MUHARREM NACİ ORHAN

MUHARREM NACİ ORHAN

AVUKAT, DEDE

Alevilikle ilgili  yazıları, görüş ve düşünceleri uzun yıllardan beri kamuoyunca bilinen ve neredeyse  günümüzde Türkiye‘deki en ünlü dedelerinin başında yer alan Muharrem Naci Orhan, hem pratikte posta oturup dedelik yapan, hem de bu konuda oldukça kafa yorup görüşler ileri süren ünlü bir isimdir.

Kendisinin ocak ve dedelerle, Alevilikle ilgili yayınlanmamış önemli bir çalışması olduğunu biliyoruz.

Çok uzun yıllar önce Cem Dergisi‘nin yayınlandığı ilk dönemlerde, 1966‘lı yıllarda, Alevilik ile ilgili görüş ve düşüncelerini topluma aktaran Muharrem Naci Orhan, kendi çapında bir kamuoyu oluşturabilen, canlı olarak da son dönemin hemen tüm tanınmış dedeleriyle tanışıp, onların sohbetlerinde bulunmuş ve böylece son kuşak dedelik kurumunu iyi tahlil edebilecek temel değerlerden de birisidir.

Son yıllarda geçirdiği rahatsızlıkla oldukça sıkıntılı günler geçiren Muharrem Naci Orhan‘ın sağlığına kavuşmasını ve hazırladığı çalışmaların yayınlanarak Türk Kültür dünyasının hizmetine sunulmasını bekleriz.

Aşağıdaki iki söyleşi Cem Radyo‘da yayınlanmış olup; özellikle dedelik, muharrem, muharrem orucu, kurban, pir/mürşit/rehber konularıyla, ocaklar ve Aleviliğin inançsal, özellikle ahlaksal boyutları üzerinde Muharrem Naci Orhan‘ın fikirlerini yansıtması bakımından önemli olacaktır.

 

AYHAN AYDIN

Kimlerdir On İki İmamlar, Ehlibeyt neyin ifadesidir Sayın Orhon?

 

Önce gerek oruç tutarak, gerekse oruç tutma imkânı olmayıp, bu aşkı ve muhabbeti gönlünde yaşatan tüm Müslümanlara, hatta Müslüman olmayanlara bu güzel günün aziz ve mübarek olmasını; tutulan oruçların da Cenab-ı Hakk tarafından kabul edilmesini niyaz eyliyorum.

İmamet dediniz, hatırıma geldi, bari oraya da bir nebze dokunayım.

Konuşmama, Kur’an’la başlayacağım.

Nahl suresinin 27. ayeti şöyle diyor; “Ey öğretenler, doğru öğretiniz. Eğer doğru öğretmezseniz, yanlış öğrettiğiniz kişinin günahını taşırsınız. Sade onunla kalmaz, bütün öğrettiğiniz kişilerin günahını da yüklenirsiniz.

Öyleyse doğruyu öğretmemiz lâzım. Bu, bir ayet. Bir ateist Allah’ı tanımayabilir, Kur’an’ı da reddeder. Ama bu ayeti, hiç kimsenin reddetme imkânı yoktur. İster Allah’ı tanısın, ister tanımasın.

Bir bilginin doğru öğretilmesinin aksini düşünebilir mi? Düşünemez.

Ne yazık ki, “Ben de varım” deme sevdasına düşmüş bir çok kişi, bilen de bilmeyen de, birçok şey konuşuyor.

Bu aziz, mübarek günde onlara da girmek pek istemiyorum.

Ancak eski aşıklardan birinin dediği gibi;

 

Evvel halde hakikati bilmeyen

Bilmeyen de söyler, bilen de söyler

Yedi derya denizine dalmayan

Dalmayan da söyler, dalan da söyler.

Biz de öyle bir zamana kaldık, onu yaşıyoruz.

Biz Alevîler hilâfeti değil, imameti seçmişiz, onun peşinde gitmişiz.

Hilâfetle imamet çok farklı şeyler.

Eğer hilâfettekiler topluma zulüm etmeseydi, ne Hz. Ali, ne Hz. Hasan, ne Hz. Hüseyin, ne de diğer imamlar, “Yanlış yapıyorsunuz” diye ortaya çıkmazlardı.

Hz. Hüseyin de öyle yaptı, kendisine vaki olan davetleri geri çevirmesi için, amcaları, “Ya Hüseyin, Kûfeliler sana mektup gönderip, davet ediyorlar ama, baban Ali’ye, ağabeyin Hasan’a sahip çıkmadılar. Seni de ortada korlar, gel bunlara kanma, gitme” diye söylediklerinde, Hz. Hüseyin şöyle buyurdu; “Biliyorum, babama, ağabeyime böyle yaptılar, bana da yapacaklar, ama zalimlerin elinde inleyen mazlumlar var. Bu mazlumların ümit ışığı benim, bir baş için mazlumun ümit ışığını söndürmek bana düşer mi?” diye, başına gelecekleri bildiği halde, Kerbelâ’ya hareket etti.

Oradaki olayların detayına girmeyeceğim.

Hz. Celal Abbas, yani kardeşi, Hz. Ali’nin Türkmen kızından olan oğlu, kollarını kaybetti.

Celal Abbas’ın Anadolu’da da İmametler gibi yüce olduğu, her zaman kabul edilir ve onun için yemin edilir.

Celal Abbas’ı gönder de sulh olalım. İslâm kanı dökülmesin” dediler, ama karşı taraf bunu kabul etmeyerek, harp edeceğini söyledi.

O akşam Hz. Hüseyin taraftarlarını topladı, ibadet etti ve onlara şunu söyledi; “Yarın harp var. Ölenlerimiz şehit, yaralananlar gazi olacaktır, ama ben biliyorum ki hepimiz şehit olacağız. Eğer içinizde üzerinde kul hakkı olan varsa, yarın benimle savaşa girmesin. Çünkü ölürse, üzerinde kul hakkı vardır, şehit sayılmaz”.

İşte Hz. Hüseyin’in yüceliği, Hüseyinliği burada.

Bir kumandan düşünebilir miyiz ki, savaş olacak, taraftarları az olacak, öldürüleceğini bilecek, kendisiyle beraber savaşanlara dönüp desin ki, “Yarın ölürsek şehit olacağız, ama üzerinde kul hakkıyla ölen şehit sayılmaz, savaşa girmesin.

Dünyada böyle bir adam tasavvur olunabilir mi?

Hz. Hüseyin’in, kul hakkının insan canından dahi öncelikte olduğunu söylemesi, inancımızın esasını, temelini teşkil etmiştir.

Onun için de diyoruz ki;

Alevîlik inançtır, bu inancın esası, kulun kuldan razı olmasıdır.

Kul kuldan razı olursa, Allah da kuldan razı olur.

O nedenle Alevîlik felsefedir, bir yaşam biçimi, bir hayat tarzı, bir örf, adettir şeklinde tarife kalkanlar, yanlışlık içindeler.

Şüphe yok ki hiçbir felsefe, hiçbir yaşam biçimi inanç doğurmaz. İnanç felsefeyi, yaşam biçimini, örfü, adeti doğurur.

Sebel semavat diye adlandırılan ilâhi yüceliğe eriş, Hakk’la hem-yâr oluş diye adlandırdığımız semahımız, Alevîlik kültürü olarak kabul ediliyor.

İbadetimizin bir parçası, ama onu öyle kabul etsinler. Yalnız bunu folklorik bir oyuncak haline getirmekte, çok büyük yanlışlık var.

Olur olmaz her yerde semah edilmez.

Düğünde, dernekte rakıyı içip, ağzında sigara semah ediyorsa, bizimle, ibadetimizle alay ediyor demektir, bu kişiler.

Burada bir namazın rükû halini, secde halini gösterebilir misiniz?

Böyle bir babayiğit var mı?

Alevî olarak, namaz takliti yapabilir misiniz?

Ama semahı taklit ediyorsunuz.

İnancınızı kendiniz küçümsüyor, kendiniz yere vuruyorsunuz.

Sonra da kalkıyor başkaları, “Alevîler allı morlu giyinmiş, raks ediyorlar, dans ediyorlar, folklor oynuyorlar” diye bizimle alay ediyorlar.

Bu meselelere girmek istemiyorum da, bazılarının kulağında kalsın, diye söylüyorum.

 

Kul hakkı olmadan, insanın insana kulluğu olmadan, insanın insanı ezmediği bir yaşamın inanç boyutu Aleviliğin  özü.

Bunu biraz daha açalım, üzerinde duralım diyorum, efendim.

 

Tanrı, kendi hakkını kullara bağışlar.

Ama kulun hakkını kula bağışlamaya, Tanrı’nın yetkisi yoktur.

Çünkü Cenab-ı Hakk, kadir-i mutlaktır, her şeye gücü yeter. Yoktan var, vardan yok eder. Kün  emriyle var, feyekün emriyle yok eder.

Kendisi demiş ki, “Kul hakkıyla huzuruma gelmeyin.” Bağışlanmayacağını söylediği için diyoruz ki, kulun kula olan hakkını bağışlama yetkisi yoktur.

Yetkisini kendisi sınırlamış. Tıpkı parlamentonun kendi hakimiyetini sınırlandırması gibi.

Alevîliğin inanç olduğunu, 60’lı yıllarda çıkan Cem Dergisi’nde defalarca yazdım, başlıkları da öyle koydum. “Alevî İnancına Göre” dedim, “Alevî Düşünüşüne Göre” dedim.

Bu bağlamda, inancımızın korkusuz, sıkıntısız, zorlamasız, horlamasız yaşanması gerekir.

Burada, devleti yönetenlere büyük görev, büyük de vebal düşüyor, ama vebalden korktukları yok.

Vebalden korksalar bu kadar arsızlık, hırsızlık, yolsuzluk olur mu?

Alevî vatandaşların inanç hakkını göz ardı etmeleri de, Anayasa suçudur.

Sen kalkacaksın, Sünni Müslüman toplumunu organize edecek, örgütlü bir hale getireceksin.

Benden aldığın vergilerle orayı besleyeceksin ve Alevî inancını taşıyan kişilere hiçbir şey vermeyeceksin.

Bu, büyük bir yanlışlıktır.

Ümit ederim bu yanlışlık, bu haksızlık düzeltilir. Düzeltilmezse, ileride bu devletin başına büyük iş açılır. Kimsenin şüphesi olmasın.

Ben kâhin değilim ama, 70 yaşın üzerindeki hayatımda bir çok olay yaşadım, bir çok şey gördüm.

Bizden sonra kalanlar bunu göreceklerdir. O zaman vebal, bu devleti yöneten Sünni kadronun olur.

Memlekete, millete yazık olur. Ben bunu, Cumhurbaşkanı’na, Çankaya’da aynen söyledim.

Çiller Hanım Başbakanlığa davet ettiğinde, ona da söyledim, hâlâ da söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim.

 

Kâinatın var oluşunu bilim adamları veya semavi kitaplar, risali kitapları tetkik eden kimseler, iki kaynak üzerinde duruyor.

Birisi kün emriyle kâinatı yoktan var eylemek, bir de kendi öz cevherinden kâinatı yaratmış olduğu, yani Südur Nazariyesi vardır.

Kendinden, kendi varlığından fışkırtarak kâinatı halk eylemiştir, diyen nazariye var.

Aslında Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetler var. Çok enteresandır, Kûn nazariyesi de, Südur Nazariyesi de aynen var.

Örneğin; “Biz, ruhumuzdan insanoğluna nefyettik”, yani “üfledik” diyor. Yani Kur’an-ı Kerim’e göre, Allah’ın silinecek ilâhi ruhu benim cansız bedenime üflemiş olmasıyla, ben hayat bulmaya başlıyorum.

Demek ki eğer inancımızın kaynağı olan Kur’an’ı esas alacaksak, Tanrı bütün insanlara kendi ruhundan üflemiş anlamına geliyor.

Kendi varlığından insanoğluna vermiş. O nedenle insanoğlunda, eski tasavvufi lisanla, nefsi levvame iyi ve güzel olan nefis; nefsi ammare, kara nefis, kötü nefis vardır. Nefsi levvame, Cenab-ı Hakk’ın üflemiş olduğu ruh ile mümkün oluyor, buna ruh-u revvane deniyor.

Yani ilâhi ruh, bir de ruh-i istidâdî var (Bu da beşeri ruh, yani topraktan, sudan, ateşten, havadan yaratılmış olan bedenimizin kendi özelliğiyle taşıdığı ruh. Bu da ruh-u nefsane, ruh-i insanî, ruh-i istidâtî olarak adlandırılıyor). Görülüyor ki, Tanrı kendi varlığından bana, sana, bütün insanlara üflemiş.

Öyleyse Tanrı insanda.

Muhtelif ayetler var Kur’an-ı Kerim’de. Türkçe’lerini söyleyeyim: “Size şah damarınızdan yakınız” der, “İnsanların gönlüyle kalbi arasındayım” der.

Ne demek bu?

Biz insanda tecelligâh olduk.

“Ben bir gizli hazineydim, görünmekliğimi arzuladım, insanda tecelli ettim” diyor.

Hz. Ali de şöyle buyuruyor; “Sen kendini küçük bir zerreden ibaret sanıyorsun, ama âlem-i Kübra’nın (büyük âlemin) toplandığı nokta-i Cami sensin (merkez sensin). Hariçte (dışarda/başka yerde) hiçbir şey arama, kendi âlemine dön, Hakk sendedir” diyor.

Onun için derler ki, “Ne ararsan Adem’de ara.”

İşte Hakk’ın bizde oluşuna inancımızdandır ki insanoğluna dokunamayız.

Neyine dokunamayız?

Irzına, rızkına, canına, malına, düşüncesine dokunamayız.

Neden?

Çünkü bunlara dokunduğumuz zaman, Allah’ı da incitmiş oluruz.

İnsanı incitmek, Allah’ı incitmektir.

Allah’ın insanda tecelligâh olması nedeniyle, Allah’ı incitmemek için, insan haklarına, hukukuna hürmet, riayet ediyoruz.

O insan ateist de olsa, Allah’ı dahi tanımasa, benim toplumuma mesajım şu: Allah için hiç kimseyle kavga etmeye yetkimiz yoktur.

Hiç kimse de kendinde bu yetkiyi göremez.

Allah için vaktiyle cihat edilmiş, bu hak nebilere, resullara, o da meşru müdafaa halinde verilmiştir.

Durup dururken, Allah için adam öldürmek şekliyle bir savaş yapılması, zaten Kur’an’da da, diğer dini kitaplarda da olamaz.

Kur’an’da Yunus suresinin 99. ayeti diyor ki; “Biz isteseydik, herkes Müslüman olurdu. Sen hâlâ Müslüman olsunlar diye insanları zorluyor musun?” Bu ayetin içinde bir de tahakküm var.

Hz. Resullullah’a, “Dikkatli ol, ya Muhammet” demek istiyor. Yani hafif bir ihtar var. Yani “zorlamaya hakkın yok” demek istiyor. Bakara suresinin 257. ayetinde, “dinde zorlama yoktur” der.

Hakk’ın insanda olduğu, Kur’an-ı Kerim’le sabittir.

Ha, biz o insan mıyız?

Elbette arsızı da, hırsızı da var, bunlara da adam demiyoruz. Bunların kendi varlığından, kendinde olan Hak’tan haberi yoktur. İyiyi, kötüyü birbirinden ayırmamız lâzım. Ona göre tedbirli, akıllı olmamız lâzım.

 

Bir yezit kavramı var. Yezit, Hz. Hüseyin ve Ehlibeyt’e kasteden birisiyken yüzyıllar içinde zamanla kötü insan için kullanılan bir kelime olmuş. Yezit konusunda neler söylersiniz?

 

Yezit konusuna değinelim.

Bakın, bunu birbirinden ayırmak lâzım. Demin onun ölçüsünü verdim.

Dedim ki, arsız da, hırsız da, çetecilik yapan da, rüşvet yiyen de, karaborsa yapan da, adam öldüren de insan. Bunda Hakk’ı nasıl göreceğiz?

Elbette ki arsızda, ırzsızda, uğursuzda Hakk yoktur.

O, kendinde olan Hakk’ı, güzelliği, bu kötülüklerle, pisliklerle yok etmiş.

Nefsi ammaresiyle hareket ederek, o pür ruhu, o Cenab-ı Hakk’ın varlığından bıraktığı o zerreyi boğmuş, tamamen şer olmuş. Hakk’tan uzaklaşmış ve sadece ceset olarak mevcuttur.

Rahmetlik dedem derdi ki; “Keko, keko, iki ayaklı eşekler olmasa, dört ayaklı eşeklere paha biçilemez.”

Bu ne demek?

Bu, insanların, iki ayaklıların dört ayaklılardan daha beter olduğunu ifade ediyor.

Hz. Ali de şöyle buyuruyor; “Cenab-ı Hakk akılsız nefsi hayvanlara, nefissiz aklı meleklere vermiş.

Hem aklı, hem nefsi de insanlara vermiş.

Eğer insan olarak, kötülüklerden uzak oluyorsan, melekten üstünsün.

Çünkü melekte nefis yok, nefis olsaydı bakalım o nasıl hareket ederdi? Eğer nefsini galebe çaldırırsan, yani aklını kullanmaz da nefsine uyarsan, hayvandan aşağısın. Çünkü hayvanda akıl yok, nefis var. Aklı olaydı, belki kullanırdı, nefsinin hükmü altına girmezdi.”

Demek ki, Yemini’nin dediği gibi;

 

Sen seni bil, sen seni

Senden isterler seni

Sen seni bilirsen, Veliyullah’sın

Sen seni bilmezsen, bil ki gümrahsın...

 

(Gümrah azgın demektir. Bu Muaviye’ye verilen bir sıfattır. Gümrah Muaviye, demektir. M.N.O.)

 

Kendini tanırsan, bilirsen, “Hakk bendedir” diyebilirsin.

Bir zerre suy dağı taşı deler, gider.

Delip çaylara, ırmaklara karışması ve sonunda deryâyı ummâna karışması gibi, insan da Hakk’la Hakk olur.

Aslı su değilse, hiçbir şey deryaya ulaşmaz. Taşı da, çöpü de atarsın deryaya, belki herhangi birşey de atabilirsin, hepsi deryada erir, suya dönüşürler.

Su, kimyasal denklemlerde gösterildiği gibi, yalnızca iki oksijen bir hidrojenden oluşmuş sıradan bir şey değildir.

Bunu söylerken, elbette bilimi reddetmiyoruz.

 

Bugün mah-ı Muharremdir, çün âsuman ağlıyor

Cem-i insana matemdir, dil-i sûzan ağlıyor

 

Öyle bir tufan-ı ekber, koptu Kerbelâ Çölü’nde

Ah-ı feryât eder âlem, aşr-ı rahmân ağlıyor

 

Yer-gök oynadı yerinden, güneş dağı kan döker

Yıldızlar seb’i semâvat, mah-ı taban ağlıyor

 

Melekler  feryât ediyor, ins-i, cins-i cem-i mahlûk

Ateşi aşkınla yanar, her muhibban ağlıyor

 

Nebiler matemin tuttu, on sekiz bin veli dahi

Ciğerpare Ehlibeytin, ol gariban ağlıyor

 

Yüzünü değişti cennet, Ab-ı Kevser akmıyor

Karalar giydi bülbüller, hem gülistan ağlıyor

 

Huriler safına durdu, Fatıma yasın çeker

Ümmü Gülsüm, Siddi Zeynep, ol Şehriban ağlıyor

 

Yarın Divân-ı mahşerde, mizan kurunca ol Yarâb

Şefaat Kâni Mustafa, Şah-ı Merdan ağlıyor

 

Kıl şefaat, ya Hüseyin, bu fakir kemterine

Cümle âşık-ı âlemle,  hem İkrari ağlıyor.

 

Evet İkrari,  yani Muharrem Naci Orhan Dede, Kerbelâ’dan biraz daha bahsedelim.

 

Kerbelâ kısaca özetlenmek istenirse, zalimin zulmünden feryât eden mazlumların kurtarılması için, Hz. Hüseyin’in ışık, önder, baş tacı olarak halkını, insanı sevmesinden dolayı, Hakk’ın insanda olmasından dolayı, Hakk sahibi insan olduğu için, çoluk çocuğuyla, sevenleriyle başını verdiği bir olaydır.

Bu, Hakk için, hukuk için, fazilet için yapılmıştır.

Hz. Hüseyin orada şehit olmasaydı, İslâmiyet de bu kadar sağlıklı bir temel üzerine, Hakk temeli üzerinde oturmazdı. Zaten Müslümanlığın Alevî inancı içerisinde 4 ana temeli vardır.

Bunlardan biri inanç, biri akıl, biri özgürlük, biri de eşitliktir. İslâmiyet’te iki ekol vardır:

Hikmetî İslâmiye ve Aklî İslâmiye.

Sünni-İslâm, Hikmetî İslâmiye; Alevî-İslâm ise Aklî İslâmiye ekolünü seçmiştir.

Çünkü Kur’an-ı Kerim akılcıdır.

Hz. Resullullah da akılcıdır.

Çünkü aklı olmayanları, akli melekelerinde arıza olanları, yani diğer bir deyimle deli olanlar suç işlese, adam öldürse dahi cezadan muaf tutuyorlar.

Deliye ceza vermek Kur’an-ı Kerim’ce de yasaklandığına göre, Kur’an akılcı demektir.

Öyleyse akli ekolü seçmek doğru olanıdır.

Hikmetî İslâmiye ekolünde olan bir kişiye “Niçin ibadet ediyorsun?” deseler, cevabı şu olur; “Farzdır.” Doğru, ibadet farzdır.

“Peki niçin farz olunmuştur?” diye sorduğun zaman, vereceği cevap şudur: “Allah’ın hikmetine karışma, sana düşen ibadet etmektir, ondan ötesi Allah’ın bileceği iştir. Buna karışamazsın, Allah’ın hikmetidir.”

Oradan öteye de geçmez.

Aklî İslâmiye ekolünden olan bir kişiye sorulduğu zaman, o da “farz” der.

“Niçin farz olunmuştur?” diye sorduğun zaman, net olarak cevap verir, der ki; “Allah’ın emir ve nehiyleriyle, yani yap dediklerini yapmakla, yapma dediklerini de yapmamakla kendimi sorumlu tutarak; Allah’ın emir ve nehiyleriyle kulun fiil ve hareketi arasında, kulun fiil ve hareketiyle toplum arasında sağlanması gerekir.

İbadet bu uyumu sağlamak bu uyumu sağlarsak Allah kuldan razı olur.

Uyum yoksa Allah kuldan razı olmaz. İstediğin kadar ibadet etsen boşunadır.”

Demek ki akıl, toplum ve Allah’ın emri; bu üçlem, İslâm’ın esasıdır. Allah emredecek, emrine inanacaksın, aklını kullanacaksın ve toplum nizamını bozmayacaksın. Toplum nizamı nasıl olur?

Elbette özgürlükçü bir nizam olur, adil, gerçek, doğru, güzel olur, hoş olur.

Olmazsa ne olur?

Herkes hakkını kullanır. Olmazsa, hukukla devlet otoritesi birbiriyle çatışır. Asıl olan devletin varlığıyla, hukukun varlığını dengede tutmaktır.

Dengede tutmadığın zaman, yani devlet otoritesi var, hukuk bir tarafa dediğin zaman, bugün Türkiye’de yaşadığımız anarşik olayları yaşarız. İşte, seçimlerde bu anarşik olaylardan bıkmış, usanmış olan toplumun beceriksiz partileri tasfiyeleri, ümit görülen partilerin belki toplum nizamını sağlayabilir ümidiyle getiriyor, mazisini de atıyor.

Milliyetçi Hareket Partisi, geçmişine sünger çekiyor.

Dün öyleydi, bakalım bugün nasıl olacak?

Dünya değişti, belki bunlar da değişir.

Nitekim başkanları da, artık bu işin dünkü gibi olmayacağını söylüyor, ümit ederiz ki öyle olsun.

Kimse ümitli değil belki, ama ümit ederiz öyle olsun.

Biraz da politikaya girmiş olduk da, buradan kaynaklanıyor.

Yani toplum nizamı devleti yönetenler tarafından bozulmazsa, o toplum sağlıklı bir toplum olur. Ama bozuyorlar maalesef.

 

Alevîlik’te, dedeliğin ayırt edici yönleri nelerdir, ocak neyi ifade eder?

 

Evet, bu ocaklar meselesi çok önemli.

Türkiye’de olan ocakzâdeler, İmam Zeynel Abidin, İmam Muhammet Bakır, İmam Cafer-i Sadık, İmam Musa-yı Kâzım, İmam Ali Rıza, İmam Muhammet Taki, İmam Ali El Naki, İmam Ali Askeri gibi, 8 imamın neslinden geliyorlar, yani Ehlibeyt, evlâdı Resuller.

Neden?

Çünkü Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehadetiyle, İmam Zeynel Abidin kurtuldu.

Ona tarihler Nuh Sani de, Ademi Sani de, derler.

Yani ilk insanların ceddi olan Hz. Adem gibi, nebilerin ceddi sayılan tufandan kurtulan Nuh gibi, Hz. İmam Zeynel Abidin de Kerbelâ’da kurtulduğu için, bu unvanları almıştır.

İmam Bakır, İmam Zeynel Abidin’in oğludur, Caferi Sadık torunu, İmam Muhammet Bakır’ın oğludur.

Yani bir sonra gelen İmam, kendinden önce gelenin oğludur.

Türkiye’de, özellikle Doğu Anadolu’da Seyitler kümelenmişlerdir.

Bunların sebeplerini anlatmak uzun sürer.

Türkiye’de, 40’ın üzerinde, 45 civarında ocak var, yazdığım kitapta bunlar mevcut.

Ee, hem 8 İmam’ın neslinden gelenler var, hem de 45 tane ocak oluyor.

Bu nasıl olur?

Şöyle oluyor; bir ocaktan, diyelim ki İmam Bakır Ocağı’ndan gelen Arapkir’in Hastek Köyü’ndeki dedelere “Siz İmam Bakırlı mısınız?” diye sorduğunuzda, özellikle gençleri, “Biz Sarı Mecdinliyiz” derler.

Halbuki Sarı Mecdin Ocağı’nın ceddi, İmam Bakır’dır.

Niye Sarı Mecdin Ocağı demişler de, İmam Bakırlı dememişler?

Bu inanç içerisinde bazı seyitler, gerek kendi kemaletiyle, gerekse Hakk’ın verişiyle bizden farklılaşmış, kâmil insan olmuşlar, Hakk’la Hak olmuşlar ve kötülüklerden arınmış, tertemiz Ehlibeyt soyu olarak kalmışlar.

Bazı nişanlar da göstermişler. Örneğin keramet gibi.

O nedenle bu seyitler, kendi isimleriyle anılmaya başlamışlar.

İşte Sarı Mecdin dediğimiz, İmam Bakır evlâdı gibi.

Bizim Arguvan’da Sinemil Ocağı’na bağlı taliplerden Kürt kökenli olan yoktur. Bildiğim için söylüyorum.

Benim anam da, (rahmetlik) Sinemillidir, yani Elbistan’ın Kantarma Köyü’nden, Sultan Sinemil evlâtlarından Büyük İbosor Dede’nin torunudur.

Sultan Sinemilliler, Hz. Musayı Kâzım evlâtlarındandır. Ama demin dediğim gibi, Musayı Kâzım’ın evlâtlarından, Sinemil ismindeki zat, diğer seyitlere göre daha mübeyyir, daha tekâmül etmiş, daha kâmil bir insan, daha yolu erkânı bilen, belki de keramet sahibi kişi olduğu için, Sultan Sinemil adıyla anılıyor.

Avcılar’dan Hakkı Bey bana sormuştu bu konuyla ilgili olarak.

Onun dediği İbrahim Dede, Yumuşak Dede, Sinemil Köyü’nden geliyordu, diyor. Ama bu Yumuşak Dede, Sinemil Köyü’nden değil, Ericek Köyü’ndendir.

Onlar da Sinemil evlâdıdır, herhalde bir köy karıştırması olsa gerek.

Evet doğrudur, sizin pirleriniz Arguvan’ın Erçek Köyü’ndeki dedelerdir. Ve Sinemil köyü, Rıza Dede vardır. Güzel saz yaparlar. Oğlu Ali, Mustafa, Mehmet Ali çok gayet güzel saz yaparlar. Orada Şeyho Dede vardı, bu Sinemil Köyü’nden gelirdi.

Saz Köyü’nde, Rıza Dede vardır. O da köken itibariyle Sinemillidir; bir kısım dedeleriniz de oradan gelir.

Demek ki pîrleriniz, Arguvan’ın Sinemil Köyü’ndeki olan dedelerle, Eriçek Köyü’ndeki dedelerdir. Eriçek Köyü’nden dedelerden, bilhassa Yumuşak Dede’yle beraber giden Ali  Bayır Dede, vardı.

Gerek Kömürlü’ye, gerek buraya, gerekse Şotik ve o havaliye onlar giderlerdi.

Bundan 50 sene evvelini söylüyorum.

Bu ocaklar, Dede Kargın Ocağı, Tunceli’ye geçtiğimiz zaman Kureyşanlılar, Baba Mansurlular, Derviş Cemallılar, Cemal Abdallılar, Sarı Saltuklular, Şah Ahmet Dedeliler, Ali Abbaslılar, Ağuiçenliler gibi muhtelif isimler altında anılıyorlar.

Hiç şüphe yok ki, bunların gelişleri, seyit, İmam neslidir.

 

“Eri erden seçen kördür” deyimi vardır.

Er erden seçilmez.

Seyyid-i Saadadın hiçbiri, diğerinden seçilmez.

Ama posta oturacak kişi, elbette seçilir. Onu talip seçer. Kendiliğinden seçilir o dede, yani otomatik bir seçilme vardır.

Diyelim ki bir ocakta beş kardeş var, beş kardeş de aynı ananın, aynı babanın evlâdı.

Ama köylü, o beş kardeşin içinden birini seçerek götürür, posta oturtur.

Görgüyü, sorguyu, cemi, cemaatı onun huzurunda yapar.

 

Ne arayacağız biz dedede?

 

1-Evvelâ bilen bir dede olacak.

2-Kâmil olacak.

3-Ağırlığı olacak.

4-Musahipli olacak.

5-Pîrine, mürşidine, rehberine bağlı olacak.

6-Postta oturabilmek için tercüman kurbanını keserek, pîrinin, mürşidinin, rehberinin huzurunda hesabını vermiş olacak.

7-Bu dede akıl baliği olacak.

8-Bu dede kadın boşamamış olacak.

Bir dede karısını boşayamaz mı? Elbette boşayabilir, ama haklı olacak. Eğer “haklı mı, haksız mı?” sorulmadıysa, bunun mutlaka sorulması lâzım.

9-O, müşkülleri halleden bir dede olacak.

 

Daha bir sürü şartı vardır ama şimdi pek detayına girmek istemiyorum.

 

Bilem dersen ol kelâmı, evvel onu bilenden sor

Kün emriyle bu âlemi, çok ezeli kurandan sor

 

Bilen Hakk’tır, bildiği Hakk, alan Hakk’tır, veren de Hakk

İnanmazsan eğer buna, var sen onu verenden sor

 

İlim okurum âlim olur, amel etmez, zalim olur

Eğer âlim, âlim ise, kendi kendin bilenden sor

 

Ehl-i irfandan arif olur, arif olur, zarif olur

Gül cemali güle benzer, salınarak gelenden sor

 

Leylâ’sının çilesini, mecnun olup çeken bilir

Şirin için yüce dağlar, Ferhat gibi delenden sor

 

Bu dünyanın gam yükünü, ehl-i gamlar çeker imiş

Derdinde dermanı bulup, derde derman olandan sor

 

Gönlü, gözü burda olan, burda olan, orda olan

Aşkı, muhabbeti bulan, deryâsına dalandan sor

 

İkrarî, ikrarın güder, gayri sevdaları n’eder?

Bu sırrı kimseye sorma, ikrarına durandan sor.

 

Rehber pîre, pîr mürşide bağlı.

Hem pîr, hem rehber mürşide bağlı olan bir sistemle gidiyor.

“El ele, el Hakk’a” meselesi de daha başka.

Başka neler söyleyeceksiniz bu konuda?

 

Biz, Ebul Vefa evlâtlarındanız.

Şah Ahmedî Tubî adıyla anılan dedelerin ocağı vardır, bunların pîri de biz oluruz.

Sadece Doğan Dedelerin değil, Elazığ’ın Baskil İlçesi‘nin, Şıh Hasan Köyü‘ndeki Teslim Efendiler, Doğan Dede’nin de öz dayısıdır onların da pîri biziz.

Mazgirt’in Lazvan Köyü‘ndeki Seyit Hasan’ın oğulları İbrahim, Hüseyin Yıldız, Rıza’nın da pîri biziz. Onlar da Şah Ahmet Dede’lidir.

Gölek’te Seyit Düzgünlerin, Cömertlerin pîri de biziz. Şah Ahmed-i Yesevi Dede Ocağı evlarından Korten Köyü’nden Seyyid Mustafa’nın oğlu Gebze Nüfus Müdürü Doğan Argunşah’ın da pîri oluyoruz.

Şakolen Köyü‘nden Düzgün Düzgün ve oğlu Mustafa Düzgün’ün de pîri oluyoruz, ki bu da Şıh Ahmet Dede’li. Doğan Dedelerle aynı kabileden ve akraba/amcazadeler. Gene Mazgirt’in Hovar Köyü‘nden Düzgünler, Hüseyin Ateş’in, Doğan Doğan’ın (onlar da Şah Ahmet Dede’li) da pîri biziz. Hovar’daki Doğanlar, Doğan Dedelerin, yani İzzettin Doğan Hoca’nın ocağının rehberi olurlar.

Onlar gelmediği için, Karapınar’da bir Hüseyin Baba vardır, onların rehberliğini de Hüseyin Baba yapar.

Köse Seyit, Seyit Mençek, Koca Seyit, Mir Seyit’le bizim ilgimiz yoktur. Ama bütün seyitler birbiriyle köken itibariyle akrabadır.

Hepsi Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin ve Hz. Resulullah’ın soyundan gelirler.

Ama görülecek hizmetler için yetki verilen kişiler ayrıdır.

Yetki belgesi mürşit ocağı, mürşid-i kâmil ocağı olarak elimizdedir.

1200-1300 sene evvelki belgelere göre, mahkeme belgelerine göre, Türkiye‘de mürşit ocağı İmam Zeynel Abidin Ocağı’dır.

Bugün Malatya’nın Arguvan İlçesi‘nin Kuyudere, eski adıyla Mineyik Köyü‘ndeki dedelerin bulunduğu ocaktır. Bunu herkes zaten kabul ediyor.

 

Bizim cemimize kolay girilmez

Nefsine uyarak azmışsan, gelme

Bu cemde kimseye ödün verilmez

İnsanlık yolundan yozmuşsan gelme.

 

Ummanlar dururken dalma göllere

Yolundan yozup da düşme dillere

Çıkarın uğruna şayet ellere

İftira kuyusu kazmışsan, gelme

 

İnsanlık yolunda bir unvan kazan

Mutluluk bulur mu şuurun bozan?

İster bir aşık, ol istersen ozan

Gerçeğe aykırı yazmışsan, gelme

 

Derviş Kemal der ki, kulak ver bana

Ben tavır koymuşum gerçekten yana

Doğruyu, güzeli söylerim sana

Bu gerçek sözlere kızmışsan, gelme

 

Yaşayan halk ozanlarımızdan, çok değerli Derviş Kemal’in şiirini okuduk.

Alevî-Bektaşi inancı, aynı zamanda ahlâk kurallarını da oluşturmuş bir inanç, bir kültürdür. Bu yola öyle kolay girilmiyor.

Alevîliğin de özünde, insan sevgisi, insanı incitmeme, kırmama, el, bel, kavramları vardır. Bunlar, yabana atılacak şeyler değil, üzerinde dikkatlice durulması gereken konulardır.

O toplumsal düzen içerisinde Alevîliğin, Bektaşiliğin çok önemli, ciddi, kesinlikle kurallara bağlı ahlâki ilkeleri var sanırım.

O yüzden sizden biraz da Alevilikteki hukuki müesseseleri alalım?

 

Bunlar artık formül olmuş, herkes tarafından söyleniyor.

Eline, beline, diline kelimesi eski yazıyla, elif dal b ile yazılır.

Elif eline, dal diline, b harfi de beline sahip ol anlamına alınmıştır.

Bunu birleştiğimizde, elifdalb diyelim, şöyle kabaca edep kelimesidir.

Edep böyle, elif dal b ile yazılır. Edep, terbiye, namus, ar, adâp, erkân demektir. Edep kelimesinin elifini eline, dalını diline, b harfini de beline sahip ol anlamında formüle etmiştir Alevîler.

Bunun yanında bir tane daha var, pek kimse söylemiyor nedense: “Aşına, işine, eşine” demiş.

Ha neymiş aşına ekmeğine yiğit olacaksın ve helal kazanacaksın. Çok dikkatli olacaksın. İşine, işin ne kadar küçük olursa olsun ona sıtkı sadakatle sarılacaksın. Çünkü dünyada tek dayanağın var işin.

O küçük işte sıtkı sadakatle çalışırsan o iş büyür sen de patron olursun.

Eşine, eşine sadakat göstereceksin. Eşine sadakat mutlu bir aile yuvasını getirir bize. Eşine sadakat edepli, erkanlı, terbiyeli, akıllı, söz dinleyen evlatları getirir bize. Eşine sadakat topluma yansır, topluma güzellik verir. Örnek aile reisi olmak, örnek ailenin hanımefendisi olmak bizim kurallarımızın vazgeçilmez esasıdır bunlar.

Helal olması lazım dedim de bir şey geldi aklıma, söyleyeyim pek kalmıyor.

Siz bilir misiniz, Hz. Ali’nin annesi Fatıma, onun da ismi Fatıma’dır, Beni Esat kabilesindendir o.

Hz. Ali ana rahmine düştüğü andan itibaren hiç kimsenin yemeğini yemedi. Ne kadar ısrar ettilerse hiç kimseden yemek yemedi.

Dediler ki; “Ya Fatıma Hz. Ali’nin eşi olan, Muhammed’in kızı olan Fatımatul Zehra var ya bu Benizehra kabilesinden neşet eder, isim alarak gelir. (Hz. Fatima Tül Zehra ismi Hz. Ali’nin annesi Fatima’nın Beni Zehra kabilesinden olması nedeniyle ve Hz. Resul’ün de olası  sebebiyle ona hürmeten Resulullah (kızı Fatima’ya)  2. isim  olarak verilmiştir.) O Zehra bu Hz. Fatıma Benizehra kabilesinin neyse oralara dalmayalım.

Dedi ki; “Ola ki bile veya bilmeye birisinin aşında, ekmeğinde helal olmayan bir nesne vardır, onu ben yiyerek batınımda olan çocuğu haram lokmayla büyütmüş olurum o sebeple bilmediğim kimselerin yemeğini yemem” dedi. Hiç kimsenin yemeğini yemedi yalnız Hz. Ali’nin kazanıp getirdiği şeyi babası Ebu Talib’in kazanıp getirdiği aşı yaptı, ekmeği yedi, yemeği yedi. Helal lokma.

Helal lokma, helal lokma.

Bir de deyimi vardır Alevî’nin gene, “Emelin iyiyse eşinle tatlı bir hayat geçirirsin. Niyetlerin iyiyse, düşünüşün iyiyse güzel bir hayat geçirirsin. Kazandığın lokma helal ise helal evlat yetişir o da babayı, anneyi üzmez.”

Demek ki kişinin niyetiyle, düşünüşüyle, gönlüyle, ruhuyla iyi olması lazım. Kazandığı lokmanın helal olması lazım. Zaten kazandığı lokma helal mı, helal değil mi, diye görgü yaptığımız, talibi sorguya çektiğimiz zaman ortaya serilen bir postun etrafında yazılan esselamın aleyke ey Cebrail, Aleysselam esselamın aleyke ey Mikail, Aleyhselam İsrafil Aleyhselam, Azrail Aleyhselam diye selam verilip niyaz edildiği zaman Mikail inancımıza göre Kuran’da da Mikail olarak geçen melek. Kazançlarımızın gözleyicisidir, helal mı kazanıyorsun, haram mı kazanıyorsun bunun murakabecisi, kontrol edicisi Mikail’dir.

Talibi karşımıza aldığımız zaman helal kazanç kazanıp kazanmadığını, malının içerisinde haram var mı, yok mu bunun hesabını bize doğru vereceksin. Mikail Aleyhselam helal kazancın görücüsüdür, bilicisidir Allah gibi.

Buna karşı yalan söylenmez, diye söylüyorsun talibe, talip de ne yapıyorsa yanlışlık yapmışsa onu doğrudan ikrar ediyor bu inancından dolayı. Helal kazanç çok mühim. Böylece demek ki eline, diline, beline; aşına, işine, eşine meselesi Alevînin inancı içerisinde temel bazdır, temel kurallardır.

 

Alevîlik/Bektaşilik’teki inançsal, ahlaksal formüllerin değeri, önemi ve boyutunu sizden alalım?

 

40 yıl avukatlık yaptım.

Hukuk sistemimiz belki görünüşte eşitliği esas almış ama gerçekten insan haklarına aykırı olan birçok hükümler var. Yine iş dönüp dolaşıyor Alevîliğin hukuki haklarına geliyor. Devlet kendi organizesiyle Sünni inançta olanlara öğretiyor. Hanifi’sine, Hambeli’sine, Şafisine, Maliki’sine öğretiyor. Öğretmesi doğrudur, neden? Her insanın kendi inancını öğrenmesi kadar doğal hiçbir şey olamaz. Öğrenmesi kadar doğal olmadığı gibi öğrendiğini öğretmesi kadar doğal hiçbir şey olamaz. Ama Alevîlerin kendi inançlarını öğrenmesi meselesine geldiği zaman eşitlik bozuluyor.

Din dersleri ve yahut ahlak dersleri adı altında okutulan tamamen Sünni İslam inancını işliyor.

Ben bu Sünni İslam inancını kelimesini lalatayin olarak koymuyorum.

Yemini hazretlerinin yazdığı, hazret diyeceğim büyük aşık olduğu için, Faziletname’de Sünni İslam kelimesini, deyimini özellikle mesnevi halinde yazdığı şiirlerinde kullanmış.

Ben de çok uzun zamandan beri Sünni İslam, Alevî İslam kelimesini kullanıyorum.

Bu bir ayrımcılık diyenler olabilir. Hiç de ayrımcılık değil, bir gerçek var Türkiye’de, İslami inanış içinde Alevî de  var, İslami inanış içinde Sünni de var.

Sünni İslam kelimesiyle Alevî İslam kelimesi ayrıcalık yaratmaz tekrar ediyorum. Neden yaratmaz?, Sünni var, Alevî var da ondan yaratmaz.

Alevîlik’te tabii çok küçük bir misal vereyim, örneğin, Alevîlerin cemaatte edep ve erkan içerisinde söz hakkı vardır.

Bu söz hakkı kadınlarda vardır, beraber birlikte oturuyoruz ya, cemaatimizde kadınlarımızın da söz hakkı vardır.

Demokrasinin esası Alevîlik’te, neden?

Kadın hakları Alevîlik’te, insan hakları Alevîlikte, eşitlik Alevîlik’te, şu kök olarak inanç, akıl, özgürlük ve eşitlik bu dört unsur Alevîliğin inancı içerisinde var.

Alevîler’de kadın hakları 1400 sene evvel verilmiş mevcut. İşte diyorum cemaatte sorguya çekildiği zaman hanımlar da sorguya çekilir sizin de eksik, noksanınız neyse söyleyeceksiniz denir, ondan evvel kocanızdan razı mısınız?, diye sorulur.

Razı değilse razı değilim, der.

Alevînin jandarması yok, polisi yok, hakimi yok, savcısı yoktur, hükümetin Alevi’ye karşı tutumu zaten belli...

Alevî kendi inanç kurallarıyla asırlar boyu arasında ihtilaf olmadan, ihtilaf olsa bile büyümeden halleder.

Bu nedenle karakol kapısı tanımayan, polis kapısı tanımayan, mahkeme kapısı tanımayan, avukat tanımayan, hakim tanımayan tek hukuk kurumudur Alevîlik.

Sade her şeyin dini yönüne bakmaz, cennet cehennemle de Alevîlik fazla uğraşmaz. Var var, yok yok fazla da umurunda değildir cennet cehennem Alevî’nin.

Bu dünyada kul hakkından arınabiliyor muyum, arınamıyor muyum, kul hakkı bende var mı yok mu?

Kul hakkı kulun üzerinde var mı yok mu, Alevî’nin ceminde cemaatinde o halledilir, talip kul hakkından arındırılır yolu neyse öyle.

Oradan ötesi cennetine, cehennemine Alevîlik karışmaz, dede de karışmaz, Allah bilir ne ederse etsin.

 

Şöyle itirazlar geliyor, işte deniyor ki, Anadolu çileli bir yaşamın sürüldüğü bir toprak o yüzden Alevîsiyle, Sünnisiyle kadınlar eziliyor. Alevîlerin içerisinde de kadınların ezilmesi var; ceme girebiliyor, ibadet içerisinde yerini alıyor. Yine de ezilen taraflardan daha ağırlıklısı olarak kadınları görüyoruz, diyorlar. Bu konu da ne dersiniz?

 

Şimdi aslında inanç kurallarını anlatmak ayrı şey, bir de yaşananı görmek ayrı şey.

Kurallarımızda kadın Alevî’nin baş tacıdır.

O incitilemez hatta ve hatta bazı belli günlerinde onun üzerine de gidilemez.

Ama insanoğlu öyle bir an geliyor ki, bir hırsa bürünüyor ki o hırs kendini hükmü altına aldığı zaman ne Allah aklına geliyor, ne Peygamber, ne Ali aklına geliyor, ne On İki İmam, ne de Alevîlik.

O hırsla yanlışlıklar devam ediyor gidiyor.

Ama ne güzel şey ki o hırsla, o görgü ve cem cemaat zamanın dışındaki hırsla kadınlara yapılan haksızlıkların hesabı kışın cemaate bir bir soruluyor o haksızlığı yapanların da burnundan getiriliyor.

 

Ben derim ki, acaba artık kadınla erkek beraber yaşamayacak kadar anlaşamıyor,  boşanma durumu oluyorsa;  Alevîliğin ve Bektaşiliğin temel kurumlarından olan düşkünlüğü hâlâ  tam yürütebilecek miyiz?

 

Şimdi bakın Alevîliğin kaynağı Kuran’dır.

Kuran’a baktığımız zaman boşanma hakkında hükümler vardır.

Alevîlik ayrı bir şey değil, Kuran içinden kaynaklanan, Kuran’ı yorumda farklılığı olan bir inanç.

Kuran’da kadın boşama aslında çok katı, öyle benden boş ol, demekle boşanılmıyor.

Hatta şu anda ayetin numarası aklıma gelmeyecek ama “yalnız ve yalnız zina halinde kadını boşamaya cevaz veriyor ve onu boş yere mutazarrır etmeyin, ayrılırken de nafakasını verin iddet müddetini de bekleyin” diyor.

Şimdi hareket noktamız Kuran olacağına göre, Kuran’da da geçimsizlik halinde karı kocaya izin verdiğine göre boşanmaya Alevîlik’te Kur’an içi olduğuna göre karı koca arasında boşanma olur, bu bir. İki Kur’an buna cevaz vermese dahi ben dede olarak buna fetva veririm, cevaz veririm.

Çünkü hayatı yaşadım hayatın içindeyim ben. Kırk sene avukatlık yaptım öyle davalar bana intikal etti ki çekilmesi mümkün olmayan olaylar cereyan etmiş. Tabii biz söyleyemeyiz onları meslek sırrıdır. Ona göre cevaz veririm, dedim. Boşanmış mı bir adam boşanmış ceme alacaksın, görgüye alacaksın, sorgulayacaksın. Haksız yere karısını boşamışsa ben onu o zaman düşkün ederim, hiç gözünün yaşına bakmam. Başka türlü elimde yaptırım yoktur. Haksız yere karısını boşayan bir erkeği ben düşkün ederim dede olarak, her dede de onu düşkün eder. Ama karı haksız ise erkek o kadını boşamakta haklıdır. Bunun hesabını da görürüz.  Ceza suçun karşılığıdır. Erkeğin suçu yoksa düşkün olmaz. Suçlu olan kadın düşkün olur. Düşkün olan erkeği olan kadın da düşkün olur.

Demek ki hukuk Alevîlik’teki fıkıh/hukuk erkeğe böyle tatbik edilsin, kadına böyle tatbik edilsin diye bir ayrıcalık yaratmaz, eşittir. Kadın da insandır, erkek de insandır, kadının da nefsi var, erkeğinde nefsi var, kadının da hatası olur, erkeğin de hatası olur. Bu hataları yumuşatılır da, hoş görülür de aile devam ederse eder. Etmezse birinden biri ağır basar da diğerine zulüm şeklinde yansırsa o hayat çekilmez olur. Bunda da boşanma kaçınılmaz olur. Boşanan taraf haklıysa düşkün olmaz.

Düşkün etmek için kusurlu olacak, kabahatli olacak. Kusuru, kabahati olmayan insan düşkün olur mu?, ister erkek olsun, ister kadın olsun. Alevilik’te boşanma kurumu fazla itibar bulmuş değildir.

Düşkünlük kurumu suç işlemekten ziyadesiyle caydırıcı bir kurumdur.

 

Efendim, Muharrem ve Muharrem Orucu hakkında neler söyleyeceksiniz?

 

Şimdi bir defa Muharrem Orucunun tutulma zamanı hakkında bir şey söyleyeyim.

 

Muharrem Orucunun Tarihi

 

Bazı kimseler Muharrem Orucunu Mart ayında tutulması gerekir, diye bazı bilgiler vermişler birkaç kişi de öyle tutmuşlar.

Evvela bu baştan aşağı yanlıştır. Alevî ilme inanır, Alevî bilimin peşindedir, bilim Alevî’nin rehberidir.

Bilime göre 10 Muharrem Olayı Kerbela’da 10 Ekim tarihinde olmuştur, demek ki mevsim güz.

İki bu tarihi sabitlememiz de mümkün değil.

Neden mümkün değil?

Yani Atatürk nasıl 10 Kasım da öldü de Atatürk Haftası 10 Kasımda yapılıyorsa 10 Ekim’de de işte Kerbela haftası olsun da o şekilde bir anma yapalım, deniyor.

Bu bayramlar, dini günler, belli günler, kameri takvim yılına göre 355 gün hesap edilerek geliyor.

Diğer bir deyimle her sene 10 gün önce gelir.

Bayramlar  ve Ramazan Orucu, Muharrem Orucu gibi.

Bu 36 senede bir defa tekrar eder daire dönülmüş olur.

10 Ekim’i sabit kılarsak Bayram, Muharrem Orucu içerisinde gelirse ne olacak? Bayram’da güleceksin, eğleneceksin, oynayacaksın, yiyeceksin, içeceksin....

Bu bayram günleri Muharrem Orucu içinde gelirse ne olacak?

İkincisi Ramazan Ayı gelirse ne olacak? Ben Ramazan mı tutuyorum, Muharrem mi tutuyorum?

Yahut Sünni inançta olan Muharrem mi tutuyor, Ramazan mı tutuyor. Nasıl ayırt edeceksin?

Bunu da ayırt edemeyeceksin.

Bir defa bayramlar var, iki bayram gelecek, kandil var, kandiller gelecek, efendim imamların vefatları var, imamların vefatları gelecek. Hz. Fatıma Ana’nın vefatı var, Hz. Resulullah’ın doğumu var, bunlar birbirine karışacak. Efendim yani bayramlarla beraber, vefat yıldönümleri, oruçlarla beraber hepsi birbirine karışacak.

Halbuki şimdi karışma yoktur.

10 günlük arayla geldiğine göre birbirinden ayrılmış.

Şunu birisi bana dese ki, “dede ya ben oruç tutmak istiyorum ama 10 Ekim kısa gün Temmuza, Ağustosa gelirse imanım gevriyor benim oruç tutmaktan, açlıktan, susuzluktan. O nedenle daha iyi olur kısa güne getirirsek” derse ben bu mazereti hiç dinlemem.

10 Ekimle üst üste geliyor deniliyor.

Ben de diyorum ki; suçu mahzurları var, bir defa tarih boyu böyle gelmiş.

Hicri tarihle Miladi tarih birbirinin üzerine çakışmasın diye, oruçlar belli olsun diye Ramazan mı tutacağım, Hızır mı tutacağım, efendim o tarihte.

Mesela Şubat’ın ikinci haftası Hızır Orucu. Peki ben o tarihte tuttuğum oruç Hızır mı olacak, Ramazan mı olacak, Muharrem mi olacak, üçü de bir araya geliyor ne olacak?

 

Dedelerimiz, yazarlarımız, ozanlarımız, bilim adamları bir araya gelip tartışsınlar diyor, halk. Bunlar üzerinde niçin durulmuyor, tartılıp artık bize net, doğru, doyurucu bilgiler versinler deniliyor.

Sayısız kitap yayınlanıyor, herkes her konuda konuşuyor, sizin dediğiniz gibi, ama asıl konuşması gerekenlerin konuşması, yazması gerekiyor. Buna ise varamıyoruz.

           

Şimdi canım benim, bu dedikleriniz doğru, o halkın dedikleri de doğru. Ama daha Alevî meselelerini tartışılacağı, zemin ve zaman bu tartışacak kişilerin olgunluğu henüz daha mevcut değil.

Ama bu olmayacak mı? Elbette ki olacaktır, hiç şüphe olmasın olacaktır.

Şimdi ben daha esas buraya gelip tabii bu benim için Hakk/Muhammed/Ali’ye, Ehl-i Beyt’e, İmam Hüseyin’e bir hizmet adlederek geldim.

Yani gelmeye de vaktim yoktu.

 

Muharremde Kurban Kesme

 

Şu hususu da çok önemle belirtmek isterim, Alevîler Muharrem orucu sonunda kurban keser, gücü yeten. Gücü yetmiyorsa aşure yapar, hatta aşureye de gücü yetmiyorsa ekmek yağlar bunu dağıtır, yoksa yahut bir börek, bir katmer dediğimiz şeyi dağıtır.

Kurban meselesinde ben bu sene ayrı bir Alevî inancını topluma açmayı düşündüm.

Bu kurban bayramı öncesi televizyonlarda bazı ilahiyatçı profesörlere kurban hakkında bilgiler soruldu.

Çok gariptir, ilahiyatçı bir profesör panellerinde bulundum, aydın fikirli bir insandı ama nasıl öyle söyledi bir türlü anlayamadım, sevdiğim de bir dostum.

İnsanoğlunda iki nefis varmış, birisi kötü nefis, birisi de iyi nefis.

Kötü nefis her zaman işte hırs, kin, kudret, kan içerisinde olur, döver, söver, vurur, kırar, adam öldürür vs. kurban kesmekte de kurbanın kanını gördüğü zaman kan görme hissini tatmin etmiş olur dedi, aynen böyle söyledi.

Hayret ettim, bir insan bir kan görecek te, kan dökücü hissi varmış onu tatmin edecekmiş... böyle fetva olmaz, İslamiyet’e de böyle kötülük olmaz.

İşte İslamiyet’i batıran bu gibi lüzumsuz laflar.

Şimdi kurban hakkında üç beş tane profesörün konuşmasını, yazılarını, hatta ilahiyatçıların tercüme eyledikleri Kuran’ları tetkik ettim.

Kimisi kurban farzdır, diyor; kimisi farz değildir, diyor; kimisi sünnettir diyor, her gün televizyonlarda boy gösterip şak şak alan bir sayın profesör de sünnet bile değildir,  diyor. Bu sosyal yardımlaşmadır, diyor.

Sünnet olabilmesi için diyor, kendisini ayete dayamalıdır. Sünnet Hz. Resüllullah’ın yaptığı şey, ayete uygun olmalı, ayetten kaynaklanmalıdır.

Bir defa Hac Suresi’nin 36-37. ayetlerinde kurbanın hac döneminde farz olduğu yazılı, bundan hiç kimse kaçamaz. Tercüme de yanlış mı ettin, buna karışmam.

Tercüme eden ilahiyat fakültesinin eski dekanlarından birisi.

Ben de 25’in üzerinde Kuran  çeviri çeşidi var, ha bu böyle.

Kurban kesilmesi sünnet te değil, diyen profesöre cevap veriyorum; Kel Kevser Suresi’ni aç o sure Hz. Resüllullah’ın şahsına gelmiştir, Hz. Fâtıma Ana hakkındadır.

Hz. Resüllullah’ın nesli kesildi, çoluk çocuğu kalmadı, ebter oldu, diyenlere karşı o ayet geldi. “Ya Resüllullah sana Kevseri verdik, Kevser havuzunu verdik, bu Fatıma Ana’dır.”

Bütün yorumcular aynen bunu yazıyorlar. “İbadet et kurban kes” der, işte buyur.

Hz. Resüllullah’a gelen o ayet kurban kesme ayeti olarak Hz. Resüllullah’a farz edilmiştir.

Hz. Resüllullah’ta ibadet ederek kurbanını kesmiştir.

Öyleyse o sayın profesörün sünnet bile değildir, demesi doğru değil. Bana göre doğru değil.

Şimdi şunu söyleyeyim gücü yeten Muharremde kurban kesebilir.

Öyle aşk etmişse yapsın hiç karışmayız.

Ama kurban kesme yerine bana soruluyorsa, Muharrem Dede olarak, şunu söylerim; “Kurban kesip nereye dağıtacaksın, kime vereceksin, verdiklerin  de Kızılbaş’ın kestiği yenmiyor, diyorlarsa ve dağıtıyorsan evvela günahtır, hiç hayvanın kanına girmeyin götürün parasını Kızılay’a bağışlayın, Mehmetçik Vakfı’na bağışlayın, hayır kurumlarına bağışlayın bu bir.

 

Yani insanlığa hizmet  üreten yerlere.

 

Elbette inanç bazında düşündüğünüz yerlere verin. İkincisi kurban nasıl kesilir, kime sünnettir, kime farzdır? Bir kere borcu olmayacak, iki ben söylüyorum, yorumluyorum Kuran’ı, eğer bir kişinin evinde ihtiyaçlarını giderecek malzeme yoksa, mesela bugünkü şartlar altında buzdolabı yoksa, çamaşır makinesi yoksa, bulaşık makinesi yoksa, oturacak koltuğu yoksa, halısı yoksa, televizyonu yoksa bu kişinin kurban kesmesi ne farzdır, ne de sünnettir.

Evvela çoluk çocuğuyla hoşnut geçinebilmesi için, karısıyla, kızıyla, oğluyla hoşnut geçinebilmesi için kurban kesmesine gerek yoktur. Ha ne yapmalı? Yapacağı var, Alevîlik’te bu var, Alevîliğin inancında var, Tercüman kurbanı yerine  yoksullara elma kestiriyoruz.

Bu nevi şartları uygun olmayanlar herkes iyi dinlesin, 12 tane elmayı temiz yıkasın, 12 İmam aşkına, Cenab-ı Hakk’a kurban olarak yıkasın, piri, mürşidi, rehberi varsa ki var, yoksa her hangi bir seyide, o da yoksa her hangi bir hocaya, hatta cami hocasını çağırsın, o da yoksa kilisede ki keşişi çağırsın, hatta o yoksa havradaki zangocu çağırsın, o elmaya dua ettirsin, hiç kimseyi bulamadıysa kendi dua eylesin.

Ve bu on iki elmayı on iki kapıya versin.

Kurban kesmiş gibi kabul olur.

Alevîlik bunu da bu şekle getirmiş, bağlamıştır.

 

Alevîlik hayatı zorlaştırmıyor kolaylaştırıyor, diyoruz. Aynı şekilde elbetteki Sünnilik’te de bu var.

 

Kolaylaştırıyor, güzelleştiriyor, sevdiriyor hatta ayrım gözetmiyor.

Bak dedeyi bulamazsa diyorum, camideki imamı getirsin o elmaya dua ettirsin, keşişi getirsin dua ettirsin, zangocu, hahamı getirsin dua ettirsin.

O dua dedenin ettiği dua gibidir; çünkü o da Allah’a yalvarıyor, niyaz ediyor dede de Allah’a yalvarıyor, niyaz ediyor.

Kim bilir kimin ağzı dualı kuldur, belki benimki kabul edilmez keşişinki kabul edilir, camideki imamınki kabul edilir, havradaki zangocunki kabul edilir.

 

Çok teşekkür ediyoruz sizlere bizleri aydınlattığınız için.

 

Ben de sana teşekkür ederim, inan ki senin hatırın için geldim, bu mübarek günde.

Herkesin oruçları mübarek olsun, oruçlarını tutsunlar, gönül kırmasınlar, hatır yıkmasınlar, haksızlık yapmasınlar, küsülüleriyle de muhakkak barışsınlar. Yani bu ayın mübarekliği küsülülere barışmayı getirir, küsülüsü olan varsa onlarla da barışsınlar yoksa bana göre oruçları da sakat olur, karışmam sonra.

 

Cem Radyo’da Alevi/Sünni ayrımını ortadan kaldıracak, halkımıza doğru bilgileri aktaracak konuklarımızla Muharrem Söyleşileri’ne devam edeceğiz.

 

 

Söyleşi: CEM RADYO, 29 NİSAN 1999

 

 

Gözüm açtım beş gül gördüm seherde

Ehlibeyt’in gülü imiş ne güzel

Eğer şifa ararsan her derde,

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Güller Al-i Aba  Ali Aba gül, 

Seherde ah eder zar eder bülbül

Lale, nergis, nevruz, menekşe, sümbül

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Bülbül güle aşık eyliyor zarı,

Gönül gül istiyor neylesin harı,

Gönlümün sultanı, gözümün nuru,

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Akıl ermez ol Hüda’nın işine

Bülbül güle gül bülbüle aşına

Elif mim yazılmış kalem kaşına

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

Muhabbet eyledik her dem İKRARİ

Size sığınmışım ey kerem kani

Kevser Şarabının sırrı esrarı

Ehlibeyt’in gülüymüş ne güzel

 

İki cihan serverisin, Ya Muhammed Mustafa

Aşıkların hem demisin, Ya Muhammed Mustafa

 

Yolun yitiren şaşkına, şefaat eyle düşküne

ŞAH’ı VELAYET aşkına, Ya Muhammed Mustafa

 

Hatice darına dursa çevrinse nuruna gelse

FATMA ANA murad verse, Ya Muhammed Mustafa

 

Kamber, Düldül hem Zülfikar, misk kokuyor saçı amber

Dertlilerin gönlünü gör, Ya Muhammed Mustafa

 

Hasan, Hüseyin, Selman içün bağışla n’olursun suçum

Yüklemeden ecel göçüm, Ya Muhammed Mustafa

 

İmam Zeynal, İmam Bakır, kapında gedayım fakir,

Diyelim biz, HAK’a şükür, Ya Muhammed Mustafa

 

İmam Cafer, Musa, Rıza  vermeyenler bela kaza

Kimseye gösterme ceza, Ya Muhammed Mustafa

 

İKRARİ’yim ikrarım var, evvel ahir, batın, zahir

İsteyenin muradını ver, Ya Muhammed Mustafa

 

19 ŞUBAT 2000

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile