METİN TURAN
METİN TURAN
HALKBİLİMCİ-ARAŞTIRMACI-YAZAR
FOLKLOR - EDEBİYAT DERGİSİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Metin Turan uzun yıllardan beri özverili bir şekilde, ülkemizde bir büyük zoru başararak, kendi alanındaki en ciddi dergiyi deyim yerindeyse tek başına çıkarmayı başardı. Folklor/Edebiyat Dergisi Türk kültür dünyası içinde hak ettiği yeri şimdiden aldı. Bu başarı öyküsü bile başlı başına bir söyleşinin konusudur.
Bir halkbilimci olarak, ozanlara, sanatçılara, aydınlara hayranlığı, bu konulardaki çalışmaları, edebiyatçı ve araştırmacı kimliği ile alanında sevilen bir isim olan Metin Turan’la yaptığım söyleşide de Anadolu halk kültürü birikimleri bağlamında, halk ozanlığı konusunda onun görüş ve düşüncelerini derlemeye çalıştım.
AYHAN AYDIN
Türk Halk Kültürü, Folkloru ve halk ozanlığı konularında ülkemizin önde gelen değerli bir araştırmacısı olarak, Türk Milleti'nin düşünce ve duygu dünyasının yansıdığı sözlü ürünleri ve onları ortaya çıkaran halk ozanları, aşıklar, dini kimliğe sahip kimi söz ustaları konusunda genel olarak neler söyleyebilirsiniz? Öncelikle, Türkiye'nin önde gelen halk kültürü araştırmacısı olduğum savınıza katılmak istemediğimi belirtmek istiyorum. Bu sizin inceliğiniz... Türkiye'de gerçekten bu işin iyi yetişmiş uzmanları, önde gelen değerleri var... Onların emeğini atlayarak kendimizi böyle bir yetenekten görmek, doğrusu o büyük insanların emeğine saygısızlık olur. Bizimkisi içtenlikle sevilmiş bir kültürün özünü ve kaynaklarını anlama çabasıdır.
Sorunuza gelince, Türk kültür dünyasını oluşturan unsurlara eğildiğimizde, özelikle Anadolu halk kültürünün odak noktasında sözlü kültürün büyük rol oynadığını görürüz. Zaten biz yazılı kültüre geç geçmiş bir toplumuz. Bunun sıkıntılarını ve sancılarını da hâlâ çekmekteyiz. Bu sözlü kültürü ise, halk ozanları, âşıklar dediğimiz sanatçı tipine borçluyuz. Bu korkunç acı veren bir olay.
Kültürel zenginliğe, daha doğrusu uygarlığa dünyayı kendi odamızın pencereleriyle sınırlayarak eğildiğimizde, megolamanyak bir tipin yargılarıyla bakmış oluruz. Oysa, uygarlık, bir düzeydir. Bir insanlık düzeyidir. Bu insanlık düzeyini, ancak başka halkların yaratmış oldukları kültürel değerlerle, kimi tarihsel dönemeçlere koymakla ölçebiliriz. Yoksa, ülkemizde çokca yapılan, ilk pantolonu biz giydik, ilk kılıcı biz kuşandık, biz ata binerken kimileri yaya yürüyordu mantığı; sonuçta kendi kendini aldatmaya dayalı bir avuntuyu sergiler. Bu manzara korkunç bir komikliktir.
Düşünebiliyor musunuz, benim köyüm Camuşlu'da, M. Ö. 12. 000 yılına ait yontma taş devri mağara resimleri var; iletişim için bir yol bulunmuş, bir düzey sergilenmiş ama, bugün Türk kültür ürünü diye ulaşabildiğimiz yazılı kaynakların en eskilerini Orhun Yazıtları oluşturuyor.
Bunlar, insanımızı geri kalmışlıkla suçlama hakkı vermez bize. Bu bir anlayışın işaretini yansıtır. Üstelik, bundan eziklik duymaya da gerek yok; bizim ait olduğumuz kültür göçebe bir hayata ait. Siz yaylasında oturan yaylakçıya apartman kat mülkiyetini uygulayabilir misiniz? Bu öyle bir şey; o insanın yaşam biçimi yaşadığı kültürel donanmıştır. Yarattıkları, ekledikleri de bu kültürün zenginliğini gösterir.
İşte böyle bir yaşam biçimi içerisinden, bugüne ulaşan sözlü kültür taşıyıcıları, halk ozanları, aşıklar dediğimiz sanatçı tipleri çıkıyor. Bu sanatçı tipi, Ortaasya göçebe Türk boylarından, Anadolu'nun bugün yerleşik yaşamını seçmiş çoğrafyasına değin bu kültürü taşımışlar, yaşatmışlar, zenginleştirmişlerdir. Tarihsel olgulara, olasılıklarla bakarsak, gerçekliği kavrayamayız. Kimi Türk boylarında Kam, kimisinde Baksı, kimisinde Ozan adıyla anılan bu sanatçı tipleri, bugün bizim tarihsel damarımızı algılamamızı yaratan unsurlardır.
Şamanlardan günümüze halk ozanları sanatçı kimliklerinin yanında toplumsal olarak herhangi bir işlev üstlenmişmidirler? Bu işlevlerin toplum açısından önemi ne olmuştur? Şamanlar, gerçekte sihirbazlık, hekimlik, büyücülük gibi görevleri olan insanlardır. Ama, geleneğe baktığımızda, bugüne kadar taşınan çok köklü bir kanı vardır; kam, baksı, ozan, aşık dediğimiz bu insanların metafizik bir yetiye, bir üstünlüğe de sahip oldukları inancıdır. Şamanların bu gelenek içerisinde böyle bir işlevleri vardır. Ama bunlar aynı zamanda, müzik aletleri kullanabilen, şiirler okuyabilen, irticalen sözlerle insanları ve bugünkü uzantısı aşık olan sanatçı tiplerdir.
Bu işlevlerin toplum açışından önemine eğildiğimizde, öncelikle o toplumsal dönemin karakterine şöyle bir gözatmak gerekiyor; bilindiği gibi toplumsal yapı, toplumsal düşünce biçimlerini de beraberinde getirirler.
Bugün, kapitalist toplumun düşünce biçimi nasıl bilimsel biçimiyse, bu üretim biçim ve ilişkileriyle böyle bir noktaya gelmiştir; ilkel toplumsal düzenin düşünce biçimi de büyüseldir. Şamanlar bu toplumsal düzende, düşünce biçimlerine, toplumsal düşünce birimine göre bir işlev üstlenmişlerdir.
Halk ozanlığının ve halk ozanlarının genel özellikleri nelerdir? Halk ozanları eserlerinde genelde hangi konuları işlemişlerdir? Halk ozanlığı geleneğine baktığımızda, belli esaslara oturmuş bir yapı çıkar ortaya. Kimi yörelerde farklılıklar taşısa da genel hatlarıyla bu gelenek, bade içme ya da buta alma, çıraklık, mahlas, hikaye anlatma, atışma, sersuhane, lebdeğmez (dudak değmez) gibi herhangi bir insanın yapabileceklerinden ayrılabilen özellikleri de içeren yetenekler ile ortaya çıkar.
Geleneğe şöyle bir baktığımızda, genel olarak feodal toplumsal düzenin karakterini görürüz. Bu beraberinde dinsel düşünme biçimini getiriyor. Burada şöyle bir sonuca varılabilinir, ozanlık geleneği dinsel düşünme biçimi esasına oturmuş bir gelenektir.
Bu genel çerçeveyi, açımlamaya çalışacağım, geleneğin esaslarını kavramak için çiziyorum. Şimdi geleneğin esaslarını şöyle kaba da olsa bir bakarsak, burada söylemek istediklerim daha kolay anlaşılır kanısındayım. Şimdi, bade içme/buda almak diyoruz; burada ozan olacak insanın kendisini mistik bir dünyayla çerçevelemesi esastır. Kimse durduk yerde ben halk ozanıyım, ben aşığım diye ortaya çıkamıyor. Bunun değişik yöntemleri var ama, en yaygını ve geleneğin bir esası durumuna gelmiş olanı, rüyasında bir pir'in bir ermiş'in kendisine bade sunmasıdır. Dilinin çözülmesidir. Ozan ya da aşık, bu pirin elinden bade içtikten sonra dili çözülür ve şiirler söylemeye başlar.
Sonra bu söyledikleri dikkate alınanlar, bir ustayla karşılaştırılırlar. Usta önce onu kimi muammalarla sınar. Söylediklerinin ne kadar ustaca olduğunu çözümler. Eğer gerçekten böyle bir yetenek varsa, topluluk önüne çıkarır, ya da takdin eder. Sonra bu kişi ustanın yanında dolaşmaya başlar. Bir bakıma bu çıraklık dönemidir. Geleneği iyice öğrenir; hikayeler anlatmaya başlar. Ne denli çok hikaye bilir, hele de kendisine ait hikayeler anlatabilirse ustalığı o denli kökleşir. Bir de bu gelenek içerisinde değişik şiir söyleme türleri vardır. Örneğin, atışmalar. Burada bütünüyle irticalen söyleme vardır. Birisinin açtığı ayağa bağlı kalınarak karşılıklı şiirler söylenir. Bu bazen saatlerce sürer bazen, bir kaç dörtlük sonrasında uygun ayak bulamayan aşığın bağlanmasıyla son bulur. Başka bir unsur, dudaklar arasına iğne konularak, belli seslerin (örneğin m, p, b vb. ) geçmediği sözcükler seçilerek dörtlükler söylenmesidir. Eğer, ozanın/aşığın söz dağarcığı zayıfsa, ya bu seslerin de geçtiği sözcükler bulacak, o zaman dudakları arasında bulunan iğne batacak ya da ustalığını sergileyip bu yarışta başarılı olacak.
Burada bir noktaya geçmek gerekiyor; ozanların hemen tamamı öncelikle usta malı söyleyerek bu geleneğe katılıyorlar. Böylece sözlü kültüre dayalı bir geleneğin yaşatılması sağlanıyor. Böyle olmasaydı, yüzyıllar öncesinden bugüne binlerce şiir nasıl taşınabilirdi?
Bu geleneğin yaşamasını sağlayan bir başka nokta da, hikaye anlatma bölümünde, açılışı ustalardan söylenen şiirlerle başlatmaktır. Sersuhane de denilen bu gelenek, hem ustalara bağlılığı, geleneği tanımayı, hem de yaşatmayı amaçlıyor. Ayrıca bir saygı ifadesi.
İşledikleri konulara gelince, merkezde sürekli olarak öaşık-maşukö ilişkisi vardır. Hemen her aşığın böyle bir sevgilisi vardır. Zaten, rüyalarda görülenlerin büyük bir bölümü de, erişilmez bir sevgilidir. Aşık şiirinin belli esaslarından biri de öaşıkı sadıklıkötır. Bu öaşıkı sadıklığıö Aşık Veysel kırmıştır. O tam tersini söylemiştir: öBenim sadık yarim kara topraktır. ö Ama yaratılan, söylenen binlerce şiir, kuşkusuz binlerce konuyu içermiştir. Bu bakımdan ana sınıflandırmalar olsa da; örneğin tasavvuf şiirleri, ladini şiirler gibi, ama esasta feodal döneme özgü genel düşünce biçimi etrafında örgülenmiş konulardır, halk ozanlarının işlediği konular.
Değişik alanlarda olduğu gibi halk ozanlığı ve ozanlarında da farklı nedenlerden dolayı herhangi bir ayrım ve sınıflandırma sözkonusu mudur? Böyle bir sınıflandırmayı yapan araştırmacılarımız var. Bu sınıflandırma ya şairlerin yetiştikleri mekanlar, bağlı oldukları topluluklar ele alınarak, ya da işledikleri ağırlıklı konular esas alınarak yapılıyor. Örneğin, Bektaşi tarikatlarına bağlı olanlar ya da Yeniçeri Ocağı'ndan yetişenlerin Bektaşi halk ozanları olarak anılması gibi.
Halk ozanları işlemiş oldukları genel temalar dışında, günümüz şairlerinde olduğu gibi ayrı bir sanatsal karakter-kişilik oluşturabilecek bir özellik sergileyebilmişler midir? Kendilerine has üsluplarıyla bariz olarak bibirlerinden ayrılabilmektedirler mi? Böyle bir durumun varlığı en azından günümüz halkbilimci ve araştırmacılarına ne gibi faydalar sağlayabilir? Bu durum mesela, çok sık olarak görülen ozanların şiirlerinin birbirine karıştırılmasını engelleyip onların ayrılmasına yardımcı olabilmekte midir? Şimdi, bir sanatçının, bir ozanın ırasını oluşturan, işlediği konudan çok işleyiş biçimidir. Aynı temayı yüz ozan da şiirleştirebilir. Ancak, ustalık kendilerine ait biçemi yaratabilmelerindedir. Çağdaş sanatçılarımız açısından olduğu kadar, halk ozanları için de aynı şeyler geçerlidir. Geriye dönüp baktığımızda, halk ozanlarımızda bu ustalığın, bu kendine ait biçemi yaratmışlığın pek çok kişiliğini görürüz. Örneğin Pir Sultan, Hatayi, Kul Himmet, Kul Hüseyin, Aşık Ömer, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Kuloğlu, Köroğlu, Yunus Emre ve niceleri... Bunların üstüne üstlük hemen hepsinin birden çok addaşı vardır. Örneğin, sizin de çok iyi bildiğiniz bir değil ona yakın Pir Sultan mahlaslı halk ozanımız var. Ama, usta bir edebiyat araştırmacısı, iyi bir halk edebiyatı bilgini, bunları biribirlerinden çok kolay ayırdedebilmektedir. İbrahim Aslanoğlu'nun çalışmalarıyla ortaya çıkan Pir Sultan Abdallar gerçeği böyle bir örneklemenin kanıtıdır. Aynı olay Karacaoğlan açısından da söylemek olası. Orada da aynı yorumlar geçerli. Birden çok Karacaoğlanlar var. Hatta İlhan Başgöz'ün vurguladığı gibi bir Karacaoğlan geleneği var.
Burada bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor; halk ozanlarının söyledikleri ilk halleriyle kalmıyor. Halk onu yoğura yoğura bugüne taşıyor. Çağdaşlaştırıyor. İnceltiyor. Bunu su yatağında elinizi sürdüğünüzde hiç bir çıkıntısı olmayan taşlara benzetebiliriz. Su yatağından yılların sürüklenmesiyle o taşı pürüzsüz hale getiren zaman, halk ozanlarının söylediklerini de güzel bir duruluğa kavuşturmuştur. Bu, halk ozanlarının söylediklerinin özünün bozulduğu anlamına da gelmemelidir. Öyle olsaydı, Karacaoğlan'la Köroğlu'nu biribirinden ayırdedebilir miydik?
Yalnız bugün hâlâ birçok karışıklığın yaşanıyor olması, edebiyat araştırmacılarının bunları biribirlerinden ayırdedemiyor olmalarında yatmıyor. Bizde bu alanda araştırmacılık oldukça yenidir de ondan. Bakınız, bizim henüz bir halk edebiyatı enstitümüz yok. Oysa bu kültürün önemli bir bölümünü, çok önemli bir bölümünü sözlü kültüre dayanan bu gelenek sayesinde tanıyoruz. Onu da geçelim, düzenli bir arşivimizin olduğu da söylenemez. Akademik disiplinleri edinmeden, benim gibi amatör anlayışla gönüllü çabalarla bu işlerin gelebileceği en iyi nokta burasıdır. Ama yetmiyor. Size bir-iki rakam vererek ne demek istediğimi anlatmak istiyorum.
İsveç'te 1872'de bir folklor diğeri etnoloji araştırmaları arşivi olan iki arşivi bünyesinde taşıyan Nordiska Arkiv kurulur. 1905'te İsveç Folklor Arşivi, 1914'te Upsala şehrinde Landsmalsarkivet adı altında İsveç Lehçeleri'ni İnceleme Enstitüsü'nün arşivi kurulur. Bu arşivde eski metin koleksiyonları, özel derlemeler, lehçe ve folklor araştırmaları yolunda öğrenci kuruluşlarının topladıkları dökümanlar, 1870 ve 1880'de Landsmal Forenning Arna adlı kuruluşun çalışmalarının sonuçları bulunur. Daha 1926 Haziranı’nda arşivde 3150 elyazması cilt, 300. 000 yaprak metin, 215. 000 büyük yaprak lügat maddeleri, 1. 450. 000 kelime, fiş bundan başka çok sayıda resim ve ilahiler, haritalar, müzik notalar, filmler bulunuyor. Bizde ise Halk Edebiyatı dersleri, 1940'lı yıllardan sonra Pertev Naili Boratav gibi Türkiye'nin yüzakı bilim adamları tarafından üniversitelerimize bir disiplin olarak kazandırılıyor. Ama çok sürmüyor, birkaç yıl sonra Pertev Naili Boratav'ın kürsüsü kapatılıyor. Türkiye'yi terketmesi için elden ne geliyorsa yapılıyor.
Sizin de pek iyi bildiğiniz gibi, bugün Hollanda'da, sadece bizim Bektaşi nefeslerini arşivleyen, güfte ve besteleriyle bu nefesleri derleyen bir enstitü var. Türkiye'de enstitüden vazgeçtik, böyle bir alt disiplin bile oluşturulabilmiş değil. Çünkü ne böyle bir bilimsel kafa egemen topluma, ne de bu çalışmayı yürütebilecek olanlara olanak tanınıyor. Beyin fukaralığına endekslenmiş bir akademik toplulukla bilimsel çalışmanın esamisi okunabilir mi? Buna rağmen bazı şeyler yapılıyorsa, bu araştırmayı yürüten insanların yürekliliğinden, çalışkanlığından özverisinden ileri geliyordur.
Halk şairlerini birbirlerinden ayırt etmeden çok zor olan yanlardan birisi, gerek bu şiirleri kayda geçirenlerin herhangi bir kaygı gütmeden, salt o şiirleri birarada tutma gereksinmesi duymaları ikincisi de aynı çağda yaşayan ozanlar da bile aynı mahlası kullanma alışkanlığının olmasıdır. Örneğin, bizim Kul mahlaslı o kadar çok halk ozanımız var ki, bunların biribirlerinden ayırt etmek çok yoğun irdelemeleri gerektiriyor. Zaman zaman yanlışlıklar da yapılmıyor değil. Örneğin, Cahit Öztelli gibi halk edebiyatına büyük emekleri geçmiş usta bir araştırmacı bile önceleri Kul Himmet Ustadım'la Kul Himmet'i aynı ozan kabul etmiş ve deyişlerini ortak yayınlamıştı. Daha sonra, yine İbrahim Aslanoğlu'nun araştırmalarıyla, bu yanlışlık giderilmişti. Aynı durumu Yunus Emre konusunda da görüyoruz. Aşık Yunus'la, Yunus Emre'nin, bugün bile şiirlerini karıştıran pek çok antoloji vardır, ya da Erzurumlu Emrah'la Ercişli Emrah'ın şiirlerinin karıştırılması gibi... Yalnız süreç içerisinde, özellikle toplumsal tarih araştırmacılığının da katkılarıyla bu yanılgılar düzeltilebiliyor.
Genel halk ozanlığı içinde Alevi-Bektaşi-Kızılbaş halk ozanlarının diğerlerinden ayrılan yönleri nelerdir? Bunlar içinde de Kızılbaş halk ozanları ile Bektaşi şairlerinin birbirinden farklılıklarından bahsedilebilir mi? Halk edebiyatımıza baktığımızda, gerçekte orada ağırlıklı bir Alevi-Bektaşi izi görürüz. Bu doğaldır. Neden doğaldır, çünkü, halk şiirinin temel unsurlarından birisi saz'dır. Sazsa, Alevi-Bektaşi topluluğunun vazgeçilmez kültür aracıdır. Sazı bir ibadet aracı olarak kullanan başka topluluk var mıdır yeryüzünde? Böyle bir kültür içerisinde, halk şiiri geleneği de güçlenmiş ve bugün edebiyatımızda köklü bir damarın yaratılmasına yaramıştır. Bu anlamda, diğer Alevi-Bektaşi olmayan halk ozanlarından zenginliği vardır. Özellikle de İslam tesiri altında kalan Türk topluluklarında, bu kültürün etkisinin ne büyük olduğunu daha kolay görebiliriz. İslamiyet'le birlikte fetvacılık yaygınlaşınca, saz da günah ilan edilmiş müzik aletlerinden biridir. Böyle bir yasak, kendisini İslamiyet dışı unsurlarla zenginleştirmiş Alevi-Bektaşi halk ozanlarında çok fazla etkili olmamıştır.
Bektaşi ozanlarıyla, Alevi-Kızılbaş ozanlar arasında da farklılık vardır. Bu farklılık kültürel farklılıktır. Bektaşi ozanları, daha çok Yeniçeri Ocağı'ndan yetişen ya da Bektaşi tekkelerinin olduğu merkezlerde, yani kent merkezlerinde yaşamlarını sürdüren tiplerdir. Ama, Alevi-Kızılbaş ozanlar, ocaklarda, dergahlarda, ve köy/kır kökenli insanlardır. Örneğin bunlara iki örnek, Kayıkçı Kul Mustafa, Yeniçeri Ocağı'na mensup, Bektaşi halk ozanıdır ama Pir Sultan Alevi-Kızılbaş halk ozanıdır. Birisi kent merkezindedir, saraya, yönetim erkanına yakındır, diğeri itilmiştir, kıyıma uğramıştır. Bu iki gelenek cemaatleriyle yaşamıştır bu tezatlığı. Dikkat edilirse, Bektaşi tekkeleri hep merkezdedir. Örneğin, Karacaahmet Dergahı, Şahkulu Dergahı bunlar İstanbul'da sarayın çevresinde mesken tutmuşlardır. Çünkü Bektaşiler'le saray yönetimi iç içedir. Ama, Alevi-Kızılbaşlar'ın durumu farklıdır. Onlar, özellikle Yavuz Sultan Selim kıyımından sonra dağ kovuklarına, kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarına sığınmışlardır. Alevi-Kızılbaş ozanların isyanı boşuna değildir.
Geçmişten bugüne bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda; Osmanlı'dan Cumhuriyet Dönemi'ne ve günümüze uzanan çizgide halk ozanlığında ne gibi değişmeler yaşanmıştır. Bunların en temel nedenleri nelerdir? Geçmişten günümüze halk ozanlığı geleneğine baktığımızda, Cumhuriye’te değin iki ana unsurun çok etkileyici olduğunu görüyoruz. Bunlardan birisi, İslamiyet ikincisi de kır/kent yaşamı.
İslamiyet, ozanlık geleneğini öylesine etkilemiştir ki, ozan sözcüğü giderek bir tabu haline dönüşmüş onun yerine, halk ozanları daha mistik bir çağrışıma sığınarak aşıklaşmışlardır. Bakınız değişik Türk boylarında farklı adların kullanılması doğaldır, örneğin Kam, Baksı gibi. Ama aynı Türk boyu içerisinde ozan'ın birden bire âşık olmasının altında ciddi nedenlerin yattığını düşünmek gerekiyor.
Ben, bunu İslamiyet'le birlikte Aleviliğe karşı yürütülen sistemli baskıya bağlıyorum. Türkmen geleneğini sürdüren bu kesim, saza en az bugünkü kadar önem veriyordu. Asimilasyonu, diğer uluslara değil de, Türkler'e yönelten Osmanlı öncelikle Alevi-Kızılbaş geleneğinin önemli bir kurumu olan halk ozanlığını asimileye uğraşmıştır. Buna en büyük direnç Alevi-Kızılbaş ozanlardan, topluluklardan gelmiştir. Ve bu dirençle bu gelenek yaşatılmıştır.
İkinci etmen, yukarıda da belirttiğim gibi, kent olgusudur. Dikkat ederseniz, İslami asimilasyonu uğrayan ozanlık geleneği, aşık edebiyatı adıyla kentlerde, İstanbul'un semai kahvelerinde başlıyor. Böylece yeni bir karakteri görüyoruz bu gelenekte o da kentsel mekan. Bir süre İstanbul'da yürütülen bu gelenek, yeniden saray ve saray çevresinin tepkisine uğrayarak kentlerden dışlanmaya başlıyor. 18. yüzyıldan sonra ise, yeniden giderek kırsallaşmaya başlıyor. Bir bakıma feodal yapı, kentte yaşatamıyor bu tip sanatçıyı.
Cumhuriyet dönemi halk ozanlığının önceki dönemlerden ayrılan yönleri ve bu dönemin karakteriksel halk ozanlığı özellikleri nelerdir? Cumhuriyet bir anlamda Osmanlı'dan devralınan kurumları sil baştan oluşturma çabasındadır. Halk ozanlığı ise, Osmanlı'nın zaten onayladığı bir kurum/gelenek değildir. Cumhuriyet Dönemi’nde tekkelerin de kapatılmasıyla bu tekkelerden beslenen halk ozanları laik cumhuriyet hareketi içerisinde kendilerini ifade edebilme ışığı gördüler ve yeni rejime yakınlaştılar. Hatta Cumhuriyet ideolojisinin halkçılık politikasıyla da örtüşerek, bu geleneğe ciddi bir önem de verilmeye başlandı. Ulusal veznimiz diye hece vezninin algılanması, birçok çağdaş ozanın heceyle şiirler yazmayı denemeleri, (Beş Hececiler gibi), hatta hatta rejimin sıkı savunucularından Behçet Kemal Çağlar gibi birinin, Aşık Ömer mahlasıyla şiirler yazması, Cumhuriyet’in halk ozanlarına bakışının tipik göstergeleridir.
Gelenek de asıl önemli dönemecini daha doğrusu kırılmasını bu dönemde yaşamıştır. Aşık Veysel'le birlikte bu gelenek kırılmıştır. Bütün unsurlarıyla, geleneğin içinde yer alan unsurlar ince ayrıntılarıyla kırılmıştır. Örneğin, Aşık Veysel'le birlikte bade içme, rüya görme, çıraklık yıkılmıştır.
Ama, ondan sonra da kendisine halk ozanı diyenler çıkmıştır. Hala da var. Çok da ciddi bir yekünu tutuyorlar. Yalnız gelenekle ilintileri ciddiye alınır gibi değil. Kendisine aşık ya da halk ozanı diyen bu arkadaşlara hikaye biliyor musun diye soruyorsunuz, yok; ustanız kim, çıraklık yaptınız mı yok; irticalen söyleyebilir misin, o yetenek de yok; muamma çözebilir misin yok... Böyle bir yoklar toplamından da geleneksel halk ozanı tipi çıkarılamaz.
Kuşkusuz bunun nedeni değişen toplumsal yapı, değişen kültürel ortamdır.
Söyleşi: 1995, Ankara