasını bilmez O. Garez tohumunu ekmediğini, yokluğun sığındığı er olduğunu , tamah sırtını hiç kaşımadığını” söyler.

“Birlik şarabını ver, hepimizi aynı gecede sarhoş et de hepimiz toplanalım,

Görünüşteki ayrılıkları, aykırılıkları bir anda giderelim.

Benliğimizden geçtik mi , su rengini alır, her kabın şekline uyarız.

Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz de kapı, yoldaşlarıyız.”

diye bütün dünyaya , ne din farkı, ne mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana , hepimizden de bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister. “ Ona öyle bir aşık gerektir ki Kalktı mı her yandan ateşli kıyametler koparsın. Cehennem gibi bir gönül gerektir ki ona, cehennemi unuttursun, yüzlerce denizleri yakıp kurutsun. Bir dalgadan bir deniz meydana getirsin, gökleri eline alsın, sıksın, bir mendil gibi buruştursun. Zevalsiz ışığı, güneşi bir kandil gibi gök kubbeye asa koysun.”

İnsanda bu cesaret olmadıkça neye yarar. Gönlünü yıkamamış Adem, istediği kadar yüzünü yıkasın, abdest alsın, namaz kılsın boştur. İnsan onun deyimiyle hırsla bir süpürge olduktan sonra, elbette daima hep toz içindedir. Bu çeşit adamların kendisini anlayamayacağını da bilir o. Ve bir gün “falan sizi övüyordu” diyene söylediği şu sözler, bu bakımdan ne kadar manalıdır:

 “Ne haddi var ki o , beni övsün! Eğer sözlerimi övüyorsa harf, ses, dil, dudak, baki değildir. Bunlar asıl değildir. Asıl olmayan kalmaz, geçer gider. Yok o beni zatım bakımından tanıdıysa hakkı vardır, övebilir.”

Hz. Mevlana’nın yolu aşk ve edeb yoludur. Hak yolunda olduğunu söyleyip, bu yolun gerektirdiği edebi yerine getirmeyen, benliklerinde kalan kişilere, söylediği şu sözler ile Hak yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir:

“Efendi! Bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki ruhtur.

            Efendi! Edeb, hak erinin göz ve gönlünün nurudur.

            Eğer şeytanın başını ezmek dilersen , gözünü aç ve gör,

            Şeytanın katili edebtir.

            İnsan oğlunda edeb bulunmazsa o insan değildir.

            İnsan ile hayvan arasındaki fark edebdir.

            İman nedir diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağına seslenerek

            İman edeptir” dedi.

 

Kendisine inanan insan Mevlana, ölmezliğine de inanmış, “Topluluğun rahmet olduğunu duydum, bu yüzden halka candan kul oldum.” sözüyle gerçek saltanatının gönüllerde olduğunu bildirmiş, “Her günüm cumadır, hutbem daimi. Minberim yüceliktir, yerim erlik” beytiyle bu saltanatın hiçbir zaman ferdi olmadığını açıkça belirtmiştir.

Kendi hakikatini söylediği şu cezbelerinde ise bizi yüceliği ile büyülemekte. Ve cihan sultanı Muhammed Mustafa’ya nasıl bende olduğunu, O olduğunu söylemektedir.

 

“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin.

            Mustafa yine geldi iman edin”

 

            “ Dokuz felek ile her felekte bir zaman dönüp dolaştım.

            Senelerce yıldızlarda, burçlarda devrettim.

            Bir müddet görünmedim, O’nunla idim .

            Lahutiyette Hakk’a en yakın idim.

            Ana karnındaki çocuk gibi gıdamı Hakk’tan aldım.

            İnsan bir kere doğar, ben bir çok defalar doğdum.

            Cisim hırkasını giydim işler gördüm.

            Çok kere bu hırkayı kendi ellerimle yırttım.

            Geceleri zahitlerle mabetlerde sabahladım.

            Kafirlerle puthanede putların önünde uyudum.

            Kıskancın acısı benim. Hastanın şifası benim.

            Hem bulut, hem yağmurum, çayırlara yağarım.

            Ey derviş! Benim eteğime asla fanilik tozu konmadı.

            Sonsuzluk aleminin bağında ben bol bol gül topladım.

            Ben sudan, ateşten, inatçı rüzgardan, şekle girmiş topraktan değilim.

            Evlat ben tertemiz nurum. Tebrizli Şems’te yok olmuşum.

            Eğer beni görürsen kimseye gördüğünü söyleme...

 

            Mevlana

 

Hazreti Ali

 

Ebu Talib oğlu, Müminlerin Emiri Ali, Oniki İmam’ın birincisidir.  Babası Haşim oğlu Abdulmuttalib’in oğlu Ebu Talib, annesi  Haşim oğlu Esed’in kızı Fatıma’dır. İmam Ali, kardeşleri Talib, Akıyıl ve Cafer’den küçüktür.

Hazret-i Muhammed,  Hazret-i Ali‘nin annesi Fatıma’yı çok sever, ona anne derdi.  Vefat ettiği zaman, kendi gömleğiyle sardırmış ve kabre bizzat kendisi yerleştirmişti.

İmam Ali’nin annesi Fatıma,  Kâbe’de ibadet yaptığı sırada, doğum sancısının gelmesi sonucu “Allah’ım beni utandırma, bana kolaylık göster” diye dua etmiş, bunun üzerine Kâbe’nin duvarı yarılmış ve Fatıma içeri girerek gözden kaybolmuştu. Uzun bir süre sonra da elinde bebeği Ali  olduğu halde dışarı çıkmıştı.

 

Ebu Talib ve karısı Fatıma, doğan bebeklerinin adını, aslan  anlamına gelen Esed koymak istiyorlardı. Bu fikir Fatıma’dan çıkmıştı.  Esed hem babasının ismiydi hem de bebek aslan gibi güçlüydü. Kendisine kimseyi yaklaştırmıyor, annesini bile kollarıyla geri itiyordu. Hazret-i Muhammed, heyecanla bebeği görmeye geldi. Adını ne koymak istediklerini sordu. Onlar Esed dediler. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed,  “Adı Ali olsun, adı gibi kendi de Yüce olsun” dedi. Ve bebeğin yüzünü görmek için yattığı karyolanın başına geldi. Fatıma “Ey Muhammed” dedi. “Beşiğe varma, çünkü bu  çocuk aslan huyundadır ve aslana yakışır bir atılganlığı vardır. Sakın sana karşı yakışıksız bir harekette bulunmasın.” Hazret-i Muhammed, “Ey Fatıma! O bana karşı yakışıksız davranmaz. Çünkü o beni bekliyor” dedi.  Beşiğin örtüsünü açtı, Hazret-i Murtaza uyuyordu.  Allah’ın Resulü’nün misk dağıtan saçlarının kokusunu  alınca,  hakikatleri gören gözlerini açtı. Muhammed’in nurlu yüzünü seyretti.  Hâl dili ile  şu sözleri söyledi:

“Şükür, şerefe erdim, saadetli yüzünden,

Kan yağdıran gözümü açtım gül yanağına.

Katettiğim menzillerde hem seni andım,

Vardım  cihanı parlatan o ışığına.”

Hazret-i Muhammed, Ali’yi kucağına aldı. Ona şöyle dedi:

Merhaba ey ihtişam erbabının  KIBLESİ.

Saygı değenler şah-ı, ey ayağı uğurlu,

Ben ki halkı davet etmeğe gönderilmişim,

Sen gelmeden emre uyup tutmadım o YOLU.

Temiz zâtın beklendi, gizli yok başkasından,

Peygamberliği göstermekte geç kalmaya sebeb bu.

Ve az sonra mucizeler yaratan dilini Ali’nin gül yaprağı gibi ağzının goncasına koyup o şeker dilini emmesine izin verdi. Rivayet edilir ki Hazret-i  Ali’nin anne ve babasını yanına yaklaştırmamasındaki dileği, dünyaya geldiği ilk anda Hazret-i Muhammed’in  şeker dilini emmekti.

Derken Hazret-i Muhammed, Ali’yi yıkamaya başladı. Ali,    Hazret-i Muhammed’e hiç zorluk göstermiyor, Resul’ün onu çevirmesine fırsat vermeden kendiliğinden onun kucağında dönüyordu. Hazret-i Muhammed bu hali görünce duygulanıp göz yaşı dökmeye başladı. Fatıma bu halin sebebini  sordu.  Hazret-i  Muhammed: Ey Fatıma! Bu çocuğu doğumunun bu ilk gününde ben nasıl yıkıyorsam, o da beni ömrümün  sonunda öyle yıkayacaktır ve ben de kendi kendime bir yandan öte yanıma dönüp ona güçlük çıkarmayacağım.

Hazret-i Muhammed, Ali’yi bebeklik ve çocukluk devresinde kendi manevi varlığı içinde terbiye ederek ona arkadaşlık ederdi. Ve onun üzerinden  ilgisini hiç eksik etmezdi.

Hazret-i  Murtaza beş yaşına bastığında, yağmur yağmamasından dolayı büyük bir kıtlık baş göstermişti. Bu yüzden Hazret-i Muhammed ve amcası Abbas, Ebu Talib’in üzerindeki yükü  hafif etmek  için  Cafer’in büyütülmesini Abbas, Ali’nin ise Hazret-i Muhammed’in üstlenmesi üzerine anlaştılar. Ebu Talib de onların bu tekliflerini kabul etti.  Böylece  Hazret-i Ali bütün zamanını Hazret-i Muhammed’le geçirmeye başladı. Ve bundan sonra ömrünün sonuna değin  Hazret-i Muhammed’in en yakın yoldaşı, en büyük yardımcısı oldu.  Allah Resul’ün en sevdiği kişi,  tüm sahabenin de gördüğü üzere Hazret-i Ali’ydi. Bunu her fırsatta açığa vuruyor, çeşitli şekillerde söylüyordu.

Bir gün Hazret-i Muhammed,  Ali’yi alnından öpmüştü. Amcası Abbas sordu:

-Ya Resulullah, Ali’yi çok mu seviyorsun ?

Muhammed cevap verdi:

-Ey Abbas! Bu Ali benim en  sevdiğimdir. Ve  Ali’nin muhabbetinden uzak kalmam mümkün değildir. Ey sevgili amcam! Soyum ondan devam edecektir. Ali, kıyamete dek benimle soy sop ortağı olmuştur.

Hazret-i Muhammed, Hayber gazasında şöyle buyurmuştu:

-Yarin  Sancak-ı  Şerif’i öyle bir kimseye vereceğim ki, mübarek yüzünde Allah ve Resul’ünün sevgisinin nuru parlayacak ve temiz alnında Allah ve Resul’ünün sevgi izleri belli olacaktır.

Sabah olunca sancağı Hazret-i Ali’ye verdi. Yine rivayet edilmiştir ki Tayif kuşatması sırasında Hazret-i Peygamber,  İmam Ali’yi yanına çağırıp uzun uzun kendisiyle konuştu.  Bu konuşmaya askerler şaşıp kalarak:- Allah’ın vahyine sahip olan Muhammed gibi bir Peygamberin, böyle bir görüş alış verişine ne ihtiyacı var, diye birbirlerine sordular.

Hazret-i Muhammed, bunu öğrenince buyurdu ki: - Ona sırlarımı anlatamam. Bunu bana Ulu Tanrı emretmiştir Hazreti Ali, Hazret-i Muhammed’in hayatı boyunca fedailiğini yapmış, canını onun uğruna bir hiç sayıp adeta ölümlerin üzerine atılmıştır.

Uhud Savaşı’nda müşriklerin Müslümanları bozguna uğrattıkları sırada tüm Muhammed askerleri dağılmış ve ordu birbirinden ayrılmıştı. Bu sırada Hazret-i Muhammed, müşriklerin kuşatmasına girmişti. O sırada yanında bir kaç kişiyle Ali kalmış, Hazret-i Muhammed’i terk etmemişlerdi. Hazret-i Ali, Peygamber’e gelen bütün hücumları, tek başına geri püskürtüyor, dağıtıyordu. O sırada Hazret-i Muhammed, Ali’nin bu sadakatini ve canını onun uğruna hiçe saymasını görüp duygulanmıştı. Rivayet edilmiştir ki, meşhur:

-“Ali’den başka bir kahraman yoktur.

Zülfikâr’dan başka da kılıç yoktur” beyiti o gün gayb âleminden söylenmişti.

Hakikat  ve ilim sahipleri  tarafından  doğrulanmıştır ki, Ali Murtaza’nın rütbesinin yüceliğinin sebebi, Hazreti Mustafa’ya tabi olmasından ileri gelmiştir. Ve Hazret-i Muhammed’in mucizelerinin en büyüğü Ali’nin veliliğidir.

Lâkapları arasında, arslan manasına gelen “Hayder”, Allah’ın Aslanı anlamına gelen “Esedullah –il- gaalip” ve Tanrı rızasını kazanmış demek olan “Murtaza”dır.

Hazret-i  Peygamber, Tebük Savaşı’na gidecekleri vakit, Ali’yi Medine’de halife bırakmışlardı. Hazret-i Ali, “Ey Allah Elçisi! Beni kadınlarla çocuklara mı halife bırakıyorsun?”  diye savaşa katılmak istediğini ima edince, Hazret-i Peygamber “ Razı değil misin Ya Ali! Sen bana, Harun, Musa’ya ne kadar yakınsa, o kadar yakınsın. Ancak benden sonra peygamber yok” buyurunca, Ali, “Razı oldum, razı oldum” demişti. “Murtaza” lâkabı bu yüzden kaldı.

Künyeleri, “Ebul Hasen” ve “Ebul Turab” dır. Araplarda adet olduğu üzere ilk oğulları olan İmam Hasan’ın adına  göre “Hasan’ın babası” künyesiyle tanınmıştı. “Ebul Turab” toprağın babası demektir. Bu künyeyi, kendilerine, Hazreti Peygamber vermişti. Bu yüzden bu künyeyi çok severlerdi.

Hazret-i Muhammed sahabe arasındaki sevgi bağını güçlendirmek için sahabede herkesi birbiriyle eşleştirmiş kardeş etmişti. Ancak Hazret-i Ali kimseye kardeş edilmemişti.

-Ya Resulullah! Ashabı birbirine kardeş ettin;

beni ise yalnız bıraktın” diyen Ali’ye Hazret-i Resul:

- Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin.

Bu lütufa lâyık görülen  İmam Ali, sevincinden ağlamaya başlamıştı. Bu kardeşlik, hicretten beş ay sonra olmuştu, daha önce de Abdulmuttalib oğullarının topluluğunda beyan edilmişti.  Hazret-i Resul, Ali’nin kendilerinin kardeşi, veziri ve kendinden sonraki temsilcisi  olduğunu burada bildirmişlerdi.

Hazret-i Ali’nin Hazret-i Muhammed’in yanındaki değeri o kadar kıymetliydi ki Ali’yi kendine kardeş kılmış, biricik, dünya güzeli kızı Hazret-i Fatıma’yı Ali’den başkasına nikâhlamamıştı.  Hatta bir keresinde Hazret-i  Resul  “Eğer Ali olmasaydı, Fatıma’ya lâyık bir koca olmayacaktı” demişti.

Hazret-i Ali’nin bütün faziletlerinden önce ilmi, o derecede idi ki, bir gün minberin eşiğine  mübarek ayağı ile şeref vererek şöyle  buyurmuştu:

-Yüce Yaradan hakkı için söylerim ki, eğer ferman verilip Zebur, Tevrat  ve İncil  ehli, konuşmuş olsalar, ben onların bütün sırlarından  haber verirdim.  Ve onlar da beni topluca tasdik ederlerdi.

Hazret-i Ali’nin ibadeti de  o derecede idi ki, her gece namaza çekildiği köşeden farz olan tekbirlerden ve yapılması gereken  sünnetlerden sonra evinden binbir tekbir duyulurdu.

Kalbinin yumuşaklığı da çok büyüktü. 

Bir gün bir kölesini, defalarca yüksek sesle çağırmış, cevap alamayınca onu aradığı yere doğru yol almıştı. Kölenin oda kapısında durduğunu görünce,  sordu:

-Niçin çağırmama cevap vermedin?

Köle şöyle cevap verdi:

- Ya Ali! Senin hiddetlenmeni istedim. 

- Ey gafil dedi! Ben o kimseyim ki, seni bu sınava teşvik edeni, hiddetlendiririm. Yani o lanetlenmiş İblisi...

Ve Ali kölesini azat etti. Hayatının sonuna kadar da geçimini temin etti.

Bu hal, Hazret-i Ali’nin yumuşak huyunun büyük bir delilidir.

Alçakgönüllüğü ve kendini hakir görmesi de son derece idi. Halifeliği zamanında batı hudutlarından Semerkant’a kadar olan bütün bir ülke, idaresi altında bulunuyordu. Başkent Kûfe şehrinde yaya olarak yürür, ata binmeyi istemezdi. Bir gün bazı ihtiyaçlarını alıp kendi götürüyordu. Hizmetçilerinden biri sordu:- Ey Müminlerin Emiri! Bu hizmeti lütfedin de şu  kölenize verin.

Hazret-i Ali şöyle  buyurdu:- Çoluk çocuk sahibi olan bir kimsenin yük taşımaya, sıkıntıya dayanmaya daha çok hakkı vardır.

Hizmetçisi sordu:

-Fakat sen zamanın halifesi ve dünyanın Sultanısın. Bunu yapman doğru değildir.

Hazret-i Ali şöyle dedi:

-Bir insanın yüceliği, onun kendi vazifelerini yapmasına  mani olamaz. Hele o kimse çoluk çocuğunu kendi sırtında taşıyor,  onlar için çalışıyorsa, yüksekliğinden bir şey kaybetmez.

Elinin açıklığı da  o derece idi ki, dört dirhem akçesi olsa, birini gizlice, birini açıkça, birini gece ve birini de gündüz sadaka olarak verirdi.

Yüksek şanı hakkında Bakara Suresi 274’üncü şu ayeti gelmişti:

“O kimse ki, nafakasına ait malını gece ve gündüz gizli ve aşikar olarak dağıtır”

Fakirlik ve yoksulluklarına rağmen yardım severlikleri   o derecede idi ki, bu hali:

 Dehir Suresi 7, 8, 9’uncu ayetler;

“Kendi yiyeceğini fakirlere, yetimlere ve esirlere seve seve verirler” ayeti ile onun ve ailesinin güzelliği Hazret-i Resul’ün ağzından Kuran’da tespit edilmişti. Çünkü  Hazret-i Resul Kuran-ı Kerim’in çoğu ayetlerinde övdüğü o yüce kişiler  kendi Ehl-i Beyti ve özellikle Ehl-i Beyt’in direği, Hazret-i Murtaza İmam Ali’ydi. Bir çok ayet onların yüce zatlarının  ilhamıyla suret bulmuştu.

Şevahid-i Nübüvve’de yazılıdır ki:

Amiş kızı Esma’ya,  Fatıma şunları söylemiştir:

-Ben,  evlilik gecemizde, bütün dünyanın onun adını söylediğini işittim. Sabah olunca bu hale şahit olduğumu Hazret-i Muhammed’e söyleyince, Peygamber şükran secdesine kapanıp buyurdu ki:

- Ey Fatıma! Sana müjdeler olsun ki, Ulu Tanrı, kocana çok büyük mutluluklar ve esenlikler verdi. Onu yeryüzü ve gökyüzü halkının en faziletlisi kıldı.

Hazret-i Ali, dünya hayatının her anında iyilik ve cömertlik timsali, secehatlarıyla kahramanlık destanı, bilgisiyle de ilim ve irfan kaynağı  idi.

Hazret-i Ali’nin, bir gün, bir hutbesinde, “Sorun bana, gerçekten de and olsun Allah’a, benden sorarsanız size haber veririm. Sorun bana Allah’ın kitabından; gerçekten de and olsun Allah’a, hiçbir ayet yoktur ki niçin ve kimin hakkında indi, nerede indi, gece mi indi, gündüz mü indi ; düzlükte mi indi, dağlıkta mı indi bilmeyeyim” buyurmuştu.

Müyessib oğlu Said, “Ali’den başka, sorun bana diyen yoktur” demiştir.

El İstihab kitabının 2’nci cildinde geçer ki Ömer, halifeliği döneminde yanlış bir kararla, suçsuz bir kadın hakkında zina yaptığı gerekçesiyle taşlanmasını emretmişti. Hazret-i Ali, hemen olaya el koymuş ve kadının suçsuzluğunu ortaya çıkarmış, kadını kurtarmıştı. Bunun üzerine Ömer, “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu elbette” demiştir.  Zaten Ömer-i Faruk  “Ali’nin bulunmadığı bir anda, müşkül bir işe düşmekten Allah’a sığınırım” derdi.

Bir gece yarısı Kûfe sokaklarında dolaşırken, birisine rastlamıştı, o kişi “Ey Müminler Emiri! Düşmanın bu kadar çokken, neden böyle yalnız başına gece yarıları dolaşıp duruyorsun” demişti.  Hazret-i Ali “Bu koca ülkede bir kurt, bir kuzuyu kapsa benden sorarlar, nasıl rahat edebilirim” diye cevap vermişti.

Geceleri erzak torbasını yüklenir, yoksulların, yetimlerin, dulların evlerine gider, onlara dağıtır, ihtiyaçlarını giderirdi.

Cenazesi yıkanırken sırtının simsiyah olduğunu görenler, İmam Hasan’a sebebini sormuşlardı da Hazreti Hasan “ihtiyaç sahiplerine erzak taşımaktan çürüdü” demiş, kendisi de ağlamış, dinleyenleri de ağlatmıştı.

Bir ramazan günü, garip biri, Kûfe’ye gelmiş, mescide girip Hazret-i Ali’yi görmüş, ondan biraz iftarlık istemişti. Hazret-i Ali, başındaki sarığın düğümünü  çözmüş, bir ikinci ve bir üçüncü düğümü de çözdükten sonra içinden kupkuru bir parça ekmeği çıkarıp vermiş ve “Müminler Emiri’nin evine git, orada iftar et. Benim yanımda bundan başka bir şey yok, olsaydı verirdim” demişti.

Adam, bu kuru ekmek parçasını, verenin gönlü kalmasın diye almış, Müminler Emiri’nin evine gitmişti.  Yemek yenirken Hazret-i Hasan’a bu olayı anlatmış, “Bu yemeklerden  biraz da, bana bu kuru ekmekleri veren kişiye yollasanız” demişti. Hazret-i Hasan bu sözü duyunca ağlamaya başlamış ve “Ey Tanrı Misafiri Arap kardeş, o gördüğün kişi benim babam. Bu evin sahibi ve Müminler Emiri Ali’dir” demişti. Yemekten sonra mescide gitmişler, o adam Hazret-i Ali’ye neden bir parça ekmeği, bir kaç kere düğümlüyorsun diye sormuştu. Hazret-i Ali, İmam Hasan’ı göstererek “Şu, üstüne yağ, sirke sürmesin” diye demişti.

Hazret-i Ali, “Adalet sahibi imama, halkın en yoksulu gibi yaşamak gerektir, ta ki yoksul, yoksulluğundan şikâyet etmesin, zengin, zenginliğine güvenmesin” buyururdu.

Rivayetler vardır ki Hazret-i Ali, yaralandığı gece Kûfe’de  üç yüz ev aç kalmıştı.

Birgün bir yere giderken birisi, Hazret-i Ali ‘den bir parça ekmek istedi. Hazret-i Ali, Kanber’e ekmeği fakire vermesini söyledi. Kanber, “Ey Müminlerin Emiri!” dedi, “Ekmek hurçta” Hazret-i Ali, “hurcuyla ver” dedi. Kanber, “hurç devede” dedi. “Deveyle ver” dedi Ali. Kanber, “deve katara bağlı” deyince Hazret-i Ali, “katarla ver” dedi. Kanber derhal elinden yuları atıp Hazret-i Ali’nin eteğine sarıldı. “ Ey Müminlerin Emiri, ip elimde desem beraber git dersin de hizmetinden mahrum kalırım diye korktum” dedi.

Kûfe’de hurmacılıkla geçinen Meysem’in satış yerine oturur, bazı kere ondan hurma alıp satar, geçimini böyle sağlar, devletten aldığını yine devlete verirdi.

Birgün hazinenin dolduğunu haber verdiler.  Tellallar çıkartıp hak ve ihtiyaç sahiplerini çağırttı. Kendisi de hazineye vardı.  Yığılı gümüş ve altınlara bakıp “Ey sarılar, ey beyazlar“ dedi. “Benden başkasını aldatın, ben size kanmam”. Sonra memura adaletle dağıtılmasını emretti.  Kendisi namaza durdu. Hazinede bulunanlar dağıtılıncaya kadar namazı uzattı. Sonra namazını bitirdi de yanındakilere, uzaktan bakan kızı Ümmü Gülsüm’ü işaret edip,  rahatlamış bir şekilde “Gözü, gelen mallar arasındaki bir inci gerdanlığa takılmıştı” dedi. “Onu isteyecekti az kalsın”.

Giydiği elbise dizlerinden biraz aşağıya kadardı. Kollarını da dirseklerinden kestirir, kısa kollu giyerdi. Elbisesi yama içindeydi.  Bir gün bir yırtığı göstererek, “Yamatacağım ama yamacıdan utanıyorum artık” buyurdu.

Elinde küçük bir değnek olduğu halde çarşıda, pazarda dolaşır, halka Allah’tan korkup çekinmeyi, iyi alışveriş etmeyi, doğru ölçüp tartmayı emrederdi.

Kendisi ne yer, ne giyerse, adamlarına da onu yedirir, onu giydirirdi.  Ebu Navvar adlı bezciden rivayet edilmiş demiştir ki: Bir gün geldi, kölesi de yanındaydı. İki gömlek satın aldıktan sonra ikisini de kölesine gösterip, “Hangisini istersin?  Hangisini beğendiysen al ! ” dedi. Köle birisini aldı, öbürünü kendisi giydi.

Hazret-i Muhammed, son zamanlarında Hazret-i Ali’ye bir vasiyette bulunmuştu.

- Benim göçüp gitme vaktim yaklaşmıştır. Sen yalnız kalacak  ve bir çok belaya uğrayacaksın. Ey Ali, sakın ıstıraba düşünce sabırdan başka yol tutmayasın.

Her sözü doğru ve suret bulan Hazret-i Muhammed’in sözünde ne kadar haklı olduğu daha sonra ortaya çıktı.

Daha Hazret-i Muhammed’in vücudu soğumadan, Hazret-i Muhammed’e en yakın gözükenler, halifelik davasına giriştiler.  Allah Resul’ünün kendisinden sonra yerine halife olarak görmek istediği ve her fırsatta bunu ima ettiği İmam Ali’ye  makam ve rütbe hırsları yüzünden  yaş küçüklüğünü bahane edip , bu konuda söz hakkı tanımadılar.  Kendisini çekemeyenler, Hazret-i Osman’a düzenlenen suikastta, Hazret-i Ali’nin ihmâlkarlığı olduğu iftirasını üzerine attılar.  Halifeliğini kabul etmeyen  bazı münafık, İslam ve Peygamber gizli düşmanları, kendi evlatlığı Mülcem’in aklını en olmadık entirikalarla çelip ölümüne sebep verdiler.

Kendisine olan inancını şu vecizeleriyle ortaya koyar.

Oysa ki onun bu sözleri ona isyan edenlere bir işaret olmalıydı:

“Biz Hakk’a çağıranlarız, halkın imamlarıyız. Gerçeğin delilleriyiz. Kim bize itaat ederse kurtuluşa erer. Kim bize isyan ederse helak olur gider.”

“Bize sarılan, bize ulaşır; bizden ayrılan geri kalır, helak olur. Emrimize uyan , öne geçer, kutluluğa erer, bizim gemimizden başka gemiye binen boğulur gider. “

Son olarak şunu söylemek gerekir ki onun için tüm geçen hayatında önemli olan tek bir şey, tek bir kişi vardı.

Bütün hayatını ona adamış, onun davasına başını ortaya koymuş, uğruna canına feda etmeyi göze almış, onu hayatındaki her şeyden daha çok sevmişti.

O Hazret-i Muhammed idi.  Onu defnederken söylediği şu sözlerde  Ali’nin Hazret-i Muhammed’e olan aşkı ne kadar aşikârdır:

“Sabır güzeldir, fakat sana karşı değil

Ağlayıp sızlamak kötüdür.  Fakat sana ağlamak,

sana sızlamak değil

Senin musibetine uğramak ne büyük bir hüzün,

Bundan önce uğradığım musibetler de bir şey değil,

Bundan sonra uğrayacaklarım da.”

Yine Hazret-i Muhammed’in arkasından, dostlara ashaba şunları söylemiştir:

“Allah’ın salatı Hazret-i Muhammed’e ve onun soyuna olsun ki, Resulullah’ın ashabından olanlar bilirler, ben bir an bile, ne noksan sıfatlardan dışarı olan Allah’ın emrini reddettim, ne de  Resul’ün emrini.

Allah’ın bana lütfettiği erlikle, yiğitlerin durakladıkları, ayaklarının  geriye çekildiği yerlerde canımla- başımla O’nu korudum. Elimden geldiği kadarıyla canımı ona feda ettim; bütün gücümle düşmanlarıyla savaştım, canımla korudum  O’nu. O da benden başka kimseye nasip olmayan ilmini, bana lütfetti.

Allah’ın salatı O’na ve onun soyuna olsun, Resulullah vefat ettiği zaman başı göğsümdeydi; ağzının yarı avucuma aktı, onu yüzüme sürdüm. Onu yıkamaya koyuldum. Melekler yardımcılarımdı.  Ev halkı feryad ediyordu, civar feryatla dolmuştu; meleklerin bir kısmı inmedeydi, bir kısmı çıkmadaydı. Sesleri hâlâ kulaklarımdadır. O’na salavât getiriyorlardı. Bu  onu kabrine yerleştirinceye kadar sürdü gitti. Hayatında da mematında da ona benden yakın kimdir ki?

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile