MAHZUNİ ŞERİF - MAHZUNİ -

AYHAN AYDIN

Türkiye’nin önde gelen halk ozanlarından birisiniz. Sevgili Mahzuni Şerif, bize yaşamınızdan bahsedebilir misiniz?

Ben bilindiği şekliyle 1960’lı yıllarda gündeme gelen bir halk ozanıyım. 1939’da Kahramanmaraş iline bağlı Afşin Kazası Berçenek Köyü’nde doğmuşum. Dedelerim Elbistan ovasına 18. yüzyılda Hatay’dan gelmişler. Hatay da, Tunceli Hozat’tan gelmiş bir Horasan köküdür.

1960’ta ordudan ayrıldıktan sonra, Türk halk şiirine ve halk sanatına gönül verdim. Özellikle Pir Sultan Abdal halk ozanlığı işlevimde öz misyonumu teşkil etmiştir. Onun halktan yana kavgası, ezilmişler için duyduğu ilgi, aynı kıvançta beni de sarmıştır.

1950’li yıllarda başladığım saza, cemlerde ve görgü ya da muhabbet anlarında edindiğim engin öğretileri de katarak halk ozanları safına girmiş oldum. Ve dediğim gibi tarihi halk ozanlığı misyonuna duyduğum bozulmaz saygı zaman zaman, çağımızda kendini gösteren halkçı ve demokratik kavgayı da (devrimciliği) düşüncelerime taşımış oldu. Yaklaşık kırk yıldır saz çalar, deyişler söylerim.

Sizce halk ozanlığı nedir?

Halk ozanlığı, yaşamış ve tarihte kalmış halkların, genel yaşamında var olan olumlu ya da olumsuz bütün teferruata vakıf olmanın, bu incelikte bir yapıyı teşhir etmenin bir sanat ve bilge kişiliğidir. Türkler’in tarihinde ozanlık, özellikle Türklerin Müslüman olmadan önceki yaşantılarında da, Oğuzlar, Memlüklüler, Kırım ve Karahan Türklerinde de kendini gösteren bir halk bilgeliğidir.

Bilgeliğin yanında o gün bu gündür halk ozanlığı işlevi aynı zamanda halk tasavvuf ve edebi sanatının da önemli bir kaynağıdır. Ancak söylediklerimin tümü bir halk ozanı için geçerli tanımlardır. Zira icraatında halkçı renk olmayan ozan ozan değil, eskiden kalan tanımları itibariyle (Baksı) ya da gönül eğlendirici kişilik taşıyan (Eşk-ü menü) Azeri tanımla aşık adamı (eğlendirici ya da üzücü) sanatçı karşılığıdır.

Halk ozanlığının günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yukarıda söylediğim gibi halk ozanlığının bugünkü yapısı, başlangıcında, halktan yana bir ince kavgayı sürdüren çok önemli bir ekolün imrentisi, özentisi içinde seyretmektedir. Buna bir yüzdeyle bakmak gerekirse, bugünkü halk ozanlığının yüzde doksanbeşi hemen hemen taklit ve özentinin eseridir. Elbette ki Anadolu halk ozanlığının bugün yaşayan ve yakında aramızdan ayrılan ciddi ozanları da yok değildir.

Halk ozanlarıyla ilgili çeşitli derneklerde de görevler yaptınız ve yapıyorsunuz sanırım. Bu derneklerin faaliyetleri hakkında bize bilgi verebilir misiniz?

Üzülerek söylemek isterim ki, başlangıçda çok değerli ozanlarla ve önemli gayretlerle kurulan halk ozanları derneklerinde bugün elle tutulacak ozanlar kalmamıştır.

Kalmamıştır derken, Anadolu geleneği ile yaşayan ozanların çoğunluğu 1940 ya da 60 kuşağı olduğundan söz konusu derneklerde görev üstlenmemişlerdir. Haliyle derneklerde genç yeteneklerimiz, daha doğrusu saz öğrenmeye gelen lirik karakterde ozanlıktan daha ziyade sanatçı olma özelliğinde gençlerimiz kalmıştır. Bunun da sebebi devletin halk ozanları örgütlerine hiçbir şekilde el kol olmayışından kaynak bulmuştur.

“Akşam oldu gene hapis kitlendi / Demir perdeleri çekme gardiyan / Ne güzelden haber var, ne mektup salan, / Bir de belimi bükme gardiyan. ”... Siz yıllarca “Emperyalizm, sömürü”ye karşı mücadele verip bu uğurda hapis yatmış birisi olarak, geçmiş günleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüzdeki yaşam nasıl bir değişimi simgeliyor sizce?

Hiçbir geçmiş günün iyiliğinden bahsedilemez. Hele de acılarla geçmiş günler hatırlanmak bile istenmez. Ben mapus yıllarımı hayatımın en zor günleri olarak anımsıyorum ama, bunun yanında çok önemli bir misyonun görevi içinde olduğum için, o günleri birer şeref ve onur belgem olarak muhafaza etmekteyim. Çünkü zulme ve baskıya kafa tutan her düşünce kutsaldır.

Buna biraz daha diyalekt olarak bakarsak, her yeni gün gelecekler için daha devingendir. İnsanların hayatında umutlar ne kadar güzel geleceklere gebeyse, zulüm ve kötülükler de aynı oranda gelecekte daha kötü olmak için bir devinim gösterirler.

Bu nedenle, bugün ya da dünler için aktif yaşamda değişen her hadiseyi olağan karşılıyorum.

Geçmişte genellikle sol ve sosyalizim sempatizanı olan halk ozanları yanında; günümüzün aşırı milliyetçi ve ‘dinci’ ozanların artmalarını neye bağlıyorsunuz?

Biraz önce söylediğim gibi, zıtlar kendi doğrularında ilerlemek ister. Bu gerçekçiliğin hüviyetine münhasır bir olgudur. Günümüz dünyasında, özünde bir bulgur tanesi kadar bile insan aşkı ve insan sevgisi olan bir insan ozan da olsa, imam da olsa, sağcı olamaz. Çünkü sağ düşünce içinde başı çeken tekelci anlayış ve paylaşımcılığı reddeden sermaye acımasızlığı yatar. Bu çizgiyi onaylayan ozan ya da başka kişiler halkı sevmiyor demektir.

Az gelişmiş toplumda iki önemli faktör at oynatır. Din ve sermaye. Bir ağa nasıl ki kendi kölelerine, işçilerine ileride hayatlar vaad ederek onları bir ömür boyu bir umutla çalıştırıp tek emekle işi idare ederse, bir dinci çıkar, sermayedarla el ele vererek çalışan insanları dünyadan daha çok ahirette hayata kavuşturma sözüyle avutur. Bu sakatlığın önüne çıkan tek güç bilim ve irfan gücüdür. Böyle bir gücü savlayan halk ozanı ya da halk adamı gerçekten Hakk’a inanan kişidir.

“Kaşların arasından / Domdom kurşunu değdi / Bir avcı vurdu beni / Bir avcı beni yedi”... Yayınlandığında büyük ilgi görmüş olan “Domdom Kurşunu” şiiri nasıl doğmuştur?

Domdom kurşunu, yapısı özelliğiyle bir lirik parçaymış gibi gözükse de, eser 12 Eylül harekatından kaynak bulmuştur.

“Han sarhoş hancı sarhoş / Yolda yabancı sarhoş / El çek tabip kalbimden / İçimdeki sancı sarhoş”... Siz de dahil, tüm ozan ve şairler sarhoş bir sancıdan aslında mutluluk mu duyuyorlar?

Aslında ozanların ve şairlerin mayasında sancılar ve dertler yattığı için ozandırlar, şairdirler. Keyifli bir yapıdan önemli bir dert çıkmayacağı için bu derdin ilacının tarifi de çıkmaz.

Ancak söz konusu şiirde yatan sarhoşluk ve sancı bilinen şarap sarhoşluğu ve sancısı olmadığı gibi, şiirin doktoru da piyasadaki doktorlar nevinden değildir.

Çünkü şiirler, o muhteşem düğüm görüntüleri içinde çok önemli bir ima sanatıdır. İmaj gerçekleri daha da başka bir gerçekle anlatım özelliği olduğu kadar, bir olmayanı başka bir olmayanla kıyaslama sanatıdır. Şiirdeki hasta benim memleketim.

Hancı bu memleketin düzeni. Yoldaki yabancı bu memleketi etkileyen başka bir memleket. İçilen şarap boş vaatler, sarhoş olan çalışanlar, doktor idareci ve işverenler.

“Çalışmadan yetim hakkını yeme / O kül kafan ile bilirim deme / Dağılır ordular, kalkar mahkeme / İnsanlık kavgasız kaldığı zaman”. Ama insanoğlu hala kavga ediyor, hatta şiddetini arttırarak sürüyor bu kavga. Sizce bu savaşlar nasıl giderilebilir?

Aslında hayatın tümü bir kavgadır. Bir bütünü kendi güzergahında yuvarlanmış kabul edersek, yani hayatın tümü içinde yer alan mücadele türlerini ulaşılması gereken müspet noktaya yönelmiş görürsek kavgaların hepsi de tatlıdır.

Ancak dünyamız da hakların kavgasını hiç tasvip etmiyor. Çünkü haklı ve haksız halk olarak hele hiç düşünmüyorum. Haksız olan halkları yöneten sistemlerdir. Bu sistemler bütün dünyada kardeş bir noktayı paylaşsalar, bütçelerinde büyük gelirleri askeri amaçlara ayırmayacaklardır. Çünkü savunmaya bir neden kalmayacaktır. Kısacası uluslar birbiriyle olan zıtlaşmayı terkedecekleri bir noktada adaleti bulmuş olacaklar ve orduyla mahkeme hatıralarda kalacaktır.

“Ben hoca değilim muska yazmadım / Ben hacı değilim Arap gezmedim / Kuvvetliyi sevip zayıfı ezmedim / Namussuza boyun büktüm ise yuh”... “Din, hoca, muska” gibi kavramların bu kadar yaygın olmasını neye bağlıyorsunuz?

Dinlerin doğuşundan bu yana insanlara kısa yoldan rahatlama inancı vaz edilmiştir. Aslında insanlara böyle yapmakla, çalışmanın ve gerçek hayatın yolları kapatılmıştır. Köleci zihniyet özellikle gündemde tutularak, Tanrı korkusu onların üzerinde bir balyoz gibi eksik edilmemiştir. Tabii bu yöntemde güçlüler ilmin gerçeklerinden faydalanırken, sömürülen ve çalışan kesim uyutularak her gün daha dindar, daha üfürükçü, muskacı bir terkibi hurafeyi benimsemiştir. Tek neden kültür ve bilim olayıdır.

“İşte gidiyorum çeşmi siyahım / Önümüzde dağlar sıralansa da / Sermayem derdimdir servetim ahım / Karardıkça bahtım karalansa da”. Geniş ilgi uyandırmış ve günümüzde de sevilen bir türkünüzün sözleri bunlar. “Sıra dağlar kalkmadıkça” aradan yare bir türlü ulaşamayacak herhalde?

Sizin de bildiğiniz gibi buradaki dağlar da şu gördüğümüz dağlar değildir.

Dağlar ne kadar yüksek olursa olsun insan oğlu onun tepesinden aşmasını bilmiştir. Ancak insanoğlunun kavuşmak istediği hayatla, düzenler arasındaki idari, ekonomik ve töresel engeller o sevgiliyi (hayatı) insanlardan uzak tutmuştur.

“Gücenme ey sof baba / Biz aşığız kör değiliz / Ver bir selam al merhaba / İkiliğe yar değiliz”. İkiliğe niçin yar değiliz. Berrak bir ‘merhaba’nın anlamı nedir?

İkilik sözcüğü bulunduğu anlamla ya da kullanıldığı maksada göre telaffuz edilir. Mesela bir haksızla bir haklı ayrışmalıdır. Burada ikisinin birleşmesi, hiçbir zaman haksıza haklılık kazandırmaz ama, haklı kesin olarak haksızlaşmaya başlar.

Burada bunların ayrılığı ikiliği iyidir. Ancak haksızın tümüyle haksızlığını kabul ettiği ve caydığı zaman birlik doğar ki bu da iyi bir sonuçtur.

Fakat şiirdeki ikilik, 72 milletin bir olması temennisidir. Halkların kardeşliği gerçekliğidir. Berrak bir merhaba, bence sevgilerinde samimi olan insanların zamanı ve günü ve belli ölçülerde hayatın bazı parçalarını paylaşma biçimidir.

“Kolumda kelepçe boynumda zincir / Geceleri bölüp seni düşündüm / Gözlerimde bir ışık diye / Acı acı gülüp seni düşündüm”. Mapushanedeyken gerçekten de en fazla neleri düşündünüz?

Hapislik kahrolası bir hayat tarzıdır.

Özgür bir insanın hiçbir zaman hapis yatmak için budalaca düşüncesi olamaz. Ancak başa geldiği zaman bundan kaçmak gibi bir ayıbı da olamaz.

Ben hapisteyken en çok henüz bir yıllık eşim Fatma’yı ve ben hapisteyken doğan kızım Derya’yı düşündüğümün yanı sıra her gün dipçikler altında ezilen Anadolu insanını, memleketi için canını veren gençlerin yediği idamları ve toprağımda dalgalanan yabancı bayrakları düşündüğümde kahroluyordum.

Ve bu kahroluşum henüz bitmiş değil. Çünkü saydıklarımın çoğunu mahpusluğun dışında da tatmaktayım. Ülkem bana zaman zaman mapus gibi geliyor.

Şimdiye kadar kaç kasetiniz, uzunçalarınız (Longplay) yayımlandı?

Dört yüzün üzerinde plak ve 57 kasetim yayımlandı.

Berçenekli Mahzuni -Domdom Kurşunu –Anadolu’yu Kucaklayan Ozan –2000 Mahzuni -Mahzuni’den Seçmeler -Dolunaya Tül Düştü isimli altı kitabım vardır. Ayrıca (Köylüce) ismini verdiğim 400 sayfalık bir kitabım da sırada çıkacaktır.

 

Söyleşi: 1996, Dikmen, Ankara

Pir Sultan Abdal Gazetesi, Sayı 4, sayfa 15, Ekim l998

MAHZUNİ ŞERİF’İN KİTAP İÇİN GÖNDERDİĞİ YAZI

DÜNDEN BUGÜNE ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİĞİ SÜRDÜRENLER

Sevgili canlar,

Değerli severlerim;

Başta söylemem gerekirse, Alevilik gibi dünya kültürlerinin baş tacına oturmuş bir tarihi, üzerine basarak anlatabilmem için kök bilincine ve tarihe vakıf bir kişilik yetersizliği içinde görüyorum kendimi. Ancak buna rağmen, 24 ayar bir Alevi ailesinden gelmekliğimin avantajını kullanarak demek istiyorum ki: Alevilik bir soylu Asya kültürüdür.

Alevilik bütün dünya dinleri içinden sıyrılıp insanı baz almış, dinli dinsiz toplumlar arasında barışı salık vermiş bir bölgesel çözüm, bir anahtardır.

Çünkü Aleviliğin kıblesinde yatan Ali, başta kendisi Alevicilik yapmamıştır. Yani bir başka deyimle Ali’nin kendisi Alevi değil, Ali’dir.

Çünkü tarihte önemli kişilikler ikinci kişi olarak kimlik değiştirip kendi taraftarı olamaz.

Hele de Hz. Şah-ı Merdan, Bektaşi hiç değildir.

Çünkü bir insan kendisinden 600 yıl sonra gelecek bir insanın taraftarı olamaz. Ve Hz. Hünkar Hacı Bektaş Veli atası Hz. Ali’nin 17. göbeği, kuşağı olarak, Hz. İmam Musa-i Kazım’a dolayısıyla İmam Zeynel Abidin’e rehberlik edemez. Ve imamatı bu konuda zayıf düşer.

Toparlamak gerekirse, Hz. Ali Bektaşi değildir, amma, Hz. Hünkar Hacı Bektaşi Veli Alevi’dir.

Hz. Kuran’da, Cenab-ı Allah’ın yeryüzündeki vekiline (Hz. Muhammed’e) İslam alemi inanıyorsa ki inanıyor, onun getirdiği Allah mesajında iki kutsal emanet söz konusudur.

Bunlardan birisi Hz. Kuran’ı Azimüşşan, diğeri Peygamber’in Ehlibeyt’idir. Bilinmelidir ki beyt Arapça ev demektir.

Bir insanın evinde, eşi oğlu, gelini kızı ve torunları bulunabilir. Bir aile müfredatında bu üyelerin dışında kimseler bulunmaz.

Hz. Muhammed’in hayatta kalan oğlu olmadığına göre, kızından gelen aile müfredatı onun Ehlibeyt’inin gövdesini çekirdeğini teşkil etmektedir.

Bu da 1400 yıldan beri dünya halklarının tarihinde, İmam Hüseyin’den başlayıp, İmam Muhammed Mehdi’de son bulan, ancak nesilden nesile ulaşan onbinlerce On İki İmam evladıdır.

Alevi ve Bektaşi kültürü, mozaik yapısıyla hiçbir dinin devamı değildir. Çünkü kültürlerde kalın çizgi din değildir. İşte bu nedenle de;

Alevilik bir kültürdür.

Alevilik bir yaşam biçimidir.

Alevilik bir tarikattır, diyenlerin üçü de haklıdır. Nedeni şudur:

Alevilik bir İslami kavram olduğu için, Afrika’dan Asya’ya yayılan bir Ali kültürüdür. Buna göre Ali felsefesine yatkın camialar için Alevilik bir kültürdür.

İkincisi; her Alevi bunu hayatına geçirir buna inanır ölünceye kadar bu inançta kalır ve gider, Alevilik bir yaşam biçimi olur.

Üçüncüsü ise...

Tarik Arapça yol demektir. 12 İmam’ın yolun sürenler için yol dostluğu anlamında telafuz edilen bu sözcük tarikat olduğundan Alevilik aynı zamanda bir tarikattır.

Bütün bunlara rağmen, Alevilik mezhebi kabul etmez. Çünkü mezhep Arapça bir partizanlık bir siyaset kavramıdır. Hz. Ali’nin ve oğlu Hz. Hüseyin’in siyasete değil tarikata, yani Hakk yoluna itibar ettiği kesin olduğu için, Aleviler’e mezhepsiz denmektedir. Çünkü mezhepler, gerçek hayat dediğimiz din yanında belki de ellinci planda kalır.

Bir anlamda, Alevilik İslam’da bir tarikatın değil, yeryüzünde Allah adına kurulmuş bütün dinlerin devamıdır.

Alevi toplumu hiçbir zaman Hıristiyan, Müslüman Yahudi ve bunlara bağlı din kollarının birine tek başına bağlı göremeyiz. Benim anladığım kadarıyla, Alevilik dünya dinleri mozaiğinin tümüne sahip çıktığı sürece Alevilik’tir. Bence bir Alevi hem Müslümandır, hem Hıristiyan, hem Yahudidir.

Mozaik anlayışta suçlu ve günahkar yoktur.

Dinli/dinsiz herkesin Allah’ın kulu olduğuna inanır bir Alevi.

Kısacası ben öyle olduğum için böyle sunmak istiyorum fikrimi.

Ayıptır söylemesi ben de, ecdadında asimile yaşamış bir Ali evladıyım amma, bu kavrama layık olmadığım için 35 yıl önce ben Alevi olamam ki, dedim ve beni plaklarımdan kasetlerimden duyanlar, Mahzuni bir Sünniymiş de sonradan Alevi olmuş yaygarasını bastılar.

Hattı zatında kültürler ve inançlar genetik bir olgu değildir. Yani babadan oğula, kuşaktan kuşağa, genler yoluyla geçmez. Çünkü insanların din duyguları, kültürel birikimleri, birer biyolojik hadisenin sonucu değildir.

Alevilik de düşünsel ve bilimsel bir olgu olduğu için, böylesine önemli bir ölçüde soy sop, sadece kavramlar bütününü dünyaya yayan ailelerin çocuklarıyla birlikte kutsanmasından ibarettir.

Ben bir İmam Hüseyin evladı olsam, Alevi akait ve şeriatlarına uygun bir yaşam içinde değilsem, Alevi olamayacağımı iddia etmekteyim. Alevi olmak veya olmamak gibi bir keyfiyet insanların kendi özel merakı, özel hazzı içindedir.

Kısaca özetlemek gerekirse, bu özgür düşünce yapısını, 12 İmam ve onların halefleri dışında Anadolu Alevi-Bektaşi ilkelerinin tümünü; Dedeler, babalar, dervişler ve Aşıklar sürdüre gelmişlerdir. Böyle bir kuşak zinciri içinde sadece dedeler için şecere kıstas olmuştur.

Babalar, aşıklar (ozanlar) kutsal kitapların sunduğu mitolojik kültürlerde de gösterildiği gibi soy, şecere, icazet, keramet, tekke, zaviye, tarikat ya da marifet gibi, felsefik koşullara mecbur kılınmamış, tam tersine özgür, prangasız bir alanın insanı olarak faaliyet göstermiş olup Alevi kültür ve inancını kesildiği takıldığı her noktadan alıp bugüne getirmişlerdir.

Yukarıda söylediğim gibi, bu felsefe ve kültür biliminin bütününün sonucunda baz alınan Alevilik’tir. Bu nedenle de Bektaşi kalıbının bütün ünitelerde işlenen bilimsel ve ruhani detaylar Alevilik’ten kaynak bularak yola çıkar.

Bugünkü çağdaş dünya anlayışının varmak istediği barışçıl sevgi yolunu Aleviliği konu alan bir ölçü içinde bulmak mümkündür.

Bu da demek oluyor ki, Alevi ve Bektaşilik dünya inançları içinde en tutarlı, en gerçekçi, en değerli olanıdır.

 

MAHZUNİ ŞERİF’İN SOY GEÇMİŞİ

13. yüzyılda başlayan Asya kültüründe Bektaşilik, özellikle Türkmen aşiretlerinde büyük taraftar buldu. Doğu Türkmenistandan, Horasan’a, Tebriz’den Kırşehir’e uzanan hatta Peçenek, Çepni, Akkoyun, Karakoyun, Karakeçeli, Dadal, Kutan, Karadonlu, Barak, Avşar, Kayı, Gagavuz, Uzun Hasan, Karaçadırlı, Hormek, Ağdil gibi daha adı duyulmadık Türkmen aşiretleri yaşamıştır. İslam’ın ve Aleviliğin Anadolu’ya girmesinden sonra, Selçuklular, Bizanslılar, Moğollar arasında, yer yer kendi bütünlüğü arasında da büyük isyanlar çıkmış sonları kanlı bir şekilde kapatılmıştır.

1598-1601 yıllarında Tebriz’de başlayan Alevi kırımı, Tebriz muhafızı Hadım Cafer tarafından gerek İran içinde, gerekse Osmanlı Türkmenlerine karşı büyük katliamlarla devam etmiş olup aynı tarihlerde, Horasan’dan bugünkü Tunceli ilimize bağlı Hozat ve Pertek yaylalarına kaçan, Karadonlu Türkmen aşireti bu yaylalara binlerce koyunlarıyla, çadırlarıyla yerleşirler. Buralara gelmelerinin tek nedeni, bu aşiretin en büyüğü ve Hacı Bektaşi Veli’ye dahi halifelik yapmış olan “CANBABA” hazretlerinin bu topraklarda yatmış olmasıdır. Canbaba Bektaşilik inancında zehiri içip ölmeyen, Bizans kayserleri tarafından kazana konulup kaynatıldığı halde diri çıkan mitolojik olguya sahip bir velidir. Bu deneyle kendisinin inancına inanılması için, Hıristiyan Kayser tarafından öngörülen bir koşul olduğundan ağuyu içmiş ve rivayette Canbaba’ya ağu içen anlamında “AĞUÇAN” denilmiştir. İşte bu ulunun Horasan’da kalan torunlarından Seyyid Ali Haydar Ağa bütün müritlerini ve sürülerini alır, Hozat’a Barginek yaylasına konar. Aynı tarihlerde Celali İsyanları baş göstermiştir. Anadolu Celallerini bastırmak için, yeni sadrazam olmuş, Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya Serdar olarak gönderilir. Kırşehir, Sivas, Yozgat, Amasya, Tokat, Malatya düzlük ve dağlık yörelerinde bulunan Celali yandaşlarını imha etmesi için padişah buyruğu verilir. Murat Paşa gizli bir Hıristiyan olduğu halde, İslamcı bir tavır sergiler ve Nakşibendi tarikat yanlısı görünür. Çok koyu bir Sünni süsü ile Anadolu’da yakıp yıkmadığı yer kalmaz. Tebriz ve Horasan’da yaşayan Alevi ve Bektaşiler, Celalilerden önce 1527’de yaşanan Kalender Çelebi isyanını desteklediklerinden, Osmanlı Sarayı ve Kuyucu Murat Paşa tarafından takip altındadırlar.

Ağuçan Ali Haydar Ağa ve amcasının oğulları, Ceritliler ve yine aynı aşiretin bir diğer parçası olan Hormekanlıların Muş ve Maraş illerinde oldukları saptanır. Osmanlı ordu müfrezeleri bunların üstüne gönderilir. Durumu istihbarat edinen Ali Haydar Dede’nin başı, Pertek’te bulunan Ermeni ve Gürcülerle zaten derttedir. Bir yayla sorunu yüzünden çadırları baskın görmekte, Hozat ve Pertek’te yaşayan Sünni halkla ihtilaflar yaşamaktadır.

En iyisi buralardan göçmek reva oldu bize, Hatay topraklarına göçelim, der ve oğullarını, taliplerini toplar.

Peçevi tarihi, Kuyucu Murat Paşa’yı memleketi eşkıyadan temizleyen yiğit bir vezir olarak gösterse de insanları, önce kuyu kazdırıp, sonra yüzlercesini üstüne koyarak öldürten bu Sünni cani bir Yezitten daha beterdir. Çünkü eşkıya diye tanımladıkları insanlar Hz. Ali’yi, Muhammed’i, Allah’ı, Kuran’ı, Ehlibeyt’i seven Türkmen Alevileri’dir.

Osmanlı Sarayına ne olduğu belirsiz bir devşirme olarak giren sonra da paşalığa kadar yükselen bu Hırvat Murat Paşa denen zalim, Osmanlı tarihinin bir yüz karasıdır. Vezirliğini yaptığı adaşı padişah IV. Murat, Kuyucu’dan aşağı kalmaz. Derecede merhametsiz, tutucu ve zalim bir padişahtır. On yedi yıllık hükümdarlığında Anadolu topraklarına kan ve fitne saçmış, Anadolu aydınını, bilgesini ezmiş, İslam’ı kötüye kullanmış bir hükümdardır. İşte bu şartlar altında Hozat’tan başlayan Ağuçan göçü, geride, bıraktığı üçyüze yakın şehidiyle, önce Malatya topraklarına ulaşır. Kendisinden çok yıllar evvel, Horasan’dan gelen, Divriği’ye Kangal ve Darende yaylalarına yerleşen Uzun İbrahimoğulları’na (DREJANLAR) konuk olurlar. Çünkü bu kadar öveç koçu ve binlerce koyunu barındıracak, ancak bu dağlar vardır. (Drejan aşireti asimileye uğramış konumdadır. ) Murat Paşa müfrezeleri Divriği’ye kadar ulaşmış olup, oradan Elazığ / Pülümür, Erzincan ve Dersim Alevileri’ni yok etmek üzere hazırlık yapmaktadır ve Ağuçan kaçmaktadır, kaçmaktadır.

Seyyid Ali Haydar Ağa’nın Malatya ovasına yerleşmesi, sürülerinin ve çadırlarının Yama Dağı eteklerine konuşlandırılması, Kangal, Divriği, Elbistan, Akçadağ ve Kürecik Türkmenleri’nde de büyük bir sevince vesile olur. IV. Murat döneminde Celali harekatına asker verdiği için, Ağuçanlılar zan içindedir. Osmanlı devriyelerince köşe bucak aranmakta, bulunduğu anda kılıçtan geçirilme tehlikesiyle yüzyüzedirler.

Varto’dan gelen bir elçi, Ali Haydar Ağa’nın bu yöreleri terketmesi gerektiğini, Hormek aşiret reislerinden mektup olarak Seyyid Haydar’a ulaştırırlar.

XV. yy. başlarında, Hozat yöresine uğrayan Kalender Çelebi, hedefinin, Kayseri ve Maraş / Elbistan toprakları olduğunu söyler. Çünkü Osmanlılara karşı kendisini destekleyen Dulkadir Beyliği göstermelikte olsa, Kalenderliler’in yanında yer aldığını her fırsatta saraya bildirmektedir.

Drejan aşiret büyükleri çadır toplantıları yaparak, Ağuçan aşiretinin buradan kaçması ya da kaçırılması için bir sürü plan yaparlar. Önce Kürecik’ten Ellez Obasına haber verilip Çamşıhı Beyi getirilir. Kürecik ve yöreleri de Sinemilli aşiret reisliğine bağlıdır. Ancak Ağuçan postnişiliğini mürşit postu olduğundan, bu dedelerin piri sayılmaktadır.

Karar verilir, Seyyid Ali Haydar Ağa’nın altı sürü koyunu, Drejan ve Çelikan ağalarınca satın alınır. Bu arada gerek Ali Haydar Dede, gerekse Hanım Sultan, eşi Razey (Hormek kızı Irazca) hastalanmıştır. Onlara iki atlı bir revan yatak hazırlanır, Elbistan yoluyla Hatay topraklarına geçerler. Burada Dadal Türkmenlerinden Mursal Beyliği yaşamaktadır.

Onlar da Tebriz’den ve Horasan’dan Hadım Cafer’e dayanamayıp kaçan Bektaşi Türkmenlerdir. Mursal, bugünkü Reyhanlı ilçesine bağlı tarihi bir köydür.

Başbakanlık arşivlerinde ve Reyhanlı tarihinde, Hatay müstakil devletken, Selçuklu ve Osmanlı Türkmenleri’nden, İran ya da Türkmenistan’dan kaçan her Türk boyu bu yörelerde sığınmacı olarak kalmışlardır. Ayrıca Hatay Aleviliğinde Nusayrilik gibi çok köklü bir Ali taraftarlığı bilindiği için, Osmanlı’nın Sünni zulmünden hicret eden herkes bu yörelere kaçmakta ve yerleşmektedir.

Yaşlı ve yorgun Haydar Dede ve eşi Ana Sultan (Hormekli Razey) burada ancak iki ay kadar hayatta kalabilirler ve terk-i dünya ederler. Ağuçan seyyidlerinin Mursal’a gelmesiyle, Niğde, Kayseri ve Yozgat’tan mürit akınları bu köye koşarlar. Ne var ki Osmanlı istihbaratı burada da onları keşfederek son Celali azgınlığını yok etmek için Hatay Devleti’ne tamim yazar. Bu kanun kaçaklarını bölgeden kovmasını ister. Bu vesileyle Hatay Valisi, Haydar Dede’nin oğlu, Zeynel ile Yeğeni Ceritli Müslüm Dede’yi makamına çağırttırıp, bu toprakları terketmeleri gerektiğini söyler. Huzuru bozulan Zeynel Dede, Hatay Valisinden birkaç gün ister ve kalan sürülerini Halep tüccarlarına satar. Hozat’tan itibaren Barginekli ve Ceritli aşiretlerinin izini Mursal’da bulan Osmanlı, Ağuçan’a burada da rahat vermez.

Aradan geçen 150 yıllık bir süreç içinde, Toroslar’da, Dadal Türkmenleri ve Sarıkeçili yörüklerle başlayan isyan kavgalar da kızışmaktadır. Saraya karşı ayaklanan Toros Dağları’nın bütün Türkmenleri, yenildikten sonra Hatay bölgesinde, Mursal’da yaşayan Karadonlu Türkmenleri’nin, Ağuçan ve Ceritli Obaları dağılır. Sürülerini Halep tüccarlarına satan Ağuçan Seyidliği, Seyid Mürsel, Müslüm ve Zeynel Dedeler gözetiminde tekrar Malatya / Doğan Şehir, Elazığ / Sün bölgesi, Elbistan / Nurhak Dağları’na çekilirler. Olaylar o kadar seri baskınlarla yoğunlaşır ki, Reyhanlı’nın, Mursal ve Amik topraklarında kalan Ceritli (Ağuçanlılar) göçü, kendilerini baharda göç eden kuş sürülerine benzeterek isim değiştirir, “CIRIKLILAR” olarak Elbistan yaylaklarına giderler. Nurhak Dağlarına yerleşen bu Horasan kökü, yüzlerce çadırını buraya kurar, develerini ve koyunlarını Anadolu’nun bu muhteşem yaylasına yerleştirirler. Ancak Osmanlı yakalarını bırakmamıştır. Çünkü, gerek Celali başkaldırısında, gerekse Kalender Çelebi vakasında Karadonlu aşireti (Ağuçanlı Türkmenler) ile onların diğer parçası olan Ceritli Türkmenleri, saray isyanlarına büyük çapta yardımcı oldukları için, Osmanlıca fişlenmiş olup, özellikle de Dulkadiroğullarıyla işbirliği yaptığı için bu takipten kurtulamamıştır.

Aradan 150 yıl geçmiş olmasına rağmen, Elbistan kadılığına ferman gönderilerek, Nurhak’ta yaşayan Cırıklı yani Ceritli aşiretiyle Ağuçan dedeganlığının ıslah edilmesi için kesin buyruklar tamim edilmiştir. Bu arada Seyyid Müslüm ve Seyyid Zeynel Dedeler’in öldürülmüş olması son Seyyid Muhammed’i zor durumda bırakır. Elbistan kadılığını elinde tutan Kadı Mehmet Bey Nurhak’a zaptiyeler göndererek sarayın emrini bildirir. Seyyid Muhammed’i Osman-ı Aliye’ye uymaya ve şeriat hükümlerine sadık kalmaya davet eder. Genç olmasına rağmen, Kerbela’dan yeni dönmüş, Seyyid Muhammed “Hacı Mehmet” ünvanıyla anılmaktadır.

Keşf-i kerameti, bilge ve demokrat kişiliği ile bir anda güneyi sarmış bir insan olduğundan, Osmanlı Sarayını ve Maraş’taki Zülkadir varlığını rahatsız etmektedir. Bu zındık Kızılbaş ekibinin Nurhak’tan mutlaka sürülmesi gerekmektedir.

1780’li yıllarda Kadı Mehmet, Seyyid Muhammed’i Elbistan’a çağırır.

Bak dede! der. Sizin atalarınız da Hünkara karşı geldi, Kalender Çelebi’yi desteklediler. Ne var ki şu an senin konakladığın yaylada, Nurhak’ta Kalender Çelebi’nin başı kesilerek, at heybesi içinde İstanbul’a gönderildi. Gel inattan vazgeç, ulül-emre uy. Senin için Hasan Ali Yaylası’nı tahsis ettim. Müritlerini topla, camiye hayır deme.

Seyyid Muhammed kaşlarını çatar düşünür:

Kadı efendi! der. Biz Elhamdülillah Müslümanız amma, İmamımız On İki İmam’dır. Bizim en ulumuz senin o buyurduğun camide şehit edilmiştir. Ol nedenledir ki biz Ali evlatları olarak, ceddimize lanet okunan bir mekanda Hakk’a tapmayız. Cem evlerimizi yıktırdınız, padişah Mahmut’un emriyle, dilimizi Arapça ettiniz. En kutsal mekanlarımıza Emevi’nin ve Abbasi’nin emir ve buyruklarını soktunuz. Biz Türkmenleriz, Allah’ımızı kendi dilimizle anarız. İbadetlerimizi de yine kendi öz dilimizle icra ederiz.

Biz hiçbir zaman, bu topraklarda kan aksın istemedik. Ancak sizler de bu ülkenin çocukları olduğunuz halde Osmanlı’nın devşirme paşalarına teslim oldunuz, neslinizi inkar ettiniz.

Oysa ki Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi (Otman Gazi) dahi, pirim, Pirim Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin himmetiyle kılıç kuşanmış, Şeyhim Edebali’nın himmetiyle bir imparatorluk kurmuştur. Şimdi, niçin bizi bu ülkeden saymıyorsunuz? Kaldı ki dört kıtada benim ceddim at koşturdu, Muhammed Dini’ni, Bektaşilik yaydı. Şimdi biz üvey mi olduk?

Kadı Mehmet zaten bunları bilmekte ve Seyyid Mehmet’e büyük bir inançla bakmaktadır:

Senin ve taliplerinin kılına zarar getirmeyiz. Yeter ki sen, padişah buyruğunu reddetme. Nurhak’ı terket. Bir müddet Hasan Ali Yaylası’na göç.

Bu teklif Seyyid Mehmet’in aklına yatar. Akşam çadıra döndüğünde, rehber ve müritlerini toplar.

Erenler, Osmanlı’dan kurtuluş yok, der.

Nurhak Yaylası’na, kendilerinden önce gelen Türkmenlerin Reisi Seyyid Koca da bu fikri onaylar. Artık, Hozat / Berginek’ten gelen bu köklü Ağuçan / Ceritli aşireti, Osmanlı zulmü karşısında, Ehl-i Sünnet’i kabullenmeye başlayarak, aşiretin adını “CIRIKLI AŞİRETİ” olarak değiştirir. Cırık, göçebe kuşlar grubudur.

Aşiret, bu anlamdan esinlenerek, adını Cırıklı Aşireti olarak değiştirirken bir anlamda Osmanlı’nın fişlenme takibinden kurtulmaya çalışır. Kadı’nın tavsiyelerine uyan aşiretler, gerek Seyyid Koca gerekse Seyyid Mehmet eşliğinde, bugünkü Akçadağ toprakları içinde bulunan Hasan Ali Uşağı Yaylası’na göçerler. Türkmen affının gündeme gelmesiyle de Elbistan Kıyısı’na inip 5 km. kuzeyde bir çayırlığı işgal ederler.

Buraya “Hasan Obası” denmektedir. Burası göçer Çilingirler’in bulunduğu, otlak bir arazidir. Bunun için adına “Çilingir Çayırı”da denir. Bugün burası hala Çilingir Çayırı, diye anılmaktadır. Seyyid Mehmet’in türbesinin bulunduğu bu köye şimdi ise, “Hasan Köyü” denilmektedir. Bütün Elbistan / Malatya ovalarında ve dağlarında o günün büyük mürşidi ve evliyası olarak bilinen Seyyid Hacı Mehmet Dede, Aşık Mahzuni Şerif’in babası Zeynel’in öz dedesidir.

Seyyid Mehmet’in 1800’lü yılların başında vefat etmesiyle, Hasan Köy de asimile edilerek Sünniliği kabul eden Cırıklı ve Ağuçan Türkmenleri burada kalır. Ancak, On İki İmam’a bağlılığını sürdürmek isteyen, Kocalar ve bir kısım Ağuçan Türkmenleri, Koç Obası Albaslı Yaylaları’na dağılır.

Sonunda, Afşin’in 15 km. kuzeydoğusunda, küçük bir tepe üzerine gelirler ve Hozat / Barginek Köyü’nün anısına Berçenek Köyü’nü kurarlar. Elbistan’a; Dersim’den, Horasan’dan Hatay’dan akın etmiş bütün Türkmen ve yörük Alevileri asimileye uğrar ve köylere; camiler, imamlar tahsis edilir. Bu arada Berçenek Köyü de 3-4 çeşit aşiretin karmasından meydana gelir (Ağuçan, Cırıklı, Kocalar, Savranlar, Ellezler). Bu aşiretler uzun zaman kök kültürlerini devam ettirirler. Ancak, bunlarla birlikte, Maraş Sünni Türkmen köylerinden gelen bir kısım Sünni yörük uzantıları da bu köye yerleşirler.

1940’lı yıllarda, Berçenek’te ilkokul olmadığı için Mahzuni, Elbistan’ın Alembey Köyü’nde, Lütfü Efendi Medresesi’nde Kuran eğitimi alır, eski Türkçe okur, yazar. Ancak, 1956 yılında köye gelen ilkokuldan, mezun olduktan sonra Mersin Astsubay Okulu’na gider. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’nu bitirir.

Başarısının gereği Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşılık, toplumculuğa ve halk edebiyatına gönül verdiği ve Alevi olduğu için ordudan ihraç edilir. 1961 yılından itibaren yüzlerce plak, kaset yapar.

Hakkında yazılan ve yazdığı kitaplar uluslar arası edebi tartışmalara konu olur ve 1998 yılında dünyanın, yaşayan üç büyük ozanı arasında birinci sırayı alır.

Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Türk toplumunun hemen tümü ve Dersim / Diyarbakır çevresindeki Kürt vatandaşlarla, Hatay Anadolusu’nda kalan Arap yığınları ile Ege’de Çepni ve Tahtacı boylarının tümü Alevi içtihatıyla dörtyüz yıl boyunca yaşamışlardır. Ancak XV. yy. da Yavuz Sultan Selim’in iktidarıyla, Osmanlı Sarayı Sırp devşirmelerle doldurulmuş olduğundan Anadolu’nun gerçek sahipleri, Türkmenlere karşı çok gizli kinleri nedeniyle ahali Sünnileştirilir. Anadolu’da yer yer kaynayan Celali uzantıları, bundan sonra da yaygınlaşır. Daha önce de söylediğimiz gibi Elbistan / Nurhak Dağları’nda son yenilgiyi alan Kalender Çelebi isyancılarıyla olay noktalanır.

Mahzuni’nin şeceresindeki son Seyyidlik, Ağuçan (Ceritli ya da Cırıklı) Aşireti Osmanlı’nın son hışmına uğramış Türkmen halkıdır. Bugüne kadar adının yeni değişmiş olduğu Ekin Özü ilçesi birkaç yıl öncesine kadar tarihi adını Celali (Celal Ağa) olarak sürdürüyordu. Bundan da anlaşılıyor ki, Osmanlı tahtının Alevileri sürdürdüğü en son menzil Elbistan’dır.

Alemdar, Kışla, Alembey, Ambarcık, Kümbet, Yazıhan, Kullar, Tatlar, Kuyucak gibi köylerin hemen tümü Osmanlı dönemine ait askeri kural ve İslam şeriatına uygun köylerdir. Bunların hemen hepsi, Kuyucu Murat denilen Sırp zındığının zamanında yerleşmiş, asimile edilmiş oba köylerdir. Yaklaşık olarak elli köyün içinde birkaçı hariç hepsi Sünnileştirilmiş olup, Arap kültürü emrine verilmiştir. Kuran’a, Allah’a ve onun Peygamberi’ne bağlı olan, tüm Alevi toplumunu, Osmanlı’nın Yavuz ve Yavuz’dan sonra gelen bütün hükümdarları, üçüncü sınıf insan yerine koymuş ve bu dava Cumhuriyete kadar uzanmıştır. Ancak, Alevi topluluğu, Mustafa Kemal gibi bir dünya bütünlüğünün sayesinde az da olsa nefes alabilmiş ve Cumhuriyetin laik, demokrat yapısının hiç kopmayan bir parçası olmuştur.

Özetlemek gerekirse, 1940’lı yılların başında doğan Mahzuni Şerif, elini sazına attığı günden itibaren bu tarihi bilmekte gecikmemiş ve sürüp geldiği ecdadı yolunda fire vermemiştir. Geçmişinde yapılan zulüm ve adaletsizliğe kin beslememiş olup, Yezit sözcüğünü yalnız Hz. Hüseyin’i şehit eden Emevi zalimi için kullanmış ve hiçbir Sünni dostuna Yezit yakıştırmasını reva görmemiştir. Mahzuni’nin, ortaokul yıllarından itibaren beğendiği, demokratik ve sosyalist mantık, onu, geleceğin en tutarlı terbiye kalıpları olarak muhafaza etmişlerdir. Yine özetlenebilir ki, Mahzuni Şerif, kendisini dünya kültürleri içinde bir parça, mazlum milletler içinde bir birey olarak tanımlamış.

 

ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER

 

İşte Gidiyorum

 

İşte gidiyorum çeşmi siyahım

Önümüze dağlar sıralansa da

Sermayem derdimdir servetim ahım

Karardıkça bahtım karalansa da

 

Hayli dolaşayım yüce dağlarda

Dost beni bıraktı ah ile zarda

Ötmek istiyorum viran bağlarda

Ayağıma cennet kiralansa da

 

Bağladım zülfümü canın teline

Sen beni bıraktın elin diline

Güldün Mahzuni’nin garip haline

Mervan’ın elinden parelense de

 

Acı Doktor

 

Berçenek’ten yaya geldim

Amman doktor bak bebeğe

Beşiğini elden aldım

Yandım doktor bak bebeğe

 

Yıkık yuvam kara yasta

Yalvarırım eşe dosta

Annesi bebekten hasta

Amman doktor bak bebeğe

 

Kuru soğan yağsız aşım

Yırtık bağrım açık başım

Bir şey değil vatandaşım

Amman doktor bak bebeğe

 

Allah için bir merhem çal

Öldürür beni bu vebal

Param yok ceketim al

Amman doktor bak bebeğe

 

Mahzuni Şerif çobandır

Meskenim dumanlı dağdır

Bebektir amma insandır

Amman doktor bak bebeğe

 

Komşu

 

Yedi başlı deve yoldaş olayım

Mevlam bana kötü komşu gösterme

Yılana çıyana gardaş olayım

Mevlam bana kötü komşu gösterme

 

Öğretir deliye camımı kırar

Kavga etmek için bahane arar

Ne Allah’a ne de kuluna yarar

Mevlam bana kötü komşu gösterme

 

Ocağımı yaksam bacamı tutar

Taş vurayım diye pusuya yatar

Yolum değiştirsem arkamdan çıkar

Mevlam bana kötü komşu gösterme

 

Mahzuni komşuluk Tanrı hakkıdır

Bunu bilmez zalim fitne saklıdır

Komşunun güzeli özü paklıdır

Mevlam bana kötü komşu gösterme

 

Yuh Yuh

 

Uzaktan yakından yuh çekme bana

Sana senin gibi baktım ise yuh

Efendi görünüp bütün insana

Hakkın kullarını yıktım ise yuh

 

Ben hoca değilim muska yazmadım

Ben hacı değilim Arap gezmedim

Kuvvetliyi sevip zayıf ezmedim

Namussuza boyun büktüm ise yuh

 

Ne demek efendi bey ve amele

Fakir soymak yakışır mı kemale

Rüşveti hak bilip her dakka hile

Yapıp yapıp kafa çektim ise yuh

 

Bu kadar milletin hakkın alanlar

Onları kandırıp zevke dalanlar

Diplomayla olmaz hakim olanlar

Suçsuzun başına çöktüm ise yuh

 

Mahzuni’yim benden başlar asalet

Asilliğe paydos beye nihayet

Şu insanlık derde girse şayet

Ona yar olmaktan bıktım ise yuh

Gardiyan

 

Akşam oldu yine hapis kitlendi

Demir perdeleri çekme gardiyan

Ne yardan haber var ne mektup salan

Bir de sen belimi bükme gardiyan

 

Bizi seven dostlar şimdi çekildi

Gam tarlama dert kasavet ekildi

Umuduma yeni fidan dikildi

Kırıp dallarımı sökme gardiyan

 

Mahzuni Şerif’im iki yüzlüler

Yaktı yüreğimi bağrım sızılar

Fadimem yol bekler ağlar kuzular

At mektubu beni yıkma gardiyan

 

Domdom Kurşunu

 

Kaşların arasından

Domdom kurşunu değdi

Bir avcı vurdu beni

Bin avcı beni yedi

Ah dedim ağladım

Yaremi bağladım

Eğdi yar boynun eğdi

Mevlam kerimsin dedi

Hançer yarası değil

Domdom kurşunu değdi

Gel gel gümle gel

Gel gel gümle gel

Gel böğrüme domdom kurşunu

Bulduğu Zaman

 

Gökte yıldız yerde ışık görünmez

Güneş doğup gündüz olduğu zaman

İnsanoğlu ara yerde sürünmez

Baş koyacak yastık bulduğu zaman

 

Çalışmadan yetim hakkı yeme

O kül kafan ile bilirim deme

Dağılır ordular kalkar mahkeme

İnsanlık kavgasız kaldığı zaman

 

Bak ne hale koydum garip başımı

Zehir ettim ekmek ile aşımı

Boşa süslemeyin mezar taşımı

Mahzuni Şerif’im öldüğü zaman

Sarhoş

 

Karlı dağlar kara bulut içinde

Yaylası hüzünlü yöresi bir hoş

Sevdalı yolcular umut içinde

Hayalin düğünü yöresi bir hoş

 

Han sarhoş hancı sarhoş

Yolda yabancı sarhoş

El çek tabip kalbimden

İçimdeki sancı sarhoş

 

Bahar gelmiş Nurhak dağı otlanmış

Bizim elde bayram günü kutlanmış

Obalar dağılır dağılmış dostlar yadlanmış

Eyvah ayrılığın yaresi bir hoş

 

Mahzuni yıldızım aylar içinde

Bağlanmışım zülfü yaylar içinde

Yüzemez yunuslar çaylar içinde

Deniz vurgununun yaresi bir hoş

 

Yaşamaya Geldim Dünyaya

 

Yaşamaya geldim ben de dünyaya

Elimden kolumdan bağlama beni

Komşular gidiyor yıldıza aya

Dağların başında eğleme beni

 

Körpecik aklımı kandırma boşa

İnsanlar benzemez beyinsiz kuşa

Avareyim diye etme temaşa

Bir dilim ekmeğe bağlama beni

 

Mahzuni nedendir geri kaldığın

Hakkın olmayanı çalıp aldığın

Kimse bilmez kimin nasıl olduğun

Hastayım götürün sağlama beni

 

 

Tavşan

 

Bana tavşan eti yer misin derler

Çok yalanlar yedim tavşan nedir ki?

Karanlık sofrada kara mecliste

Kör yılanlar yedim tavşan nedir ki?

 

Hayli geçtim felek denemesinden

Her çoban bilinmez kaval sesinden

Koyun kılığından pis memesinden

Süt salanlar yedim tavşan nedir ki?

 

Hayvanın hayvandan asili var mı?

Hayvan hayvan doğar başka doğar mı?

Tavşan cennetlik de domuz gavur mu?

Nice canlar yedim tavşan nedir ki?

 

Mahzuni insana doğrusu gerek

Yapabilir misin toprağı çörek

Dinli dinsiz gavur Müslüm diyerek

Çok canlar yedim tavşan nedir ki?

 

Sanma Ettiklerin Yanına Kalır

 

Yürü bire Osmanlı’nın ovası

Dağlarıma çadır kurulur bir gün

Kolay mı dağıtmak yiğit yuvası

Bunların hesabı sorulur bir gün

 

Kapısı uşaklı beyler nic’oldu

Yeyip de içtiğin köyler nic’oldu

Omuzunda oklu yaylar nic’oldu

Korkarım ki yaylar gerilir bir gün

 

Ağlama Mahzuni yiğit ol n’olur

Her akşamın sonu sabahla gelir

Sanma ettiklerin yanına kalır

Sana da çorap örülür bir gün

Aşık MAHZUNİ ŞERİF

 

 

Ben de bir insan oğluyum

Bırak beni konuşayım

 

Her zamanki tevazuluğuyla, bal gülüşüyle, dost bakışıyla beni selamladı.

Kapalı kapılar bana  bir açıldı, pir açıldı… Ama bu kapıların bin dört yüzyıllık bir büyük inanç ve kültüre de açıldığını söylemeliyim. Çünkü kucağımda bir demet çiçekle girdiğim evde planladığımdan daha uzun kalacağımı ama yüreğimin en büyük isteği olarak bu konuşmalarımızı kayıt altına alamayacağımı bilemiyordum. Buna çok içerlemiş, çok kafaya takmış ve büyük üzüntülere kapılmıştım. Ancak gül yüzlü cemalini fotoğraflayarak o anları ölümsüzleştirebilecektim.

 

Hani han sarhoş, hancı sarhoş ya işte tam o ruh halindeydik ikimiz de. Bu bir sevdaydı, bu bir buluşmaydı, bu bir hasret gidermeydi, bu bir dertleşmeydi, bu sırların bir bir ortaya cevher olarak dökülmesiydi. Bir cennet kapısı açıldı, sislerin içinden altın boynuzlu kanatlı atlar indiler, kanatlı bebeklerle birlikte. Uzakta bir yer vardı, iyice seçilemiyordu. Ama öyle esrarengizdi ki orası sözlerin bittiği, kelimelerin yetersiz kaldığı, o anların yaşandığı sıcaklıkta bir atmosferin içindeydik. Tüten bu buharlar, bu gülüşmeler, bu sarhoşluk neydi? Bu sohbet neyin nesiydi babo? Bu sırdaşlık neydi, bu yürek açış neydi? Bu sarmaş dolaş dostluk neydi ey erenler? Bu diyar nereydi, bu kuş sütü tadı neydi, gamzelerinden ballar akan bu çocuk kimdi?

İmam Hüseyin’in sancağı nereden geldi, Düldül’ün sırtındaki Seyyid Nesimi niye yare sitem ediyordu da derdine ağlamıyordu Virani gibi; Nedir hey erenler benim yandığım / Halden bilmez yar elinden dertliyim / Bu aşkın ateşi yaktı sinem i/Pervaneyim nar elinden dertliyim?

Fatma Ana’nın eli hangi yaraya değmiş de iyileşmemişti, Hızır Aleyhisellam İlyas’la buluşmasaydı ne olurdu bu dünyanın hali?

Katil Amerika süt tozuyla avuttuğu yığınları yeni bir dünya savaşına sürükleyebilecek miydi? Bu savaşı ozanlar durdurabilir miydi? Ozan neydi, yazan neydi, saz çalan kimin türküsünü söylüyordu?

Dedem Korkut muydu yoksa kapıdan giren? Şimdi bir cem kurulacakmış, Muhammed Ali orta yere oturmuş, meydana on iki post serilmiş, kırk mum yakılmış, çerağlar gönülleri aydınlatır m’ola?

Yolun pirleri sıralanmışlar konuşuyorlar, müşkül halleri dedeler, babalar çözebilecekler miydi? Görgüden geçip yıkanıp arınabilecek miydik? Asalı, hırkalı dervişler sema-semah edip kendilerinden geçebilecekler miydi?

İşte ben büyük bir susamışlıkla, bir sigara tiryakisinin adeta sigarayı emercesine tüketişi gibi sanki bir büyülü atmosferin içinde hiç bitmemesini istediğim ama bitecek diye korktuğum o anların içinde bir büyük ozanı o anda, o zaman tanıyabildim.

Ne yüzlerce kez dinlediğim kasetleri, ne şiirleri, ne anıları, ne Almanya’ya kadar uzanan konserleri, duygusallığı… hiç birisi o günkü kadar etkilememişti beni.

Mahzuni Şerif bir Anadolu bilgesi olarak karşıma çıktı.

Büyüklerden büyük bir yürek olarak karşıma çıktı.

Yaralarıyla karşıma çıktı.

Bir ulu yolun ortasında yalnızlığıyla karşıma çıktı.

Sekiz yüzyıllık bir çınarın gölgesinde çoğalan kuşların çığlıklarıyla çıktı karşıma.

Geçit vermeyen yalçın kayaların iniltisiyle çıktı karşıma.

Hırçın kıyılarıyla deniz, gökyüzü gibi mavi, berrak, yeşil bir okyanus olarak çıktı karşıma.

 

Beni öldürüp ağlama

Böyle bulanıp çağlama

Yazık kolumu bağlama

 

Sadece bir Pir Sultan Abdal olarak değil, bir büyük Köroğlu, bir büyük Dadaloğlu, bir Kul Himmet, bir Teslim Abdal, bir Aşık Veysel olarak da karşıma çıktı Mahzuni Şerif.

Anadolu ekininin içinden, Rumeli havasını da içine alan bir rahmet rüzgarıydı Mahzuni Şerif.

Halkının devrimci savaşında elleri ekmek ekmek büyüyen emekçinin alın teriydi Mahzuni Şerif.

İmam Hüseyin’e Fatma Ana kadar ağlayabilecek gönül adamıydı Mahzuni Şerif.

Issız dağlar başında yapayalnız bir yaşama mahkum edilmişlerin Selman-ı Farisi’siydi Mahzuni Şerif.

Umutsuzluk kapısı değil, gonca gonca umut toplanan has bir bahçeydi Mahzuni Şerif.

Rahmet pınarlarının aktığı engin bir göldü Mahzuni Şerif.

O yanınızdaysa, onun sesi varsa koca okyanusu yürüyerek geçeceğiniz sırdaşınızdı Mahzuni Şerif.

Baharınız sizin olsun kışı yaz eden, bir güneşti Mahzuni Şerif.

Duygu yüklüydü. Çile adamıydı. Omzunda bir büyük yük vardı. O yükü yerine ulaştırmak zorundaydı, ölümü hiçe sayan bir seyyahtı Mahzuni Şerif.

Görmediniz mi onu Afrika’da, Avusturalya’da Sidney’de, Kanada’da, Sibirya’da?

Görmediniz mi onu siz ormanlarda, tarlalarda, vadilerde?

Görmediniz mi daha göğün yedi kat üstünde, yıldızlarda, en dipsiz kuyularda onu?

 

Gittim bir doktora yarım  sarmaya

Sen kendi yaranı sar dedi bana

Bir kamile vardım adam olmaya

Senin adam olman zor dedi bana

 

Dostlar ben onu bir cem içinde gördüm.

Varlık aleminde yokluğun yaşandığı devri alemde gördüm.

Konuşan oydu ama Virani’nin dizeleri dile gelmişti bir anda.

 

Bir ulu şehirde tellalığım var/Ben tellalım pazarbaşım Ali'dir/Eksik alsam artık satsam gene kar/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

Mezada vermişim küll-i varımı/Tellala çıkardım şirin canımı/Lal ü mercan ile cevher kanımı/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

Bir rıza malıdır alıp sattığım/Üçler, Beşler, Kırklar pazar ettiğim/İmam-ı Cafer'den dükkan tuttuğum/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

 Hint Yemen metaın alıp satamam/Bu rıza malıdır ölçüp biçemem/Dükkanımı her nadana açamam/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

 Ledün ilmi derler şehrin adına/Doyamadım lezzetine tadına/Metaımı koydum aşkın badına/Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

 Virani'yim her dem Hakk'a yeterim/Tellal oldum şu alemde gezerim/Kudretten dükkanım kendim pazarım/
Ben tellalım pazarbaşım Ali’dir

 

Rıza şehrine girmiştik, apak bir yol vardı önümüzde… Orada her şeyi konuşmak mümkündü.

Ben ey dostlar her şeyi sordum, o da yanıtladı birer birer sorularımı.

Önce Aleviliğin erdemlerinden, güzelliklerinden bahsetti. Alevilik insan olmak demektir, zor bir yoldur, ulu bir inançtır, İmam Ali’lerin, İmam Hüseyin’lerin, Fatma Ana’ların yoludur bu yol. Bu yolun büyük güzellikleri vardır. Bu yolun incelikleri vardır, dedi.

Mahzuni Şerif Alevi tarihini de çok iyi bilen bir insandı, tarihsel süreçlerden de bahsetti ama onda bir büyük  Hacı Bektaş sevgisi olduğu hemen anlaşılıyordu. Hünkar Hacı Bektaş bir büyük eren bir büyük veliydi onun nazarında. Yokluklar içinde bir cennet yaratmış, insanları barıştırmış, birleştirmiş, kaynaştırmış bir büyük yol oğlu, yol önderidir, diyordu Hünkar için. Hacı Bektaş onun nezdinde bir büyük ozandır. Kutlu sözlerin sahibi olan Hünkar benzerleri içinde en yetkin deyişler, türküler söyleyen halkının dertlerine derman olmak isteyen bir engin deniz gibidir ona göre.

 

Dünya Kainattan kopup gelirken

Adem miyim, hayvan mıyım, ben neyim?

Adem ile Havva vücut bulurken,

Cennet miyim, şeytan mıyım, ben neyim?

 

Sonra ise Pir Sultan Abdal’a söz geldi. Pir Sultan’ın onun yanında çok ayrıcalıklı bir yeri olduğu görülüyordu. O bir büyük devrimciydi. O bir isyan eriydi. Ama Pir Sultan’ı Pir Sultan yapan onun büyük bir ozan olmasıydı, ölümsüz dizeler üretmesiydi. Ozanlık nedir dediğimde ise Dedem Korkut’tan bahsetti. Dedem Korkut’un sazıyla çok güzel şiirler söyleyen bir büyük ozan olduğunu, ozanlığın da ondan çok etkilendiğini vurguladı. Ama yine Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun, Yunus’un büyüklüğünü de ortaya serdi. Ona göre insandan yana en güzel şeyleri ozanlar sazlarıyla ve şiirleriyle ortaya koymuşlardı.

Söz yine Hacı Bektaş’a ve Pir Sultan’a geldi. Mahzuni Şerif her iki ozanın da birer düşünür olduğunu, ululardan ulu olduklarını, Aleviliğin bu iki büyük ozanda kendisini ifade edebildiğini söyledi.

Mahzuni Şerif konuşmasında, sohbetimize bal katan sözlerinde İmam Ali’nin aşkıyla yandığını, onun bir insanlık önderi olduğunu belirtiyor, birçok kez Ali’nin meziyetlerinden bahsediyordu. Ali bir kahraman, Ali bir adalet timsaliydi. İslam’ın gerçek önderi Muhammed ve Ali’ydi. Mahzuni Şerif İmam Ali’nin tüm dünyadaki insanlara kucak açan, yoklukların arkada bırakıldığı herkesin eninde sonunda varmak istediği umut kapısı olduğunu söylüyordu. İmam Ali Varlık deryasıydı yani. Belki birilerinin pek itibar edemiyeceği şekilde İslam’la ilgili, Türk Kültürüyle ilgili kafa yormuş bir engin yürek olan Mahzuni Şerif ülkesinin dertlerini dert edinmiş bir büyük ozandı. Ama onun mücadeleci kişiliğinde İmam Hüseyin’in farklı bir yeri olduğu sohbetten anlaşılıyordu.

İmam Hüseyin’in zalimin karşısında, ezenin karşısında, Yezit’in karşısında insanlığın bayrağını yücelten dünyada eşi benzeri olmayan bir büyük savaşçıydı. Bir adalet timsaliydi. Kerbela’da yaşananlar Aleviliğin kökünde olan hak alma, haksızlık karşısında dik durma bilincinin en önemli dönüm noktasıydı. Kerbela’nın, İmam Hüseyin’in onun üzerinde derin etkisini görmek mümkündü.

Bir ara mihmanı doyurmadan olmaz demiş, lezzetini tadını hiç unutamadığım, kendisini de tattığı pideleri yerken bir an önce sohbete dönsem, diye acele ediyordum.

İmam Ali’nin, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin yağlı tabloluları önünde sohbetimiz derinleştikçe derinleşiyordu. Benim içimi kavuran ise yanımda hazır tuttuğum kameramı çalıştıramamaktı. Bir an bir okyanusun içinde hissettim kendimi, bir engin denizde hissettim, ılık bir rüzgarın önünde hissettim, boş verdim kamera kaydını, kendimi iyiden iyiye kaptırdım, sohbete.

 

İdris Nebi biçer iken hülleyi

Yüksekten geçerken insanlık yayı

Muknati aşarken ulu deryayı

Gemi miyim, kaptan mıyım, ben neyim?

 

İzzettin Doğan’dan ve Cem Vakfı’ndan bahsedildi bir zaman da. İzzettin Doğan günümüzün bir büyük dahisidir, bir büyük adamıdır, bir yol önderidir, diyen Mahzuni Şerif tüm eserlerini toplayıp CEM Vakfı Yayınları arasında çıkarmak istediğini söyledi. Vakfı çok takdir ettiğini söyleyen Mahzuni Şerif dernek ve vakıflar konusuna fazla girmek istemeyen bir tavırla konuşmasını sürdürürken bu konuda da endişelerinin, dertlerinin olduğunu vurguluyordu.

Tüm bu konuşmalara ve sohbete Ozan’ın eşi de tanık olmuştu.

 

Mahzuni Şerif şunları anlatıyordu bana, en azından anlattıklarından ben şunları anlamıştım: Mezarım bulutlar içinde gizli, her kim ki beni bulmak isterse bir yorgun atın terksine baksın. Beydağı’na karlar yağmış birkaç metre boyunda; ben ise bir masal kahramanı olarak bilinmek isterim. Karadeniz’de takaların üzerinde bir düğün alayı var, beni oralarda arayın.

Beni oğlunu askere uğurlamak için yola çıkan ananın göz yaşlarında arayın.

Ahireti bu dünyaya getirdim, bir söğüt ağacının altında sorgudan geçirin beni.

En gizli sırlarını meydana koyan bir yiğidin aşkı olarak görün beni.

Hiç kimsenin sahip olmadığı yaylaların kuytularında akan bir yalnız çeşmenin hüznünü söyleyen bir çobanın kavalında bulun beni.

Bir gelinin sancısıyım ben iki canlıyım yani, hangisini bir diğerinden fazla sevebilirim ki, mümkün mü bu? Bir köy var uzakta dağın dibinde, git git bitmez bir yolun sonunda yani. Nasıl anlatabilirim ki bizim köyü size tavuk aynı tavuk, tarla aynı tarla ama her bir insanın bir başka öyküsü vardır, burada da. Hangi birinin tercümanı olabilirim size ben? Yine de en fakirin halini anlatmayı isterim, bir dilim ekmeğini ikiye bölüp size verebilen köylünün gözlerinde arayın beni.

Bu yolun erenlerinden bahsetmeliyim size, bir ölür bir doğarlar yani. Ama ne ilginçtir ki bu erenler her gün doğarlar gün gibi, yalnız maharet onları görebilmektedir. Hangi kutlu gözler onları görebilir bunu bilebilmektir maharet yani, erenlerin sürdüğü yolda arayın beni.

 

Bir an ise bencilliğe düştüm kendime baktım, kendi kendimi dinledim; Bir türkü ülkesindeyim ben, her gün, her saat bir kuş öter bir ağaçta. Müneccim değilim ama bir kutlu rüya gördüm onun sarhoşluğuyla uyandım ama bu rüyanın sırrını kim çözecek bilmiyorum yani: İmkansızlığın olmadığı bir büyük boşlukta bir yer hayal ettim, yüz milyar kez yüz milyar yıldız varmış kainat denen boşlukta; bir ademoğlu daha yok mudur dersiniz bu evrende dünyanın dışında dedim yani. Bir nergiz açtı derken bir derenin kenarında bir tilki yavrularını su içirmeye buraya getirse bu ak nergis dönüp ona selam vermez mi yani?

Öküz arabasının sesi kasabadan duyulurken bir samanlık ot yüklü arabaya bakıp şapka çıkarmayan bir köylü olur mu yani?

Mevsimlerden sonbahar kasımpatları açmışken, bir sigara içimi uzaklıkta bir seyide yüz sürmeye giderken bir dolu götürülmez mi yani? Dolu götürüp de saz çalınıp deyiş söylenmez mi yani?

Bir ulu ozanın sazını İran’da, Suriye’de, Bulgaristan’da, Makedonya’da dinleyenler olur da onun resimleri duvarlara asılmaz mı ola yani?

En yakın hısmınıza küsmüş, kızmışsınız, nasıl olur da onun gönlünü alırım diyorsunuz ama günahın çoğu onda mı, bende mi diye halen düşünürsünüz, bir an boş bulunup varsın olsun yani günahın azı ben de olmuş olsun, ben yine de onun yanına gideyim, dediniz mi yani?

En güzel kızla, en güzel oğlanla bir günaha girmek isterken bir ter sarmışsa en hoş yanınızı, ne yapalım, hayalinden kötü olmaz ya deyip o günaha girmez misiniz yani?

Bu işler niye bu kadar karmakarışık, diyip bir sahile atıp kendini martılara bir simit alıp attın mı yani? Ya denizden yeni çıkmış balıkların kıpırtısında hayatın sevincini bulabildin mi yani?

Bir sarhoş halindeyim derken sana düşman olan biriyle barışık olsan, bir merhaba desen, kendini boşluğa bırakıp siktir çektiğin birinin selamını alsan, yıllardır görmezden geldiğin birine sarmaş dolaş olsan yani?

Bin bir türkü söylese de bıkıp usanmayan bir aşığın yanında bir trene binsen ta Çin’e, Maçin’e gitsen gün yirmi dört saat türkü dinlesen ama bıkmasan, sazın tellerine kendini assan ve her gittiğin ilin renklerine bürünsen de bıkmasan yani?

İmam Ali’nin bir gözünde dünyayı görsen, mest olsan, kanaat getirsen, bir yavru aslana bakıcılık yapsan, bir kelebeğin kanatlarında kıtaları aşsan, zehiri bal diye yutsan, öfkeni yenip demirleri eğsen, bir çocuğun gülüşüne bin can bağışlasan, bir korsan gemisinde helal bir hazine olsan, bir can kurtarmak için dağı taşı delsen, kanını su gibi akıtsan haksızlığın karşısında nasıl olur yani?

Seyyid Nesimi’nin yanında olsan onunla birlikte kendi derini kendin yüzsen bin bir zevkle ummana dalsan nasıl olur yani?

İşte gönlüm bir daldı, bencillik ettim bunları geldi bir dakikanın içinde yüreğime. Sonra kendimi toparladım, can kulağıyla dinlemeye devam ettim büyük ozanı.

Nedense, acaba benden mi kaynaklandı desem de sonradan, iyice düşününce Mahzuni Şerif’in bizzat kendisinin sohbetimizde konuyu Aleviliğe Bektaşiliğe getirdiğini çok iyi anlıyordum. Bektaşilik’ten de bahsediyordu sohbetti. Bektaşi lafını da kullanıyordu. Alevi Bektaşi diyordu. Aleviliğin insanlığın aradığı bir inanç ve kültür yorumu olduğunu söyleyen Mahzuni Şerif’in Aleviliğin ve dedeliğin temel değerleri olan eline beline dilene sahip olmak gibi konulara da girdiğini de söylemek zorundayım. O gerçekten de Eyüp Peygamber’in sabrının ne olduğunu çok iyi bilen bir insandı. Eyüp gibi birçok sıkıntıya soruna sabretmişti. Ahmet Arif’in dediği gibi bir dosta yarasını gösterir gibi dertlerini açıyordu, söyleşimizde. Ama sanki bu dertleri bir kenara bırakmak isteyen bir hali vardı. Onun mutlu bir dünya ve yaşam özlemi içinde olduğunu görüyordum. Acaba çok mu bıkmıştı, usanmıştı, dertlerden, tasalardan? Tümünü geride bırakıp unutmak mı istiyordu? Bunu tam anlayamadım. Benim CEM Vakfı’nda, Cem Dergisi’nde çalıştığımı biliyordu. Daha önce bir söyleşimiz daha olmuştu, hanesine bir kez daha gitmiştim. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Keçiören’de bir dede tarafından duası da verilip bir koçun kesildiği bir birlik ceminde de beraber olmuştuk. O bir büyük ozandı, ama bir büyük aşıktı. Cemlerin bülbülü olacak yol ehliydi. Ertürk Yöntem’in 1995’te TRT. İçin yaptığı çekimlerde de yaptığı konuşmalarda birlikten, beraberlikten, dirlikten bahsetmemiş miydi? Yine Sivas kıyımında yitirdiğimiz canlarımızın anısına düzenlenen etkinliklere katıldığında, kurucusu olduğu bir Vakfın yöneticileri tarafından suçlu gibi gösterilince de o vakur duruşunu, devrimci duruşunu, asil duruşunu hiçbir zaman kaybetmemiş miydi? İşte bir anda da o anılar canlandı gözümde. Folklor Edebiyat Dergisi Yayın Yönetmeni Metin Turan geldi aklıma o da ne çok seviyordu ozanı ve eserlerinin derlenip toparlanması konusunda ne de büyük mücadele veriyordu.

TRT çekiminde ozanlık geleneğinin Şamanlardan bu yana Türk ulusunun bağrında varlığını sürdüren bir büyük sürek olduğunu söyleyen büyük ozan yaptığım söyleşide de aynı şeyleri tekrarlıyor ve ozanlardan, ozanlık geleneğinden ümidinin kesilmediğini, halk oldukça ozanlık geleneğinin yaşayacağını da dile getiriyordu.

O zaman zaman destanlaşan yergilerin şairiydi. Zevzekliğimizi, Murti gibi insanların bulunduğunu, Karayalçın’a danışman olmasına rağmen nasıl değer bilmezlikle karşılaştığını hep çalıp söylememiş miydi?

Ama bugünkü sohbetimizde bu konulara niçin hiç girmiyordu? Ha bire insanlıktan ve Alevilikten bahsediyordu? Açıkçası ben de biraz şaşırmıştım.

Yaklaşık iki saat süren birlikteliğimiz bir cemden farksızdı.

Dünyayı masaya yatırdık, haksızlıktan bahsettik, insan haklarından bahsettik, insanımızın sorunlarından, gençlerimizden bile bahsettik. Büyük ozan geçmişi bir kenarda bırakmak isteyen bir ruh halindeyken aynı zaman inanılmaz bir umut içindeydi, sanki büyük muştularla her zaman neşelenecek, Türkiye’miz, Dünyamız, ozanlarımız çok mutlu günler görecekmiş gibi bir ruh halindeydi.

Masmavi okyanusu kapkara edenlere rağmen karanlık, kötülük dünyaya, yaşama egemen olamayacaktı.

Bir umut diyarında gördüm kendisini.

Emsalsiz bir güzellik içinde gördüm kendisini. Bir masal diyarındaydı, kurt ile kuzu dost olmuştu, tüm çocuklar doymuş, oyun oynuyorlardı. Bin bir çiçek açmış bir tepenin üstünde dünyanın her köşesinden gelen koca koca adamlar uçurtma uçuruyorlardı. Tereyağ ve bal sürülen ekmekleri yiyen kimsesizler tarifsiz bir mutluluk içinde birbiriyle koklaşan kedilere bakıyorlardı. O ise sahneye ilk kez çıkan mahcuplar mahcubu bir Zeki Müren gibi, bir Ali Ekber Çiçek gibi duygularımıza dokunuyordu.

 

Dost döküldü gazelim çürüdü bağım

Yıllar evvel göçmüş köyüm bucağım

Bugün doğdum varım, yarin de yoğum

Aradaki yalan mıyım, ben neyim?

 

Ama neden cemden, deyişten, şiirlerden bahsederken bu kadar umutluydu? Bu benim mi şansımdı? Büyük rahatsızlıklar atlatan ozan en güzel günlerinden birisindeydi sanırım. Çünkü devamlı gülen bir hali, güleç bir yüzü vardı. Bu o günkü fotoğraflara da yansıyordu.

Robin Hood gibi haksızdan, zalimden, zenginden alıp ihtiyaç sahiplerine bir şeyleri dağıtmanın mutluluğu vardı sanki yüzünde. O Don Kişot gibi yeldeğirmenlerine, umutsuzca kılıç sallayan bir hayalperest değildi. Nergislerle, sümbüllerle, irislerle dolu bir tarladan umut toplarken; derdin, tasanın geçeceğini bilen bir bilge insan duruşu vardı onda.

Faşizmin karşısındaydı, gericiliğin karşısındaydı, zorbalığın karşısındaydı. Emekten, eşitlikten, haktan, hukuktan, özgürlükten yanaydı.

Onun gözünde İmam Ali, İmam Hüseyin adaletin, hak ve hukukun temsilcisi oldukları için; Kırkların Cemi de insanın paklanmasından, yalandan, riyadan, her türlü kötülükten arınmanın sahnelendiği bir rıza şehrine giriş töreni olduğu için, postta, çerağ da anlamlıydı.

Evet bir ozan bir dost bir post yeter bana demişti ama o biraz daha farklı yorumluyordu hayatı. Rıza şehrinde herkesin birbirinden razı olmasından sonra herkes birbiriyle müsahip kardeş olacağı için aradaki ikilik perdeleri kalkacaktı. Varlıkta birliğe inanmıştı. Tüm canlar bir ana candan çıkmıştı, sonuçta da aynı vara doğru yol alacağız madem, neden bu zülüm, neden bu haksızlıklar, neden Filistin’de halen çocuklar öldürülüyor, diyordu? Hakk’ın adaleti mutlak değil miydi? Cennet te, cehennem de bu dünyada değil miydi? İnsan bu dünyada günahlarından arınıp, insanlığın yolunda aynada kendisine bakıp ilk önce kendinden razı olduktan sonra tüm insanlıkta kendisinden razı oluyorsa ölümden korkmanın ne manası olabilirdi?

Hesap bu dünyada verilmeliydi. Bu dünya da insanlar aklanıp paklanmalıydı. Bir büyük yaratıcı varsa ki, vardır, onun karşısına insan kiriyle, kibiriyle, pisliğiyle gitmemeliydi. İşte Alevilik tüm dünya insanlığına bunun formülünü göstermiş, en güzel arınma vesilesi olan “Rızalık” kavramını ortaya koymuştu. Herkes birbirinden razıysa daha ne sorun olabilirdi yaşamda? Ama işte aslolan bunu sağlayabilmekti. Kul kusursuz olmayacağı için elbette bu bir süreçti. İşte ulu ozanlar, ulu veliler, bu büyük yolda insana örnek olanlardı. Ne kutlu insanlardı gerçek mürşitler. Sonsuzluk ta burada, yüz yıllık ölümsüzlük te burada değil miydi? Bu ozanların, erenlerin, velilerin açtığı yoldan gidilirse gerçeğe ulaşılabilirdi insanlık. Kin, kibirden uzaklaşan insan gökyüzünde uçan güvercine dönüşüp diyarlar aşmaz mıydı? Bu güvencin uçar da kanatlarıyla gönüllerdeki ateşi söndürüp, ocaklardaki külleri alevlemez miydi?

Ozanlar çok önemliydi. Ozanlık çok önemliydi. Saz sıradan bir çalgı aleti değildi. Deyişler sıradan söz yığınları değildi.

 

Kimler akıllanmış kimler bunamış

Eyüp derde düşmüş cahil kınamış

Mevla İbrahim’i boşa sınamış

Kasap mıyım, kurban mıyım, ben neyim?

 

Sazın ve sözün kutsallığı vardı, insanı eğitme özelliği vardı. Can ile cananın buluşmasını, haklıyla haksızın karşı karşıya gelip helalleşmesini sazlar ve sözler, cemler sağlıyordu. O yüzden dedelere de çok büyük görevler düşüyordu. Gerçek bir dede evliya gibi bir insan olup adalet timsali olmalıydı; İmam Ali, İmam Hüseyin gibi. Kendi çocuğu da olsa haksıza haksız diyebilen bir dede, bir insan nasıl olurdu da adalet timsali olmazdı? Nasıl olurdu da onların bulunduğu toplum mahkeme kapısı tanırdı? İşte ozanlar ve dedeler bir ulu yolun yolcuları, adalet dağıtıcıları, bekçileri ve gözcüleriydiler. Diyar be diyar, oba oba,  çadır be çadır, köy köy bu adelet dağıtıldığı zaman Hızır oralara uğramış olurdu. Her bir dede ve her bir ozan Hızır Aleyhisselam olursa gerçek barış ve kardeşlik sağlanmış olurdu. Bu nedenler saz ve söz çok önemliydi, pir ve mürşit çok önemliydi, cem ve cemaat çok önemliydi.

Anadolu’da gerçek barışın ve kardeşliğin şifrelerini Aleviler Bektaşiler asırlar öncesinden çözmüşlerdi. Neden Sünni vatandaşlara da bunlar anlatılmasın, bu birlik ve beraberliğe ve barışa onlar da davet edilmesin di ki?

İşte Mahzuni Şerif’i Mahzuni Şerif yapan bu sohbette, bu söyleşide tüm bunları aktaran bir büyük yüreğe sahip olmasından başka bir şey değildi.

O bir umut kapısıydı, varlık deryasıydı, bir gönül sırdaşıydı.

Alıp sazını giderken insanları en çok üzecek bir garip dervişti.

Bir yiğitti sözünün eri ve attığı adımın sahibi bir kişiydi.

Mayası tertemiz, toprağına zemzem suyu damlamış haslar hası bir adamdı.

Pınarın başıydı, gözenin özüydü.

Yarpuzların kokusu, kuşların kanatlarındaki rüzgardı.

Yitip gitmek istediğimiz bilinmez diyarların gonca gülüydü.

Dar vadide sığınacağımız bir zulamız, bir küçük şirin mağaramızdı.

Yazıların en hası deyişlerimiz, türkülerimiz sahibiydi.

Veysel Karani’nin Yemen’deki çoban dostuydu.

Güneşin doğduğu yere doğru yürüyen umut işçilerinin rehberiydi.

Bir büyük kavgada harlı bir ateş, Sırat köprüsünde bir atlıydı.

Ortadoğu’da bir güvercin, Hacı Bektaş’ın kucağındaki bir ceylan, tüm dünyaya bir barış elçisiydi.

 

Arımızda yaşar er oğlu erler

Erleri ne bilir kör oğlu körler

Bana bu illerde Mahzuni derler

Merdan mıyım, Mervan mıyım, ben neyim?

30 Kasım 2001’de Ozan’ın Dikmen’deki evinde yapılan sohbetten esinlenilerek yazılmıştır.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile