SELAHATTİN ÖZGÜNDÜZ

 

SELAHATTİN ÖZGÜNDÜZ

 

 (TÜRKİYE’DE CAFERİ TOPLUMUNUN ÖNDERLERİNDEN)

 

Cem Radyo yönetiminin benden ricalarıyla, 1999 yılında başlayıp, beş yıl devam eden, canlı olarak yayınlanan, Muharrem programları hazırlayıp sundum.

Özellikle Muharrem, Kerbela, Hz. Hüseyin, Muharrem Orucu konularında akademisyenler, dedeler, babalar, ozanlar ve Alevi/Bektaşi-Mevlevi kurum ve kuruluş temsilcilerinin görüşlerini Cem Radyo dinleyicilerine aktarmaya çalıştım.

Bu programlar gerçekten de etkili oldu.

Onlarca yetkin isimle yaptığım söyleşilerle ilk kez doğrudan bu konuda, detaylı bir şekilde halkın bilgilendirilmesine yönelik yayınlar yapılmış oldu.

Bu programlardan birisinde de, farklı tarihlerde olduğu gibi, toplumumuzun iki değerli mensubunu konuk ederek görüş ve düşüncelerini halka aktarmalarına aracı olmaya çalıştım.

Selahattin Özgündüz Türkiye’de Caferi toplumunun öncü isimlerinin başında yer alan Selahattin Özgündüz de yine kendisine bağlı geniş insan topluluklarının hislerine tercüman olurken aynı zamanda Caferilerin Muharrem hakkındaki görüşlerini birinci ağızdan bize aktarmıştır.

Ayrıca bu söyleşide Özgündüz, Caferilik, Alevilik ve Sünni İslam anlayışının yaklaşımlarını da aktararak bu konularda da bizleri aydınlatmaktadır.

 

AYHAN AYDIN

Her şeyden önce biraz kendinizden bahsedebilir misiniz Sayın Özgündüz? Kars’a bağlıydı önce şimdi vilayet oldu, Iğdır’ın Tuzca Kazası’nın Ali Köse Köyü’nde dünyaya geldim.

İlköğrenimi köyde bitirdikten sonra bir müddet Iğdır’da özel hocalarımızdan Arapça ve Farsça öğrendikten sonra Irak’ın Kerbela vilayetinde NecefKazası’nda dini tahsilimi yaptım. Ondan sonra 1970’lı yılların ortalarında ülkeme döndüm. 5-6 yıl kadar Doğu’da Iğdır ve çevresinde Ağrı’nın Taşra ilçesinde görev yaptım. 1970’li yılların sonlarına doğru da İstanbul’a geldim. 20 yıl olduZeynebiyeCami’nde hizmet vermekteyiz, Allah kabul ederse.

Cem Radyo’su dinleyenlerini sevgiyle selamlıyorum. Aşureleri kabul olsun, yasları Ehlibeyt defterine yazılsın temennisiyle bu faslı kapatıyorum.

 

İmam Hüseyin için gözyaşı döken milyonlarca Müslüman var. Kerbela Olayı’nın üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen onu seven milyonlar, sevgi, saygı ile anarken, ona yapılanların da yasını canlı olarak hala yaşatıyorlar. Türkiye’de Yezid taraftarı yok, Türkiye’de Hüseyin karşıtı yok.

Herkes Hüseyin’den yanadır, herkes Yezid’e karşıdır. Onun için Onu anmanın milli birliğimize bilakis katkısı olacağını düşünüyorum demiyorum, gözlemliyorum. Bugüne kadar Balkanlar’da, Anadolu’da bu anmaların hiç kimseye zararı olmamıştır. Ve hiçbir ayrılığa sebep olmamıştır. Hep mazlumdan yana olmayı öğretmiş, sevgiyi, kardeşliği öğretmiş, insanlığı, özgürlüğü öğretmiştir. Savaşmayı değil, kendi kardeşiyle kavga etmeyi değil barışı, adaleti, haksızlık karşısında dik durmayı öğretmektedir Kerbela Olayı. Kerbela Vakası bir kardeş kavgası gibi görünüyor, başlatan taraf öyle yutturulmak isteyen olduğu gibi İmam Hüseyin’in isyan çıkarması şeklinde gösterilmeye çalışılıyor, bu da çok yanlış ve tehlikeli bir inanıştır. Biz Hüseyin’e ağlarken haz duyuyoruz, hafifliyoruz, sanki günahlarımızı yıkıyoruz, sanki kardeşlik bahçemizi suluyoruz o göz yaşlarıyla, sanki aşk bahçemizi çiçeklerimiz suluyoruz o göz yaşlarımızla, bunu yaşayan bilir.

Efendim onun için hiçbir zaman bu ülkede Muharrem ve Aşure olayı Müslümanlar arasında kapanmamıştır, devam etmektedir. Özellikle Türkiye diyorum çünkü siz her ülkede aynı güzelliği göremezsiniz. Türk insanı hep birlikte kurduğu bu yurdu, kanını birbirine karıştırarak suladığı bu yurdu korumaya kararlıdır.

Halkalı’da düzenlediğimiz dünkü olayda, Alevisi, Sünnisi, Caferisi on binlerce insanın katıldığı bir büyük olay yaşadık. Hepsi aynı platformda buluşmuştu. Ne yazık ki 119 bin metrekareyi iğne atsan yere düşmeyecek şekilde dolduran insanların sayısına insafsızca 2-3 bin bile diyenler oldu. Lütfedip otuz bin diyenler de oldu. Şimdi 119 bin metrekare yere 3 bin adamı nasıl dağıtacaksınız? Yan yana, üst üste, dip dibe iğne atsan yere düşmez. Metreye 5-6 kişi durması gerekirken metreye bir kişi bile koysan gene yüz bini aşkın deseydiler hiç değilse, bunu da yapmadılar. Neyse gene de sağ olsunlar hiç değilse haber değeri verip haber yaptılar. TRT’mizin ne yazık ki bizim vergimizle ayakta duran TRT’mizin, yüz binlerce insanın ağlamasına, bir araya toplanmasına, yüz binlerce Alevi’yle Sünni’nin aynı duyguyu paylaşıp, yan yana gelmiş olduğu bir platforma haber değeri vermemiş olması doğrusunu istersen derinden düşündürüyor bizleri. Düşündürdüğü kadar üzüyor da. İnşallah bundan sonra bu hatayı yapmazlar temennisiyle.

 

Bu Muharrem günlerinde de yine Diyanet İşleri Başkanlığı sessiz, TRT sessiz. Hz. Hüseyin‘e asi diyen anlayışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hz. Hüseyin Allah’a karşı mı asi, Yezid’e karşı mı asi? Allah’a karşı asi olmadığını Allah Ahzap Suresi’nin 33. ayetinde şahitlik ediyor. Ehlibeyt’in tertemiz olduklarına Allah şahitlik etmekte. Keza Peygamberin peygamberlik ücreti olarak Ehlibeyt’i dolayısıyla Hüseyin’i sevmeyi karar kılmıştır. Onun için Allah’a asi olmadığını da Kuran’da sünnet etti fark ederek bize açıklama yapıyor. Yezid’e asi olmaksa her Müslüman’ın, her insanın, her onurlu insanın yapması gereken şeydir. Fakat hukuksal açıdan değerlendirecek olursak İmam Hüseyin’le Yezid arasındaki sürtüşme mi diyeyim, kavga mı diyeyim başlangıç sebebi oluş şeklini bir gözden geçirelim.

Evrensel hukuk açısından, ülkemiz ve diğer ülkelerin hukuku açısından bir irdeleyelim Hüseyin’e asi denilebilir mi? Yani bu tabir Hüseyin’e uyar mı? Velev ki özde var olan devlete, düzene karşı.

Şimdi biliyorsunuz Muaviye kendisine ait olmayan hilafeti bin bir desise, hile, oyunla ele geçirmiş oldu.

Yine bizim tarafın imamımız İmam Hasan’ın makam ihtirasıyla değil Müslümanların maslahatını, Müslümanların faydasını, Müslümanların yararlarını, çıkarlarını gözeterek iç ve dış düşmanlarının çok uzun sürebilecek bu iç harpten yararlanıp İslam’ı, ülkeyi kökten kaldıracaklarını, devleti yıkacaklarını görünce sulha razı oldu ama önemli birkaç şartla. Bu şartı Muaviye kabullendi.

Bunlardan birisi Muaviye’nin ölümünden sonra hilafetin yine aslı sahiplerine, meşru sahiplerine dönmesiydi. Bir diğer önemlisi Arap olmayan hatta Beni Ümeyye‘den olmayan kesimlere mevali yani azatlı köleler muamelesine son verilmesi, sosyal adalet ve hukuk devletinin gereğinin yapılması, bütün vatandaşlara aynı şefkatle yaklaşıp hepsinin hukukun korunması maddeleri var.

Ama maalesef Muaviye bunların hiç birisine uymadı, İmam Hasan’ı da zehirleterek şehit etti.

Bundan sonra on sene İmam Hüseyin - Muaviye dönemi yaşanmıştır. İmam Hüseyin sükutu seçmiştir yani bir savaş çıkarmamıştır, kardeşinin öldürülmesine rağmen, şartlara uyulmamasına rağmen kardeş kanının vebaliyle Allah huzuruna gitmek istememiştir.

Fakat ne var ki Muaviye ölümüne yakın şartlarını unutarak emaneti ehline teslim etmek yerine bütün Müslümanlarca pasifliğiyle, içkiciliğiyle, facirliğiyle, sorumsuzluğuyla bilinen Yezid‘i halife ilan etti. Ehlisünnet kaynaklarında, hatta bugünkü Diyanet İşleri Başkanı’nın danışmanın yazdığı kitap yanımda orada da bu kaydedilmiştir. Yezid Medine’yi işgal ettirip hem katliam, hem yağma, hem tecavüz yaşatmıştır. Kabe’yi mancığına tutturmuş ayrıca. Böyle bir insana biat topladı Muaviye.

İmam Hüseyin yine sükut etti. Ölümünden sonra Yezid’e vasiyetlerinden birisi de Hüseyin’den özellikle Abdurrahman İbn Ebu Bekir, Abdullah İbni Zübeyr, Abdullah İbni Ömer’denden biat alması idi. Fakat özellikle Hüseyin çok önemliydi çünkü o Muhammed’in torunuydu.

“O senin hilafetini onaylarsa hilafetin rayına oturur, saltanatın kökleşir, meşruiyet kazanır, Hüseyin Muhammed ailesinin en önde geleni, imamı, seni onaylarsa artık saltanatının rakibi kalmaz. Ne pahasına olursa olsun ama ne pahasına olursa olsun ondan biat al” diyor Muaviye oğlu Yezid‘e.

Onun ölümüyle birlikte Yezid Medine Valisi‘ne mektup yazarak Hüseyin’den biat almasını istiyor, aksi takdirde kellesini göndermesini istiyor.

İşte burada olay başlıyor, İmam Hüseyin o güne kadar sessiz kalmıştı, yine de sessiz kalmak istiyordu ama bir dayatmayla karşı karşıya kaldı.

Biatin anlamı şu; ‘bu hükümetin, bu devletin bu yönetimin uygulamalarını, meşru buluyorum, doğru buluyorum. Onun için açıkça evet oyu kullanıyorum. Kendim de ona itaat edeceğim, uygulamalarına katılacağım, emrinde olacağım’, bu demektir biat.

Açık evet oyu kullanıp ve de kendisinin de bağlılığını, onun uygulamalarına ortak olacağını, emrinde olacağının ifadesidir.

Şimdi Hüseyin böyle bir şeyle karşı karşıya kalıyor. Yanındakilerle bu durumu tartışıyor.

İmam Hüseyin’in değerlendirmesi şu oluyor;

“Benim Yezid’in bu ırkçı, despot, zalim, fasık ve facir uygulamalarına ‘doğrudur, yerindedir ben de emrindeyim’ demem İslam’ı, dedemin, babamın bunca zahmetlerle en sevdiklerini feda ederek ömürlerini feda ederek aktardıkları, getirdikleri bu güzelim İslam’ı, Yezid’in uyguladığı çirkefler olarak tanıtmış olacağım. O zaman böyle bir dine kimse iman etmez.

Yezid’in yeşil sarayda, Muaviye’nin ve Yezid’in oluşturduğu bu despot diktatörlüğü, zalim yönetimi İslam diye kabullendirip halka da böyle beyan edeceğim o zaman bu İslam ölmüş olacak.

Bununla beraber özgürlük, insaniyet, adalet, kardeşlik, barış, sevgi her şey ölmüş olacak.

Böyle bir şeyi yapmak da yani sırf yaşamak için, yaşayabilmek için ve iktidar nimetinden yararlanıp yalakalık yapıp yaşamak için bütün bu değerleri öldürmeyi ben alçaklık sayıyorum. Ya şimdi bütün bu değerleri öldüreceğim ya da kendimi ölüme teslim edeceğim. İkisinden birini seçmek zorundayım. Ben şerefsizce, alçakça yaşamaktansa değerler uğruna baş koymayı şereflice, izzetle ölmeyi tercih ediyorum.” demiş tercihini böyle koymuştur.

Hz. Hüseyin; “bırakın ülkeyi terk edeyim, dedemin ülkesini, kendi dedemin kurduğu devleti terk edip başka ülkelere iltica edeyim. Yeter ki kan akmasın”, diyor.

Medine’yi terk edip Mekke’ye doğru yöneldi. Kuran Kerim diyor ki “Eman evidir oraya giren haşare bile öldürülmez.” Oraya gidiyor orada da rahat bırakılmıyor. Kufe’ye doğru yola çıkıyor, oradan davet almıştır “gel seni koruruz” diye oraya gidiyor oraya varmadan etrafı sarılıp günlerce susuz bırakılarak 6 aylık çocuğuyla birlikte şehit ediliyor. Ben drama yapmak istemiyorum ancak savaşa çıkan bir insan 6 aylık çocuğuyla 3 yaşındaki kızıyla çıkmaz yola. Hüseyin savaşmak istemiyordu. Savaştan olabildiğince kaçıyordu ama bir tek şeyi yapmamak istiyordu; Yezid’in melanetlerine onay mührü vurmak istemiyordu. Bunun altına girmeyeyim fakat olabildiğince de kan akmasın istiyordu. Fakat Yezid bu fırsatı vermedi ona. Üçüncü yolu bırakmadı. Ya kelle, ya ölüm, ya da biat!

İmam Hüseyin “köleler gibi sana ikrar elini uzatmaktansa izzetle, şerefle ölmeyi tercih ederim”, diyor.

Bu hangi hukuka uyuyor, hangi hukukta birleşiyor, hangi insanlığa yakışıyor?

 

Özetle bize neler söyler Selahattin Özgündüz, Caferilik hakkında? İmam Cafer Sadık müstakil ayrı bir mezhep kurmamıştır. Bugün yeryüzünde Müslümanların amel ettiği fıkıhın babasıdır. Bütün fıkhın babasıdır. Medya, benim ısrarla: “bizim bir mezhebimiz var. Caferilik mezheptir tarikat değil, tarikat ayrı bir olay bu ayrı bir olay”, dememe rağmen Caferi tarikatı deyip, milleti kavram kargaşasına sürüklüyorlar.

Resulullah’tan ve birçok Ehlisünnet kaynaklarından naklederek ki, “benim Ehlibeyt’imden olan imamlara uyun”, diye hadisler vardır. Ona binaen ve Sefine Hadisi vardır meşhur. Necat gemisi Ehlibeyt’tir ve o gemiye binenler ‘Fırkayi Naciye’dir, kurtulan fırkadır.

Buna göre biz bu Ehlibeyt’e, bu haneye, bu hanedanı celileye bağlı kalmayı Necat yolu olarak görmekteyiz. Burada değinmemiz gereken şu var, bir Kadiri veya bir Nakşibendi tarikatına mensup olan birisi mezhebini Hanefi olarak telaffuz edebiliyor, deniliyor. İyi de bize gelince bizim bir tarikat bölümümüz var, bir de mezhep bölümümüz var. Israrla mezhep olarak, fıkıh mezhep olarak anılmaktan ne mana var bilmiyorum. Şimdi diğer imamlarımızı siyasiler çok meşgul ettiler.

Ama İmam Cafer Sadık ve Muhammed Bakır’ın dönemi fıkıh dersi ve İslami ilimlerin bu aileden başlamak suretiyle yayıldığı dönemdir. Biz ’Oniki İmamcı’yız sadece İmam Cafer Sadıkçı değiliz. Cafer Sadık Oniki İmam‘ın altıncısıdır bu bir. İki İmam Cafer Sadık Aleyhisselamın ilmi içtihatı iktisabi değil ledunidir, Allah tarafından verilmiş ilimdir.

 

İmam Cafer Sadık‘a Allah tarafından verilmiş bir ilim olduğuna inanıyorsunuz? Biz imamları Allah’ın mahlukuna benzetmiyoruz. Mahlukat içerisinde Hz. Muhammed Mustafa dışında her şeyden ve herkesten üstün görüyoruz. Ama Muhammed bu ailenin büyüğü, babası, Peygamberidir bu evin sahibidir bunu da böyle bilelim. Bunu bütün Ehlibeyt dostları zaten böyle düşünüyor. Bize başkalarının iftira atmasına da gerek yok. Fakat İmamı Sadık’ın bizim nezdimizde ders verdiği 4000 talebeden naklolunan sözleri ciltler dolusu fıkıh kitapları haline gelmiştir.

İmam Ebu Hanefi’nin talebesinin kavli Ehlisünnet kardeşlerimizin fıkıh kitaplarında naklediliyorken üstadı olan İmam Caferi Sadık’tan bir kelime nakledilmiyor, bu ilginçtir.

Sorunuzda bir gizli ilim olduğunu söylemiştiniz. Cabir İbni Hayyani var. Cebril İlmi de onun adından alınmadır. O da İmam Sadık’ın talebelerindendir. Cefri deniliyor. Onu genel-de alimlerimiz reddediyor. İmam Sadık falcı değil, bilgindir.

Geleceği geçmişi bilmiş olması, Hz. Ali’nin hutbelerinde de bu açıkça var. Biz Ehlibeyt İmamlarını Allah gibi görmüyoruz. Fakat Allah’a en yakın ve Allah’ın en sevdiği kişiler olarak değerlendiriyoruz.

İmamlar, masumlar, günahsızlar, günah alanının dışında kalmışlar insanlardır. Nefislerine hiçbir zaman yenik düşmemiş oldukları için tabir yerinde ise tek kelimeyle
insan-ıkamil’dirler. Burada bir de tabii Ondört Masum‘u (Pak) görüyoruz.

Söyleşi: Cem Radyo, 27 Nisan 1999

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile