SADIK GÖKSU

SADIK GÖKSU

“ALEVİLİK, VAHDET-İ VÜCUTÇULUKTUR”

Alevi toplumunun renkli simalarından birisi de Sadık Göksu’dur. Felsefe araştırmacısı olan ve özellikle Ahilik’le ilgili çalışmalarıyla tanınan Sadık Göksu, aydın kimliğiyle Alevilik/Bektaşilik konusuna yaklaşımını bizlerle paylaşıyor.

 

 

AYHAN AYDIN

Çileli fakat onurlu bir geçmişte nice olaylar, acılar yaşadınız, nice baskılara maruz kaldınız. Fakat mücadeleci kişiliğinizle, çalışma azminizle bizlere örnek bir insan olarak, Türkiye aydınları içerisindeki o sevecen, tatlı portreyle ihmal edilmez yerinizi aldınız.

 

Sayın Göksu, yaşamınızdan, çalışmalarınızdan, birikimli ve örnek hayatınızdan bizlere bahseder misiniz?

 

Sevgili Ayhan, çok duygulu, duygulandırıcı, daha açık söylemek gerekirse, kadirbilir bir soru soruyorsun. Bu soruda dile getirdiğin yargıları da izninle soru kabul ederek, bir bölümünü pek umulmayacağını sandığım bir şekilde kabul edecek, bir bölümünü ise, yine umulmayacak bir biçimde reddedeceğim.

Kabul ettiğim; çileli, onurlu geçmiş, baskılar, mücadelecilik, hatta çalışma azmi, örnek olmak ve Türk aydınları içerisindeki ihmal edilemez yerim. Evet, ciddiye aldığım bu değerli övgüyü, gerek kendim gerekse iyi şeyleri örnek almasını istediğim; siz kardeşlerim, çocuklarımız, çocuklarımızın çocukları, tüm halkımız ve çağdaş gelecek adına, aklıma, gücüme ve olanaklarıma göre seçtiğim, uyguladığım, bu dünya da önüme çıkan ve bana verilmiş olan görev ya da rolüm bakımından, karınca kararınca teşekkürle kabul ediyorum.

Ancak hemen söyleyeyim; benim verdiğim biraz güç ve aykırı bir örnek. Büyük ölçüde kabul edilmeyecek ve “yerim” de kuşkusuz ihmal edilecektir. Şu yanıtım bile biraz aykırı değil mi? Geçelim. Ama bizim ya da bizimki gibi koşullarda yaşadığımız ve benim verdiğim, vermek istediğim örnek nedir? Bu, başlı başına ayrı bir konu. Başarsın başaramasın, anlaşılsın anlaşılmasın, insanlık görevinin az çok bilincinde olan ve örnek vermek isteyen herkes gibi, benim de daha daha iyi anlatmak için her bulduğum olanağı değerlendirmeye çalışacağım kuşkusuzdur. Övgülerinin reddettiğim bölümü; “Türkiye aydınları içerisindeki o sevecen, tatlı portrem...” Yok canım, sen öyle görüyorsun. Sağ ol ama, özellikle aydınlarımızın oldukça büyük bir bölümü beni epey sevimsiz ve tatsız bir portre halinde, belki biraz yüce Sokrates’ın çok sevdiğim “atsineği” benzetmesi gibi görse, kimi hiçbir şekilde görmese, görmek istemese gerektir. Dostlarım, o çok sevdiğim, çok az sayıdaki insanlar ise; onların göçenleri ile de kalanları ile de, kuşkusuz şöyle ya da böyle benzeştiğimiz için dost olduk, dostluğumuzu sürdürdük ve sürdürüyoruz.

Şimdi gelelim sadede. 1932 yılında İstanbul'da doğdum. Soyca, ulusça ikisi de Türk, inanç bakımından Alevi bir baba ve Sünni bir annenin oğlu olarak dünyaya geldim. Ömrümün büyük bir bölümü yoksulluk içinde geçti. Bundan hemen hiç yakınmadım. Aksine Tanrının beni sıkmadığına inanır, özellikle rahmetli babam Murtaza Efendi’nin, birçok önemli fırsatı elinin tersi ile itmesini (isterse kedinin uzanamadığı ciğere “tüh” demesi gibi düşünülsün) zenginliğin çok olası şımarıklığından korunmak olarak şükürle karşılarım.

Doğduğum ve askere gidene kadar yaşadığım Küçük Mustafa Paşa, bugün de Karadeniz’li yurttaşlarımızın oturduğu, oldukça mutaassıp bir Sünni semti idi. Biz tek Alevi aile idik. Ama hem laiklik vardı hem de biz gereğince dikkatli idik. Bazen dedeler gelirdi, evde anladığım kadarıyla dem alınır, sohbet edilirdi. İlk başöğretmenim; babaannem Sultan Hanım, iyi bir Alevi anası idi. Babam Murtaza Efendi, Malatya, Arguvan'dandı. Nüfus kağıtlarımızda “Mineyik - Şamı” köyü yazardı. Avukat Muharrem Naci Orhan Dede’nin büyük amcası ünlü Hasan Hüseyin Dede’nin gelişini hiç unutmuyorum. Sonra en sık olarak diğer bir Orhan, Süleyman Dede gelirdi. Bu rahmetli ile pek sevişirdik. Nur içinde yatsınlar, hepsine eksilmeyen bir saygı beslerim.

Annem Fatma Hanım, Balkan Harbi'nde Sırbistan’dan Kırklareli'ne, oradan İstanbul'a gelen bir göçmendi. Sırp mezalimine ait çok şeyler anlatırdı.

İlkokuldan sonra Gelenbevi Ortaokulu’nda okumuştum. Müdürümüz rahmetli Rıza Bediz idi ve onun zamanında Gelenbevi, Türkiye'de örnek ortaokul olarak gösterilirdi. Çok seçkin öğretmenlerimiz vardı. Ortaokul birinci sınıfta, okulumuzda hafta sonları yapılan toplantılardan birinde bütün okula hitap ederek bir anlamda konferans vermek olanağı bulmuştum. Aynı yıl sınıfta bir hükümet de kurdum.

Daha sonra okuduğum, o yıllarda Galatasaray'dan sonra ikinci önemli lise sayılan Vefa'da, sosyal etkinlik ateşi ile yanıyordum. Özellikle 10. sınıfta, arkasında Müdür Rıfat Necdet Evrimer’in de bulunduğu, hocamız ünlü tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun da katıldığı bir öğretmen grubunun uzun boylu oyalayarak, sonunda açıkça önlenen bir okul gazetesi çıkarma girişimim olmuştu. Son sınıfta “iyiliği örgütleyerek” denebilecek biçimde, okulun en yaramazı olan sınıfımızın, örnek bir sınıf haline gelmesinde baş rolü oynamıştım. Bu sırada hayatımda büyük etkisi olan yeni rehberlerim oldu. İkisi okuldandı. Hocam Doç. Dr. Nurettin Topçu ve arkadaşım, şimdi emekli ama hala görevini sürdüren Prof. Orhan Okay.

1950 yılında, 18 yaşıma gelir gelmez, kendime beslediğim çocukça denebilecek bir güvenle, sağcı bir kuruluş olan Türk Kültür Ocağı'na, tutumunu bilerek ve onaylamayarak, salt çok faal olduğu için üye oldum. Arayışımın bu konağında, büyük rehberlerimden, son çağın en ilginç ama yeterince tanınmamış kişilerinden merhum Üstat Rahmi Ağabeyi tanıdım ve bir dönem rahle-i tedrisinde bulundum. Yine bu dönemde, şaşılacak belki ama büyük Nakşibendi Şeyhi Abdülaziz Bekkine Hoca Efendi’den feyz aldım. Ancak Nakşiliğe de takılmadan “Benim Üniversitelerim”e devam ettim.

Türk Kültür Ocağı, (o sırada daha çok Nihal Atsız yandaşı olan, sonradan S. Nursi’nin avukatlığını yapan ünlü Bekir Berk’in öncülüğü ile yine üyesi olduğum Türk Gençlik Teşkilatı ve başka bazı milliyetçi kuruluşlarla birlikte) Türkiye Milliyetçiler Federasyonu’nun kuruluşuna katılmıştı. Bu kuruluşlar, daha sonra 1951 yılında Türk Milliyetçiler Derneği’ni kurdular. Bu ünlü derneğin da İstanbul İl Şubesinin ilk kongresinde seçilen yönetim kurulundaki etkili üyesi ve sekreteri oldum. Daha sonra bir dönem solda olduğu gibi sağda da etkili bir kişi olarak, zirve toplantılarına ve kararlarına katıldım.

1952 yılında müracaat ederek askere alındım. Atatürkçülüğe yeniden dönüşümde, o sırada Polatlı Topçu Okulu’nda, askeri psikoloji dersi hocam, sonradan MBK üyesi Mehmet Özgüneş’in de rolü oldu. Daha ortaokulda batı klasik müziğini tanımış ve sevmiştim. Arkadaşım Turan Oflazoğlu’nun beni kendisinin de çalıştığı Amerikan hastanesindeki santral memurluğuna aldırması, Alevilik’ten gelen hoşgörümün gelişmesine katkıda bulunmuş olmalı.

Askerlik dönüşünde İstanbul Hukuk Fakültesine girdim. Fakat geçim sorunu nedeniyle bir yıl sonra tahsile ara vererek çiçekçiliğe başladım. Bu sırada İstanbul Çiçekçiler Derneği'nin kuruluşuna önayak olarak birkaç yıl başkanlığını yaptım. (Şimdiki Çiçekçiler Esnaf Odası)

1956 yılında ticareti bırakıp, Edebiyat Fakültesinde Felsefe okumaya başladım. Yeniden oldukça yoğun, kültürel, ideolojik ve siyasal bir dönem başlamış oldu. 1957 yılında CHP'ye girdim. Aynı yıl rahmetli arkadaşım Doğan Soylu ile birlikte Türk Devrim Ocakları'nın Beyazıt 29 Ekim Ocağı'nı kurduk. Az sonra eşi olan Altın Soylu ve başka değerli arkadaşlarımız da bu kuruluşa katılmıştı. Fakültede de öğrenci derneğinde iki dönem devrimci grup başkanlığını yaptım.

CHP’de ocak ve ilçe (Fatih) Gençlik Kolu başkanlıkları yaptım. Devrim Ocaklarında Genel Başkan Behçet Kemal Çağlar, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Prof. İsmet Giritli, Ali Turgan, Nejat Şen ve diğer arkadaşlarla birlikte çalışıyor, Emil Galip Sandalcı, Sadun Tanju, Yaşar Nabi Nayır, Cihat Baban gibi ünlü yazarlarla toplantılar yapıyorduk. Daha sonra 28 - 29 Nisan olaylarının, 27 Mayıs Devrimi’nin sivil ve düşünsel kanadının ve davranışının içinde bulundum.

1961 yılında, Emil Galip Sandalcı ile dostluğumun da etkisiyle, genel merkezinde Doğu Perinçek ve başka sol ve orta solcuların görev aldığı YTP’ye geçtim ve İstanbul İl Gençlik Teşkilatı’nı kurarak başkanlığını yaptım. 1962 yılında YTP’den ayrılarak TİP’e geçtim. Aynı zamanda da sendikacılığa başladım. Beyaz yakalı işçilerin ilk sendikası olan Fikir - İş’in kurucusu ve ilk Genel Sekreteri oldum. 1962 - 1963 yıllarında rahmetli İbrahim Güzelce’nin başkanı olduğu Basın - İş’in Genel Müfettişi oldum. 1963'te Yol İş Sendikası’na geçtim, Kırklareli'nde TİP’in il kurucusu oldum, İl Başkanlığını yaptım.

1964'te üniversiteden mezun oldum ve Kayseri Lisesi Felsefe öğretmenliğine atanınca, yasa gereği partiden ayrıldım. Yine de görevden uzaklaştırıldım. Bu olay büyük bir hukuk savaşımına neden oldu. Bu savaşım, MAH denen o zamanki Milli Emniyet'in yasaya bağlanmasında ve MİT'e dönüşmesinde önemli bir destek oldu. İstanbul’da Büro - İş sendikasında organizatörlük, 1965 yılında Samsun’da Lastik - İş Bölge Organizatörlüğü görevini yaptım. TİP çalışmalarına o bölgede katkıda bulundum.

1966”da Basın - İş (2. kez) YİS (Yapı İşçileri Sendikası) sendikalarında çalıştım. TİP İstanbul İl Sendikalar Bürosu Sekreterliği vs. görevlerinde bulundum.

Aynı yıl Cem Dergisi yayın hayatına girdi. Cem'in ilk sorumlu müdürü oldum. Bu ilişkinin kurulması ile birlikte, Av. Muharrem Naci Orhan Dede ile birlikte, hareketi yürüten o zaman asistan olan Dr. İzzettin Doğan Dede ve dostum Abidin Özgünay üçlüsü ile de yakın temasa geçtim.

1967’de Danıştay'daki davayı kazanarak bu kez Kastamonu lisesine atandım. Fakat 1968’de Yeni Kastamonu gazetesindeki yazılarımın rahatsızlık vermesi üzerine yeniden görevden alındım. İstanbul'da Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği'nin kuruluşuna katkıda bulundum. Çok sayıda kişinin üye olmasını sağladım, yönetim ve denetim kurullarında görev aldım.

1969’da evlendim, geçim sorunlarım da biraz daha arttı. 1972’de Danıştay'da açtığım davaları kaybettim. 1973 - 1974 ders yılında ise Bakanlık Kararnamesi ile Özel Kültür Koleji’nde kadrolu, çeşitli okullarda ücretli öğretmenlik yaptım. Fakat Sayın Ecevit’in ilk Başbakanlığı döneminde M. Eğitim Bakanı rahmetli Mustafa Üstündağ’ın emriyle bu görevime de son verildi.

1974’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları Halkla İlişkiler Bölümü'nde görev aldım. Muhsin Ertuğrul Hoca, Tiyatro ile M. Eğitim arasında ilişki kurulması önerime büyük ilgi gösterdi. Müdür Sayın Halis Kurtça da önerime aynı ilgiyi gösterdi. Önerimin aynen uygulanması için M. Eğitim Başyardımcısı Sayın Erden Kanat’ı, diğer il yardımcısı Sayın Şevket Ural ve Sayın Fikri Ertuğrul’u görevlendirdi. İstanbul'da, Tiyatro ite M. Eğitim arasında "Ortak Kurul" kuruldu ve 18. 12. 1974 ile 10. 09. 1975 tarihleri arasında dört kez toplandı. Fakat hem tiyatro içinde bazı sorunlar çıkmıştı, hem de Ecevit Hükümeti yerine 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuş ve artık ortak kurul yararlı olamazdı. Fakat, başlatılan ortak çalışmalar 1977 yılına kadar eksiksiz sürdürüldü. Bu dönemde Şehir Tiyatroları Yönetmeliği değişti, birkaç önerim aynen maddeleşti.

1975 yılından itibaren Halkevleri İstanbul Koordinasyon Kurulunda bir kaç yıl üyelik yaptım.

1978 yılı Ocak ayında, daha önce yaptığım öneri rahmetli Aytekin Kotil tarafından benimsenerek, Cumhuriyet döneminde ilk olarak, İstanbul Belediye Başkanlığı'nda bir Esnaf Danışmanlığı kuruldu ve bu göreve getirildim. Bu görevim 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürdü. 12 Eylül’de tiyatrodaki görevimizin de değiştirilmesi üzerine, başvuruda bulunarak emekli oldum.

6 Eylül 1980 tarihinde Kırşehir'de Ahilik kutlamalarına katılmıştım. Bu tarihten sonra öncelikli olarak Ahilik ile meşgul oldum. Bu çabalarımın sonunda, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği'nde 1984'de kurulan Ahilik Kültürü Danışmanlığı görevine getirildim. Diğer yönden, Ahilik Araştırma ve Kültür Vakfı kuruldu, Vakıf'ta Genel Müdürlük, Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundum.

1991 yılında bilindiği gibi Cem Dergisi yeniden yayınlanmaya başladı. Dergide Yayın Koordinatörlüğü görevini üstlendim. 1994 seçimleri sonrasında dergiden ayrıldım.

1995'de Cem Vakfının kurulması ile Alevilik ile ilgili çalışmalar yeni ve güçlü bir boyut kazandı. 1996 dan itibaren Cem Vakfı'nda çalışmaya başladım.

Bu sırada kurulan Barış Partisi'nde çok kısa bir İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeliğim var. Değerli dostum Abidin Özgünay'ın Genel Başkan olmasıyla, bir ölçüde danışmanlığını üstlenmem doğaldı.

Bu çabalarımın yanı sıra, eski Öncü, Akşam ve Yeni Ortam ile Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Kastamonu gibi gazetelerde, Cem'den başka, Pazar Postası, Gençlik, Çatı, Sosyalist, Şehir Tiyatrosu, Türk Solu, Ehlibeyt Yolu, Tarih ve Toplum, Ulusal, Kuvayi Milliye vs. dergilerde yazılarım, 1992’de yayınlanmış "Darbeler Demirkırat'lar ve 27 Mayıs" adıyla, içinde bazı yazılarım bulunan derleme bir kitabım ve ayrıca bazı bilimsel toplantılarda sunulmuş ve yayınlanmamış bildirilerim var.

 

Alevilik - Bektaşilik sizce nedir? Türk ve İslam tarihi içerisinde Anadolıı Uygarlığı boyutunda bu inanç neyi ifade ediyor? Alevilik ve Bektaşilik'i diğer İslam inanç sistemlerinden ayıran temel farklılıklar sizce nelerdir?

 

Sorularınız çok kapsamlı ve geniş. Öteden beri söylediğim gibi, Alevilik - Bektaşilik, İslamcıl bir inançtır ve daha sonra söylendiği gibi İslam’ın özgün bir yorumudur. İlk olarak biz, bilindiği gibi safların belirginleşmesi için, Cem'in 16. ve 17. sayılarındaki yazılarımızda, “Alevilik, felsefe olmaktan önce dinsel inançtır” demiş, daha sonra CEM adına Pir Sultan Abdal Dergisi ile polemiği başlatarak, bu görüşü temellendirmiştik.

Konu son derece geniş ve hala oldukça bakirdir. Konuya, yöntem sorunlarının ötesinde tarihsel ve sosyolojik, bir de felsefi ve inançsal açılardan ya da bu açıların hepsinden birden bakılabilir.

Felsefi bakımdan, inanç alanında, başlıca üç öbekte toplanabilecek pek çok görüşler vardır. l. Teizm: Sonsuz, her şeyi yaratan, bilen ve tümüyle onların dışında olan bir varlık, Allah inancı. Ortodoksi'nin, bizde Sünni'liğin anlayışı budur. 2. Panteizm (Vahdet-i Vücut): Her şey Tanrıdır. Enelhak vs. inancı 3. Ateizm: Tanrı tanımazlık.

Bunlardan başka örneğin, Deizm: Yaradancılık, Panenteizm: Her şey Tanrıdadır görüşü. Agnostisizm: Bilmemcilik, vs. var. Ama biz, Alevi - Bektaşi inancının, inançlar arasındaki yerini basit ve şematik olarak gösterebilmek için yukarıdaki üçlü şemayı sunduk.

Hemen belirtelim ki; Teizm ve Panteizm bu şemada birbirinden ayrılmakla birlikte, özellikle zamanımızın egemen dinleri, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet bakımından aralarında dinsel bir ayrım yoktur. Yani her üç dinde de hem teistler hem de panteistler yer alabilirler, durum da böyledir. Ancak hoşgörüsüz olan teistler, teist olmayanların kolay kolay kendi dinlerinden olduğunu kabul etmezler, onları kafirlikle suçlar (tekfir eder), başka dinden ya da dinsiz olduklarını ileri sürerler. Başlıca panteist olarak nitelediğimiz heterodoksların (aykırı inançlıların) çoğu da, felsefi bilgiden yoksun olarak, kendi inançlarının başka din olduğunu ya da din olmadığını ileri sürmeye kalkabilmektedirler.

Kısaca Alevilik - Bektaşilik üzerine söylenecek, açıklanacak pek çok şey olmakla birlikte, burada bu inancın, felsefi bakımdan, panteizm (Vahdeti Vücutçuluk) olduğunu söylemekle yetinmek istiyoruz. Bu bilindiği gibi bizde tasavvufun görüşüdür. Örneğin Hallac’ı Mansur, “Enelhak” ben Hakk’ım demiştir. Bu anlayışa göre Allah insanı kendi nurundan yaratmıştır. Her şey Tanrının eseri olduğu gibi, doğrudan O’nun görünüşüdür. Başka türlü söylersek, Alevilik - Bektaşilik, Tasavvufi Müslümanlıktır.

Konu ve soru çok geniş. İzleyen cümlede de en azından iki soru var. “Türk ve İslam tarihi içerisinde” ve bir de “Anadolu Uygarlığı boyutunda”. Ama herhalde daha çok Anadolu Uygarlığı boyutu soruluyor. Burada da bir karışım söz konusu. Prof. Niyazi Öktem “alaşım” diyor, öyle de denilebilir. Orta Asya’dan gelen ve Ön Asya ile Anadolu’nun alaşımı. Ama eşitlik yok. İslam dini içinde bir alaşım, daha doğrusu, bütün bu etkinlikler başta olarak İslamcıl bir yorum.

Zaten İslam’da da daha önceden farklılaşmalar, yorumlar var; Ehli Sünnet ve Şia gibi. Alevi - Bektaşilik, İslam’ın, Şia kolu üzerinde bu etkenle daha özgün bir yorum. Kuşkusuz bu yorumda, emeğin “Kul hakkı”nın belirleyici bir rolü var, özellikle Hz. Ali’nin halifeliğinde doğan itilafın kökeninde, ganimeti pay edişindeki eşitçiliğin kabul edilmeyişinin çok ayırt edici bir rolü olduğunu görüyoruz.

Anadolu Aleviliği ve Bektaşilik dışındaki İslam inanç sistemleri başlıca ikidir. Ehli Sünnet ve özellikle İran Aleviliği. Bunlardan Ehli Sünnet resmi ortodoksidir. Felsefi bakımdan teizm; mutlak Tanrıcılık’tır. İran ve benzeri, Anadolu dışı Alevilik de aynı şekilde teizmdir. Sadece Hz. Ali’ye bağlı olduğundan, siyasi bakımdan, iktidardaki Sünni İslam’a göre “aykırı inanç” sayılmıştır. Anadolu Aleviliği’ne göre o da ortodoksidir. Ancak, tarih boyunca, özellikle batıda görüldüğü gibi, ikiliklerin, çoğulculuğun, halkın, iktidarlar karşısında nefes alabilmesi bakımından bir yararı olabilmektedir, yine de doğuda bu yarar çok göreli ve kısıtlı kalmış, aksine farklılıklar, sultanlıkların çokça yersiz olarak kuşkulanarak halka zulmetmelerinin bir nedeni haline gelebilmiştir.

 

Aleviler için Hz. Ali neyi ifade ediyor? Bir din ulusu, önderi olmasının ötesinde, Alevilik'te Ali kimdir? Size göre Ali'yi Ali yapan özellikleri nelerdir? Niçin Aleviler Hz. Ali'yi bu kadar çok seviyorlar? İnanç yönünden Hz. Ali'nin Aleviliğe etkisi ne olmuştur? Sizce Ali'siz Alevilik olabilir mi?

 

Aleviler için Hz. Ali serçeşmedir, yol'un Ehl-i Sünnet’ten ayrıldığını, İslam'ın gerçeğinin, yol kardeşliğinin, kısaca yoldaşlığın başıdır. İslam Peygamberi Hz. Muhammet, daha elçiliğinin başlangıcında, ailesi içinde yaptığı toplantıda bunu, “Ali, kardeşimdir, vasimdir, sizin aranızda halifemdir. Sözünü duyun, emrini tutun" diyerek ilan etmiştir.

Hz. Ali, insan-ı kamildir. İslam'da, Hz. Muhammet ve Hz. Ali örnek insandırlar. Fakat bu örneklik bakımından Aleviler Hz. Muhammet’e saygı duymakla birlikte, asıl onu tanırlar. Hz. Ali madde kadar, daha çok bir mana yiğididir. Yiğitlik, fütüvvette ve Eflatun felsefesinde de belirttiği gibi, kemalin, olgunluğun bir başka üstün ifadesidir. Aleviler kuşkusuz eski inançlarındaki kahramanları ile Hz. Ali’yi özdeşleştirmişlerdir. Bu özdeşleştirme “yüce kişi” inancını daha da güçlendirmiştir.

“Ali'siz Alevilik" iddiası, klinik bir vakadır. Küçük insanlar, epigonlar, kahramanları özellikle de kahramanların ahlaklarını hiç anlayamazlar. Tarih boyunca olduğu gibi, onları karalayarak, aşağılık komplekslerini tatmin etmeye çalışırlar. Bu yönden ideolojiler üretmeye kalkarlar ve bu Dühringcilerin son çağda dünya ölçüsünde uğradıkları ve neden oldukları gibi hüsranlara uğrar ve hüsranlara neden olurlar.

Temelindeki, son işsizlikle yeniden nükseden tüm "Bismarkist Aydınlanmacılık" gibi. Bu bilim dışı, kaçak ve tuzu kuru aydınlanmacılık, yarardan çok zarar verdi, daha da veriyor. Bu medyatik zırvayı ve şu sırada Ant Yayınları’nın hazırladığı bir kitaptaki diğer iki yazıyı da, Cem Dergisi'nin Mayıs 1997 sayısındaki "Ali'siz Alevilik'in Reddi" yazımda yanıtlamış bulunuyorum.

 

Ahilik ile ilgili yaptığınız inceleme ve araştırmalardan çıkardığınız birtakım somut sonuçların olduğunu biliyoruz. Ahi Evran-ı Veli kimdir? Temel dünya görüşü ve uygulamalarıyla Anadolu'ya neler kazandırmıştır? Ahilik nedir? Anadolu halkının kültürüne, gelişmesine, birliğine ne gibi katkıları olmuştur? Alevilik ile Ahilik arasında ne gibi bir bağlantı kurabiliriz?

 

İzninizle "ahilik nedir?" sorunuzla başlayacağım. Çünkü Ahilik, Ahi Evren ile başlamaz. Ahi Evren ya da Ahi Evran-ı Veli, Ahiliğin çok önemli rönesansçılarından biridir. Ahilik, çok köklü, insancıl bir gerçektir. İnsanoğlunun bir yücelişidir. Bir seçkinliktir. Gerçek Ahilik, halk deyişiyle, “her babayiğidin harcı” değildir.

ahilik kısaca, yiğitlik, cömertlik, doğruluk, civanmertlik, vs. terimleriyle tanımlanır. Prof. Neşet Çağatay gibi bazı araştırmacılar, onun bir “Türk Kurumu” olduğunu savunmuşlardır. Bu hem doğrudur hem de değildir.

ahiliğin insancıl bir gerçek olduğunu değindik. Değerli Türk düşünürü Prof. Takıyettin Mengüşoğlu, “Felsefi Antropoloji” adlı eserinde insanın 17 temel niteliğini saptar. Ahilik, kuşkusuz bunların hepsi ile ilgili olmakla birlikte “Kıymetleri Duyan Bir Varlık Olarak İnsan” bölümündeki “Yüksek Kıymetler”, “isteyen, kendini bir şeye veren, seven, eğiten ve eğitilebilen, devlet kuran, inanan, sanatın yaratıcısı olarak insan” nitelikleri ile özellikle ilgilidir. Bunu söylemekle, Ahiliğin, insanın özüne ilişkin bir gerçek olduğuna işaret etmek istiyorum. Yukarıdaki kısa tanımlamada da Ahiliğin bir seçkinlik olduğu belirmiş olsa gerektir. Bunu göre Ahilik; bir yücelme çabasıdır.

Felsefi Antropoloji’den de görebileceğimiz gibi, Ahilik; kaynakları her insanda bulunan ama daima ve her insan için ayrıca işlenmeyi bekleyen bir gerçektir. Öte yandan, her şey gibi Ahiliğin de tarihte bozulduğu dönemler çoktur.

ahiliğin bir Türk, bir de Arap - Fars kaynağı vardır. Arap kaynağı; Kuran'a ve Araplar’ın Cahiliye dönemine kadar bilinmektedir. Kuran'da "Feta", “Yiğit" kavramı vardır. Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf Kuran'da Feta: Yiğit olarak belirtilmiştir. Tasavvufun kaynaklarından biri, fütüvvet, bu kaynaktan türetilmiştir.

Kuran'a göre ilk insan, Hz. Adem, Feta'dır, Ahi'dir. Destanlarda da en eski destan kahramanı Gılgamış, bir yiğittir.

Felsefede durum çok daha ilginçtir. Ahilik denebilir ki; Eflatun tarafından, fütüvvetnamelerden de daha iyi işlenmiştir. Fütüvvetnameler, bilindiği gibi, Ahiliğin tüzükleri, yönetmelikleri ya da yasa kitaplarıdır. Ahiliğin Eflatun bağlantısı, diyebilirim ki en büyük buluşum olmuştur. Bu kanımca, özellikle kültür tarihi bakımından son derece önemli bir konudur. Bunu ilk olarak 1990 yılında, bir sempozyumda sunduğum bir bildiri ile açıkladım. Henüz yayınlama olanağı bulamadım.

ahilik; psikolojik olduğu kadar, sosyolojik bakımdan da mesleksel olarak da evrenseldir. Ahilik bu bakımdan evrenseldir. Tarih boyunca nerede insanlar, mesleksel örgütlenmeler, Ahi birlikleri, loncalar meydana getirmişlerse, bu örgütlenmelerin; dini, ahlaki kuralları, yöntemleri, gelenekleri de olmuştur. Bu gerçeği Avrupa ortaçağında, daha önceki tarihte Roma’da, hatta kaynaklar yeterli olmasa da Yunan Uygarlığı’nda da az çok izliyoruz.

ahi Evren'i uzun yıllar sadece menkabevi olarak tanıyorduk. Onun gerçek kimliğini Prof. Mikail Bayram ortaya çıkardı. Ahi Evren'in gerçek adının Şeyh Nasirüddin Ebül Hakayık Mahmud B. Ahmed El - Hoyi olduğunu açıkladı. Ahi Evren de, Abdal Musa gibi Azerbaycan'ın Hoy kasabasındandır. 1171 - 1261 tarihlerinde yaşamıştır. Hacı Bektaş-i Veli'nin yoldaşıdır ve "Kim bizi şeyh edinirse, onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkar’dır" demiştir.

Alevilik - Bektaşilik ile Ahilik birbiri ile çok yakından ilgilidir. Hacı Bektaş-i Veli ile Ahi Evran-ı Veli'nin işbölümü yaptıkları, birincinin öncelikle kır, ikincinin de kent çalışmaları ile ilgilenmeyi üstlendiği kabul edilir. İki yol, Babai'likte kesin olarak birleşir.

ahilik, özellikle çalışma hayatında doğruluk, dürüstlük, dayanışma, yardımlaşma, sevgi ve muhabbete önem veren bir yoldur. Anadolu halkının kültüründe, gelişmesinde ve birliğinde, kısaca bu yoldan etkili olmuştur.

 

Türkiye Sosyalist hareketinin içerisinde bulunmuş, Türkiye’nin önde gelen aydın - yazar ve edebiyatçılarıyla iç içe birisiniz. Geçmişten günümüze Türk Solu, özelde Sosyalist Solu, Aleviliği nasıl yorumladı, Aleviliğe nasıl baktı? Anadolu Aleviliği’nde, Sosyalizmin de savunduğu kimi değerlerin bulunduğunu görüyoruz. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu da çok güzel bir soru. Sağda da solda da kendisine "Sosyalist' diyen pek çok ayrımlar var. Ben ikili bir ayrım üzerinde durmak istiyorum. Bunu konumuz Alevilik bakımından kolayca görebiliriz. Tarihe ve topluma böyle ikili bir bakış, Marks - Engels zamanında da oldu, SSCB’nin kuruluş savaşımının sırasında da başka yerlerde de. İlkin, Sosyalizm'in Marks'la başlamadığı, ruhsal kökleri bakımından ilk insana kadar eski olduğu unutulmamalıdır. Marks - Engels zamanında, onların karşısında, pek ömürlü olmasa da bu yanlış bakışı Dühring simgeler. Marks - Engels'in bakışı da, çağının ve batının yanlış bakışı ile sakatlanmıştı. SSCB'nin bütün görkemine karşın ömürlü olamayışında bu temel sakatlığın rolü son derece büyüktür. Bu sakatlığı bana göre şimdiye değin en iyi George Sorel göstermiştir.

Biz de başlıca iki büyük Türk Sosyalisti, bu mesele üzerinde önemli işaretler bırakmışlardır. Bunlar Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Abidin Nesimi'dir. Abidin Nesimi, Alevi'dir. Hikmet Kıvılcımlı'nın da Bektaşi olduğu kuşkusuzdur. Ama o daha çok Alevileri inceler ve onlara büyük sempati besler.

Kıvılcımlı “İlkel Sosyalizm” üzerinde ısrarla durur. İlkel sosyalizm temeli, özellikle köylülük bakımından, Sovyetler’in kuruluşunda da önemli bir dayanak olmuştur. Biz de Deniz Gezmiş'ler, TİP'in pek çok yerdeki üyeleri Alevilerdir. Ama TİP eyleminde Sosyalizme gelen Alevilerin, özellikle ozanların, deyim yerindeyse, Alevilikten soyunarak gelmesine kimse, “yapmayın” dememiş, aksine bugün de çokça yapıldığı gibi onları adeta bu yabancılaşmaya teşvik etmişlerdir.

Anadolu Aleviliği, bilindiği gibi, İslam’ın özgün bir yorumudur. Bunu saptamak, gerçek ve fiili bir ilericiliktir. Önemli olan Sünni - Alevi kavgası değil, Sünni - Alevilerle iyi bir iş yapmaktır. Bu, tarih boyunca olduğu gibi, halkın dirlik ve düzenlik kavgasına olumlu bir katkıda bulunabilmektir. Bu iş için bölünmek değil, birleşmek, güç olmak gerektir.

Din ile uğraşmanın yanlışlığını, Engels de, ateist olduğu halde Anti - Dühring adlı eserinde belirtmiştir. SSCB tarihi ise, bu yolun yanlışlığını açıkça ispatlamıştır. Bu konuyu, yukarda değindiğim, "Ali'siz Alevilik Olur Mu?" adlı kitapta yer alan "İnanç, Ateizm, Marksizm ve SSCB'de Dinsel Muhalefetin Boyvermesi" başlıklı yazımda oldukça geniş olarak inceledim.

Alevilik, İslam'ın başlıca "Kul Hakkı" davasını temsil eder. Emekten yanadır. İnsanların kökleşmiş inançları ise son derece önemlidir. İnsanlarla birlik olarak bir iş yapılmak isteniyorsa, onlara yabancılaşmak değil onlarla bütünleşmek gerekir. İnsan, zoon politikoon; düşünen canlıdır. Öte yandan insan inanan ve davranan bir varlıktır. Kuşku duyarak davranılmaz, inanarak davranılır. Alevilik hem Türk İlericiliği, hem de Türk Sosyalizmi için bulunmaz bir dayanaktır. Ama sosyalizm için bu coğrafya da, Aleviliği hem de özünden değiştirmeye kalkmak değil, sosyalizmi, Alevilik ile hatta genel olarak insanların yüz yıllardan, bin yıllardan beri sahip oldukları sosyalizm deneyimleri ile zenginleştirmek gerekir. Bunun için kendi insanımıza gerçek bir anlayış ve sevgi ile yaklaşmak gerekli ve yeterlidir. İnsanların sosyalizme gelmesini kendimiz için değil, onların kendileri için istiyoruz. Bunu neden anlamasınlar? TİP’in ilk yıllarında anladıklarını ispatlamamışlar mıydı? Kusuru biraz da kendimizde aramasını öğrenelim.

Teşekkür ederim

Söyleşi: 1998, İstanbul

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile