ŞEVKİ KOCA

ŞEVKİ KOCA

ARAŞTIRMACI / YAZAR

(30 Temmuz 1953 / 5 Mayıs 2003)

Gerçek anlamıyla en verimli çağında, güzellikler üretirken, insan dostluğunun, kamilliğinin nadir örneklerini verirken ansızın aramızdan ayrılıp ışıklar içine karışan Şevki Koca, bundan böyle, eserleriyle, sevenlerinin gönlünde sonsuza kadar yaşayacak bir aşk insanıdır.

Yayınladığı eserler yanında, hiç durmak bilmez üretkenliğiyle yayına hazırladığı birçok çalışması da olan Şevki Koca, Bektaşilik araştırmacılığında da önemli bir isimdi. Yüzyılların büyük Bektaşi Dergahlarını/Tekkelerini inceleyen tarihleriyle birlikte, oralarda görev yapan inanç önderlerinin hayat hikayelerini, onların arşivlerdeki fotoğraflarını ortaya koyan, Bektaşi felsefesini irdeleyen, Odman Baba Velayetnamesi’ni orijinal haliyle yayınlayan bu çok önemli simanın önünde saygıyla eğilirken, kendisiyle yaptığım söyleşilerden deşifre edilmiş beşini sizlere aktarıyorum.

 

AYHAN AYDIN

 

 

BİRİNCİ SÖYLEŞİ

 

Biraz yaşamınızdan anlatır mısınız?

Bugüne kadar neler yaptınız, neler yapmaya çalıştınız.

 

Denizde balık olabilmek...

Kıyıya vuran dalgalar muhakkak denize döner.

Eski tasavvufçular buna mevc derler.

Bütün mevcler deryaya dönecektir.

Vahdette de bu böyledir.

Bir söz vardır, başlangıç ondandır nihâyet yine onadır.

Bu sözcük denize benzetilir dalgalara oluşunca şekiller ortaya çıkar, durulunca her şey herine varır şekil ve suret kalmaz.

Zaman zaman bir takım şeyler ifâde etmemiz o vahdetten, o cemden ayrı olduğumuz anlamına gelmemeli, bu bakımdan özel olarak bir Şevki Koca kelime-i değil Ali oldum, Veli oldum bahane güvercin donunda kondum demiş Hacı Bektâş-i Veli.

108 temel element bir gün Şevki olacak, bir gün Ali olacak, bir gün Veli olacak yine aynı malzeme toplanıp gelecek.

Kendimizi bir vücut vermemektir, maksat vücut vermeden yani “L” mevcut olup mevcudu anlamak içindir.

Tasavvufçular buna “Lâ ilâhe illâllahtan” farklı olarak “Lâ” mevcut “illâ” olduğu derler, asıl olan Allah’tır.

Hepimiz onun tecelli sırrı olarak bir yerlerde görünüp tekrar bu denize döneriz.

Bu bakımdan kendim şahsi kariyerim ile ilgili bir şeyler söylemeyi istemiyorum ama aydınlanmak açısından basit bir iki şey nazarlarımı istediğiniz için kırmak istemiyorum kabul buyurursanız.

Kendim makine mühendisiyim.

Çevre kuruluşlarında çalıştım, gençlik yaşlarımda siyasetle uğraştım.

Mesele bir özel şablona sığınmak değil.

Çok iyi yazar olduğumu sanmıyorum.

Yalnız bilgileri bir ayna gibi yansıtmaya çalışıyoruz.

Fakirin bir gönlü Bektâşî ama bir gönlü de Melâmi’dir.

Yani yukarıda görünmek değil mümkün olduğu kadar zemine inmek de fayda var

Çünkü Kubur’la Kabir aynı yazılır, çukur demektir.

Kubir yüksekliktir ama aslında çukura girmekten farkı yoktur. Önemli olan Kabire girmektir, Kabristana girmektir ve paylaşımcı olmaktır.

Horasan evliyâsı Bağdat evliyâsına  soruyor; “ne yapıyorsunuz erenlerim?, Bağdat evliyâsı cevap verir “biz bulduğumuz zaman yiyoruz, bulamadığımız zaman şükrediyoruz” demiş.

Horasan evliyâsı çok güzel bir cevabı var “onu Bağdat’ın köpekleri de yapar, biz bulduğumuz zaman dağıtıyoruz, bulamadığımız zaman peşinde koşuyoruz”.

Yine Cenâb-ı Peygamber bir harabelik yerden geçerken diyor ki; bir adam görüyor, devamlı namâz kılıyor, 24 saat, “yahu kardeşim sen burada namâz kılıyorsun ama senin karnını kim doyuruyor?”, diyor.

“Vallahi ben burada Allah’a ibadet ediyorum benim bir deli kardeşim var o gidip çalışır, benim karnımı doyurur”, diyor.

O zaman Cenâb-ı Peygamber buyuruyor; “Allah katında kardeşinin yeri senden yüksektir.”

Demek ki bu evreni biz bir yerden atıfetle bulmadık bu evren bize bir miras kalmışsa, Kızılderili’lerin bir sözü var; “bu dünya bize miras değil atalarımızdan çocuklarımıza miras kaldı” diyorlar.

Düğmeye basıyoruz, elektrik geliyor, yapacağımız tek şey elektrik idaresine para vermektir.

Birileri bunlar için ömrünü verdi bu dünyayı böyle hazır bulmadık.

Yani üreten insanlardan devir aldık, üreten bir insan olarak da gelecek kuşaklara devir edeceğiz.

Onun için Cenâb-ı Allah Hut suresinde “emâneti dağlara taşlara teklif ettim kabul etmediler, insan cahildi ve aceleciydi o kabul etti” diyor.

Buradaki cahil abdi anlamında, olumlu anlamda, pozitif anlamda cehalettir.

Çocuğumuzu cahil olduğu için okula yollarız. Aceleciydi ancak kendisinin nefsine zulmeden insanoğludur, gerektiği zaman yemez, gerektiği zaman içmez disiplinler uygulayabilen insanoğludur.

Dolayısıyla insan idrak durağıdır, bu bakımdan gizli güzellikler, her şeyde bir şeyin olduğu Hacı Bektâşî Veli’nin dediği gibi her şeyin güzel olduğu mantığıyla güzellenmiştir insanoğlu.

Hz. Peygamber Efendimiz bir gün bir çadırın etrafından geçerken bir hayvan leşi görüyor, herkes burnunu tıkıyor Cenâb-ı Peygamber “ne güzel dişleri var” diyor.

Onda da ilk cemâli görebilmektir hüner.

İşte bizlerin yaptığı da fakir görebildiğim kadarıyla her şeyin hayır olduğuna, hayra tekabül ettiğine inancım var.

Biz filmin sonunu bilmediğimiz için başında seyrettiğimiz adamı kötü adam biliyoruz, bir de bakıyoruz ki filmin sonunda iyi adam olarak karşımıza çıkıyor.

Eskiden kaza derlerdi, kaza iyi olamamış, gecikmiş anlamına gelir, buradan diyelim ki Bostancı’dan Kadıköy’e giderken arabamız kaza geçirse gecikiyoruz, kızıyoruz.

Halbuki kaza olmazsa belki de başka bir şey olup da öleceğiz, o kazada da bir hayır vardır. İşte Tarikat-i Bektâşî kültürü ve Hacı Bektâş’la gelişen tevhid akidesi bütün escamda vücutlanmış bulunan her şeyin hayır üzerine tekabül etmesi gerçeğini oturtmuştur, ve her şey dışarıyı hiç görmez Bektâşîlik, efendim sana göredir o hayvanın leş olması, akbabaya sorarsan çok güzel bir ziyafettir.

Mevlâna Celâlleddin Rûmi Hazretleri talibi ile yürürken mürebbi ile, yolda bir gübre görüyor hemen burnunu tıkıyor talibi ağzını açmıyor akşam lokma yaptıklarında yemeğe otururken meydanda marul çıkartıyor talip yemeye başlıyor marulu, beğendin mi derviş diyor marulu, çok güzel diyor, işte o gübrenin içinde yetişiyor.

Dolayısıyla bal böceğini balda, gübre böceğini gübrede yaşatmak lâzım. Her ikisinin de cenneti odur.

Hacı Bektâşî Veli Hazretleri, Ahmet Yesevi ekolünden gelmiş, 4 kapı, 40 makamı idare ederek ilk doktorini kurmuştur.

4 okul vardı Yesevi Ocaklarında, ikiye ayrılıyor bir Erdebil okulu var, bir de Horasan ekolü var.

Horasan ekolü 4 kapıyı bulmuş, şeriât, tarikat, marifet, hakikat.

Bakara suresi elif, lâm, mim diyor, kitaptan şüphe etme diyor, öyle başlar.

Neden öyle başlıyor?, insan anne karnına bir mim olarak düşer rükûya bakar lâm olur, sonra elif olur dünyaya gelir.

Yine âyet-i kerimede Kur’an ve insan ikizdir diyor, insana gelen bir Kur’anı Kerim’in mantığını koymaya çalışmıştır, rafta duran Kur’anı Kerim’den bahsetmemiştir.

Hayatımızda günlük işleyişimizde, üretimimizde ben size şâh damarınızdan daha yakınım diyor, arada aya mı var ki aracı olsun, ben kulumun gören gözü, konuşan ağzı, duyan kulağıyım diyor.

Senden gayrılık mı var ki ayrılık olsun.

Demek ki şeriât, tarikat, marifet, hakikat basamaklarında idrak eden bir insan sembolize açı yorumunu Hacı Bektâş ön görmüş, onu da üçe ayırmış.

Benim sistemim taassuptan kurtulmaktır, cehaletten kurtulmaktır, fakirlikten kurtulmaktır.

Taassuptan kurtulmaktır fikri sabitten kurtulmaktır.

Cehaletten kurtulmaktır ilim sahibi olmayı hedeflemiştir.

Sefâletten kurtulmaktır diri, çalışkan olmayı, emek sahibi olmayı emretmiştir.

Yani Kur’anı Kerim’in Arapça manzumelerin içine sıkışmış olan ruhunu Hacı Bektâşî Veli Hazretleri yaşamımıza indirmiştir.

Osmanlı Devleti bu yaşamı, bu felsefeyi bütün kurumlara indirgediği için Balkanlar’da, Rusya’da, Yemen’de akla gelebilecek birçok yerde hudut kurabilmiştir.

Devletler, sistemler, sadece kılıçla kurulmuş olsaydı 70 yıllık Sovyet rejimi çökmezdi.

690 sene süren bir devlet sadece kılıçla ayakta kalamaz, onu besleyen kaynaklar muhakkak vardır.

O Ortodoks düşünceye karşı, Batı Katolik düşüncesine karşı, insanı öne getirdiler ve sürekli olarak Yunus Emre olsun, Hacı Bektâş Veli olsun, Hacı Bayram Veli olsun akla gelen hangi aziz vardır ki insanı amaçlamaz.

Bütün mesele insana gelen bir dokuyu analiz etmek ve ortaya koymak.

Neyi kast etmiş Cenâb-ı Hak; o kuru kelimeleri, lem yelid velem yüled velem yeküllehu küfüven ehad.

Ne diyor; doğurmamış ve doğmamış, demek ki bizim bildiğimiz anlamda değil, dişilik erkeklikten zatını ifade etmeye, şimdi tabiri caiz ise Allah dişi midir, erkek midir, böyle soru olur mu?

Onun tecelli sırrı nereye düşüyorsa o istikamete göre feyiz alır, yani arpa  ekiince buğday çıkmaz.

Bileşim çevresinde 21 saatte dünya bir tur atıyor, bu kader bu kanun demek, güneşe yaklaştığı zaman kış ayı geliyor, güneşten uzaklaşınca yaz ayı geliyor, biz bunun tersini biliriz. Bütün mesele Cenâb-ı Hakk’ın zâtını anlayabilmektir.

Mesela Necm suresinde diyor ki; “ben kulumla o kadar yaklaştım ki arada hiç mesafe kalmadı, bir yay boyu, bir kaş boyu, iki kaş arası, Pir Sultan’da diyor ki; “mihrabımdır kaşlarının arası” bu âyeti anlatmaya çalışıyor.

Hacı Bektâşî Veli, Allah ile kulun yakınlaşmasını istemiş, öbür dünyanın karanlıklarına götürmek değil insanı, öbür dünyayı bu dünyaya getirmeye çalışmıştır.

Ölmeden önce ölmektir marifet.

O karanlıkları aydınlıklara çevirebilecek, Hacı Bektâşî Veli hangi düşünce akımındaydı?

Hacı Bektâşî Veli’nin Türkçe’si tarikat Türklüğüdür, tarikat kültürü Türklüğüdür.

Kur’anı Kerim’in manzum yapısını değiştirmek değil ama sana anlatırken onu Türkçe anlatmak zorundadır.

Yolunu Türklük üzerine kurmuştur.

Kitaplarının hepsi Arapça, hepsini de Sait Emre çevirmiştir. Kur’an’ı Kerim’de Ayân-ı Sabite yazıyor bunun Türkçe’sini bulamazsınız.

Çünkü Türkçe’si yok, Ayân-ı Sabite çekirdeğin içindeki sır demektir.

Onun içinde yaprağı var, dalı var, dokusu da var bunu nasıl Türkçe’ye çevireceksin.

O bakımdan onu yol yani Bektâşîlik tercüme etmiştir, Bektâşîliğin bütün erkânları Türkçe’dir.

 

Babailer içerisinde, Kalenderiler içerisinde Türkçe bilen tasavvufun derinliklerine girmemiş bir Türk öncüsü olarak öne çıkan Hacı Bektâşî Veli kimliğinin dışında; siz bilakis İslâm tasavvufu içerisinde derinliklere inmiş bir Hacı Bektâşî Veli portresi çiziyorsunuz.

 

Birisi yabancı âyet okusun hemen anlıyorum. Çünkü içinde Alevîlik olacak, Mevlevilik olacak, Alperenlik olacak hepsinin tutması lâzım.

Hacı Bektâşî Veli tevhidten şaşmamış, Allah’tan başkası yok ama bu Türklük kültür Türklüğüdür.

Onun içinde Laz’ı, Arnavut’u, Kürt’ü, Boşnağı, Çerkez’i kim varsa fark etmiyor bir üst kimliktir ama orijinal çevirilerini Arapça yapmıştır ama Arap’ın anladığı Arapça değil, Rab’ça yapmıştır. Kur’anı Kerime “kulhuvallahü ehad” denmiş “ehad” bir demektir, zâtı ifade etmektir.

İnsanoğlu bu evrende halden hale geçiyor, evrende yaptığımız bir şey yok ne çoğalma var nede eksilme var.

Orada da bir şey yok. Her şey dünya düşüncesinin içerisinde.

İskoçların bir atasözü var; “Bu yeryüzü çatısı altın söylenmiş yeni bir söz yoktur.”

Amerika’yı keşfettim diyor, yahu Amerika yok muydu?

Hadi diyelim ki keşfettin kim keşfetti?, Kızılderili için keşif olur mu, adam orada yaşıyor zâten.

Pastör kuduz aşısını buldu, diyorlar. Yahu o aşı bir çiçeğin içinde duruyor sen gidip onu bulmuşsun.

İnsanlar dünyaya Türkçe gelmişlerdir.

Manâyı anlamak lâzım, Alevî, Bektâşî kökenliyiz diye gidip camilerde milleti mi keselim, Yezit’ten ne farkımız kalır.

Demek ki manâ olan Ali’ye, manâ olan Hüseyin’e gelmedikten sonra adamın ne kabahati var.

Adam Allah diyerek gidiyor iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor. Mesele kendi içinde olgun insan olabilmek.

Hacı Bektâşî Veli’ler ve diğer ulular hangi inanç damarından beslendiler?

Kimisi Hikmet nazariyesi derler. Eshâb-ı suffa vardır, Hz. Peygamber’in yanında. Bunlar 40 kişidir.

Cenâb-ı Peygamber halka işle ilmini anlatıyor ama buraya tevhid ilmini anlatıyor.

Suffa boşalma demek, tasavvuf boşalmış demek, ayıplardan boşalmış seccadeyi ve tespihin her şey olmadığını tefekkür eden manâyı anlayan insanlar, Romen Diyojen’de tasavvufçudur.

İlk insan ne zaman başlamışsa iki kişi bir araya gelince tasavvuf başlar biri zâhir diğeri batındır, biri içe bakmış diğeri dışa bakmıştır, ama tasavvufun bir de talâk tasavvufu vardır o da boşalma demektir yani üç kere boş ol deyince boşanırsın işte öyle ama fenafillah.

Hacı Bektâşî Veli; ikiye ayrılıyor semavi dinleri.

Birisi Hakk’a giden yoldur; diğeri menzildir, biri Hakka salavat diğeri Hakta olan salavattır, diyor.

Hakta olan salavat vücutta ikilik vardır, iradelerle ikidir. Hakk’a olan salavat tektir. Zâten evrende irade tek olduğu için güneş sisteminin manzumesi şaşmıyor.

Sonuçta baki olan Allah’tır.

Meselâ fâni deriz; şeker nereye kadar şekerdir örneğin çayın yanına kadar ama çayın içine girdikten sonra şeker denmez çay olmuştur o yani fâni olmuştur ama kaybolmamıştır.

İki zamanda bir zuhur, iki zuhurda bir zamanda olmaz, kalp her atışında bir zaman için atar işte bu talâka geçebilmek Bektâşî’ye buna vahdet-i mevcut demiş.

Diğer tarikatlar vahdet-i vücut demiş, vücut varsa vahdet birlik demek vücut iki iki birlemeye çalışıyorsun.

Vahdet-i mevcut senin benim, vücudu yok, Allah’tan başka bir vücut yok demektir.

Bunları anlatmak zor bir hadisedir.

Bunlar katlı anlatımdır sadece bu sözlerle sınırlamakta yanlış olur.

İşte Hacı Bektâşî Veli o büyük tevhid düşüncesini Ahmet Yesevi ile gelen sistematize etmiş meydanına koymuş onun için Bektâşîlik 12 post, 17 niyaz.

Nutfe anne karnına düştükten sonra 17 ili gezerek dünyaya gelir.

Kur’anı Kerim’de Adem erkek midir, dişi midir, diye yazmaz. Havva için ise Adem ve eşi diye geçer.

Adem kız anlamına da gelir, erkek anlamına da gelir.

Hz. Adem başka, Adem başkadır, karıştırmayalım.

Nutfeden bahsetmesi İbrahim Peygamber nefsi ile İsmail, nefsini kesmeye çalıştı.

Kışın canın dondurma ister yersin, yesen de zulmedersin yemesen de.

Yesen canına zulmetmiş olursun, yemesen nefsine zulmetmiş olursun.

O bakımdan İbrahim Peygambere diyor ki; nefsini tut.

 

Söyleşi: Cem Radyo, 13 Temmuz  2001

 

İKİNCİ SÖYLEŞİ

Sevgili Şevki Koca, şu ana kaç kitabınız yayınlandı?

 

Şu anda dört tane bitti. 

Potansiyel kitaplarımız var ama yayında değil.

Yayımlanmak üzere Edib Harâbî Baba Divanı var.

Onu da Dursun Gümüşoğlu ile hazırlıyoruz.

578 sayfalık orijinal Süleymaniye nüshasını aldık.

Zâten Harâbî Baba’nın 1937’lerde Hüseyin Erdekut Baba tarafından İzmir’de çıkartılmış dar bir kopyası vardı, bu bulduğumuzda aslında orijinal değildir.

Harâbî Baba’nın taslağıdır, orijinali kayıp.

Fakat çevirebildiğimiz kadarıyla bu metni hazırladık o da yakında Can Yayınları’nda basıma girecek.

Odman Baba Velâyetnâmesi’ni, Göçek Abdal’ı 1473 orijinal versiyonundan çevirdik.

Çağatay Türkçe’si ile ve bugünün otantik Türk diline çok çarpıcı örnekler getirecek bir güzellikte bir tadı var bu çalışmanın.

İnşallah yayınlama alanı bulabilirsek hem tarihsel açıdan bir bilgiyi yerine ikmal etmiş olacağız, bir de toplumsal kültürümüze katkıda bulunmuş olacağız.

(Bahsedilen bu iki önemli çalışma da yayınlanmıştır. Ayhan Aydın)

 

Çok daha geniş boyutlu ve ileriye dönük çalışmalarınız da var, Bektâşîlik tarihi ile ilgili.

 

Bütün Bektâşî dergâhlarının, 600 yıllık Osmanlı sürecinden cumhuriyete sarkmış olanlar da dahil, Balkanlar’dan Mısır’a kadar, Danzink’ten Cezâyir’e kadar olan geniş yelpazedeki Bektâşî dergâhlarını  bir araya getiren bir çalışma içindeyiz.

Bektâşî Dergâhlarının Postnişinleri, diye ve mümkün olduğunca resim ve belgelerle, fotoğraflarla donanmış bir şekilde tanıtmaya amaçlayan bir potansiyel çalışmamız var.

Ama bu uzun vadeli bir çalışma sanırım.

Nasıl oluyor da sınırlar aşan Hıristiyan dünyasındaki azizlerin gönüllerini fetheden ve Türk düşünce dünyasının derinliklerinde Türk dilini ve edebiyatını da İslâm çerçevesinde yaşatan Alevîlik, Bektâşîlik, Mevlevilik, Melamilik bu büyük inanç ve kültür Balkanlar’dan Avrupa’ya kadar yayılmış?

Nasıl bir yol ki insanların gönlünü fethetmiş?

Tarihsel olarak Selçukluların son dönemi yani III. Alâeddin Keykubat dönemlerinin içinde bulunduğu mobilizasyona adil topraklar içinde çok iyi bilmek gerekiyor.

Hacı Bektâş Veli Hazretleri 1242 yılında Horasan’dan geliyor, neyle geliyor?

Bir kültürle geliyor. Ortada Selçuklular’ın son döneminde merkezi birlikte kalmamıştı eyalet reisliği yapan Nurettin Caca gibi yada Karamanoğlu’nun beylikleri gibi parçalanmış bir milli birlik vardı, bir de Moğol saldırıları vardı.

Bu arada bir büyük düşüncenin gelmesi lâzım, birleştirici bir düşüncenin gelmesi lâzım menakıblarda Hz. Pir güvercin donunda gelir yani güvercinden daha masum bir  don olsaydı onunla gelirdik, der kitaplarda.

Bu mürşit köklü bir Yesevi ekolünden tasavvuf eğitimi almıştır. Yani bir başka ifade ile anti radikal bir düşünce, bir din anlayışı getirmiştir. Keskinliklere agresif yapılara karşı mütemeyyin olan  daha liberal, dini daha objektif tanımlayan ve daima dostluk ve insanlık mesajlarını içeren bir yapı getirmiştir, Hz. Pir.

Türkmen geleneğine göre bir kurultay toplanır.

O kurultayda menakıblara göre Osman Gazi’nin hanlığa atandığı dönem olarak geçer ve bu atama sırasında Hacı Bektâş Veli’nin kendisini kutsadığı anlatılır. Hatta burada Kumral Baba,  Şeyh Süleyman-i Türkmanî, Sarı İsmail, Ahi Evran, Taptuk Sultan gibi azizlerinde bulunduğu rivâyet edilir.

Bu büyük insanlık düşüncesi çok kısa zamanda gerek Hıristiyan dünyasının kendi iç çelişkilerindeki feodal baskılara maruz kalmış halk arasında ve gerekse büyük Moğol baskıları altında kalmış Anadolu halkı arasında bir birleştirici meşâle olur, topluma zâten felsefe yapabilme gücü vardır.

Anadolu toplumu felsefe yapabilen bir toplumdur, yapabildiği için bugün ayaktayız.

Yunus Emre’yi çıkartabilmiştir, Mevlâna Celâleddin’i çıkarmıştır, Hacı Bayram Veli’yi çıkarmıştır.

Genetik bir felsefe bilinci vardır, toplumsal katmanların her yerinde.

O bakımdan bir Acem yada bir Arap tasavvufu hiçbir zaman emperyalist bir şekilde Anadolu insanına yansımamıştır.

Bu kadar baskıya, bu kadar darbeye karşın Anadolu halkı direniş gösterebiliyorsa, bu 700 yıllık geleneksel felsefe yapabilme gücünden gelebilmektedir.

Hacı Bektâş din kadim anlamında bir felsefe sistemin adı değildir. Ama düşünerek akıl ve aşkın dengesini bularak buna yaklaşmıştır.

Keskinliklerden yani Kuran-ı Kerim ve âyetlerinin egzotorik yoğunluğu ile gelmiştir, Batıni yoğunluğu ile gelmiştir.

Yani insana gelen yorumları ile gelmiştir.

İnsanın dışında bir merkez tanımadığı için özellikle Ortodoks dünyasında gerekse Anadolu toprakları içindeki gayri kabil dini akımlar karşısında Bektâşîlik yıkmaya bir orta yol bulmuştur.

Ahilik gibi, bir orta denge bulmuştur, keskinlikleri ortadan atmıştır, aşıladıkları taassubu ortadan atmıştır.

Hz. Pir’in geniş felsefesi de üç temele dayanır; taassuptan kurtulmak, cehâletten kurtulmak, sefaletten kurtulmak.

Bizim Allah-Muhammed-Ali dediğimiz tevhid-i sıfat, tevhid-i efâl, tevhid-i zât dediğimiz bütün üçlemelerimizin temelinde büyük insanlığa yaklaşmak vardır.

Çünkü Cenâb-ı Hakk  “bilinmek istedim halkı yarattım” diyor, ben kulumun gören gözü konuşan ağzı duyan kulağıyım diyor.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mahzarında tecellisinden başka bir şey değildir.

Bütün şerefleri üzerinde toplayarak yaratılmış bir canlıyı nefsi-i emmâre batağında yanlış yollara sürükleyen dini akımlar karşısında bir süspansiyon rolü oynamıştır ve Osmanlı’nın kuruluş felsefesi temelinde de bu barışçı ve devşirme gelenek vardır.

Bir başka ifâde ile söylersem zürriyeten Müslüman değil, fıtren Müslüman yapmaya çalışan bir zihniyet vardır.

Dolayısıyla bakarsanız sadrazamların birçoğu Sırp’tır.

Sokullu Paşa, Osmanlı’nın günümüze kadar yansıyan birçok yasalarınız yapan değerli bir sadrazam Sırp prensidir.

Mimar Sinan Hz. Ağırnas’lı bir Ermeni çocuğudur.

Yeniçeri teşkilâtı kurulacağı sırada bir Pençik Kanunu yapıldı. Daha sonra da Yeniçeri antlaşmasına döndürüldü, devşirme kanunu yapıldı.

Bu devşirme kanununda da temel fikri mefkûre birliği arandı.

Büyük insanlık düşüncesine intisap edenlerin dinleri, imanları sorgulanmaksızın sadece insanlığa yapacakları katkılar düzeyinde büyük bir barış ortamı yaratıldı. Ve burada yapılan bir anlaşmaya göre Acemler, Araplar ve Yahudiler dışındaki kalan kesimlerden devşirme asker toplandı.

Bunlar 40 yaşına kadar evlenmezlerdi.

Müslüman olurlardı ve Bektâşî Tarikatı’na girerlerdi.

Giderek zamanla bu yapıların içinde de bozulmalar oldu.

Ama kuruluş felsefesi büyük insanlığı taşımakta hangi dinden, hangi niyetten olursan ol, Mevlâna Celâleddin Rumi Hazretleri’nin dediği gibi, yüz bin defa tövbeni kırsan yine gel, umutsuzluk kapısı değil burası.

Zâten din umut kapısı olmalı.

Maâlesef dini umutsuzluk kapısı haline getirenler yüzünden çekiyoruz günümüzdeki çileleri.

Hz. Pir bu büyük düşünceyi koyduğu zaman insanoğlunun genetiğinde yatan, genlerinde yatan o büyük saygın ruh yeniden canlandı.

Ve çok süratli bir şekilde gerek Balkanlar’da, gerek Karadeniz’in kuzeyinde, gerek Doğuda, gerekse Akdeniz’in kıyısında yüksek ölçekli bir tasavvuf bilinci ve dostluk köprüsü oluştu ve onların çoğu da Bektâşî oldular, birçok dergâhımız da oldu.

Söz gelimi Bulgaristan’ın Pazarcık İlçesi’nde Ballı Baba vardır. Ballı Baba Tetova’ya gelmiş bir azizdir. Ama Sersem Ali Dedebaba’yı Kanuni Sultan Süleyman sürgüne yollamışlardı. O da kendisine biat etti ve gitti Ballı Baba’ya.

Sizce bizim Osmanlı Tarihine bakış açımız nasıl olursa doğru bir bakış açısı olur?

 

Fakire göre şöyle olursa doğru olur; hepsi kötüdür dersem doğru olmaz.

Onun iyi tarafları da vardır, kötü tarafları da vardır.

Her siyasi mekanizma gibi, bunun neresinden baktığınıza bağlı.

Hiçbir evliyâ ve ulular siyasete bulaşmamıştır ama siyasetçiler daima onlara bulaşmışlardır.

O bakımdan Osmanlı’nın iyi tarafına baktığımız zaman; bizim genetik Anadolu kültürünü folkunu ve bütün jeneriğini eski Frigler’den gelen, Etiler’den gelen 1200 yıllık Bizans üzerine kurulmuş olan bütün o Batı medeniyetlerinin bir tümü latif ortamı olarak geldiği için, bütün güzel değerlerle bezenmiş olduğu görülür.

Dolayısıyla güzel değerler Ehlulullah yolunda büyük bir tasavvuf ülküsü yaratarak bir barışçı ruh yarattı.

 

Anadolu dışında en büyük dergâhlarımız hangileridir?

 

Dimetoka’da Seyit Ali Sultan Dergahı vardır.

Mısır’da Kaygusuz Abdal Dergâhı vardır.

Yunanistan’ın Katerin ve Reni Dergâhları vardır.

Girit’in Resmo, Kandiye, Hanya Bektâşî Dergâhları vardır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, Detroit’te Recep Ferdi Baba tarafından Taylor Bektâşî Dergâhı ismi altında büyük bir dergâh açıldı.

 

Yalnız Mısır Kaygusuz Abdal Dergâhı için müverrihler bir hata yaparlar; bir postnişinlik silsilesi ile tek bir dergâhtan, bir koyundan altı post çıkartır gibi, altı dergâh sayarlar.

Halbuki onların hepsi meşrutadır. Asıl dergâh Kasr-ül Ayn Dergâhı’dır, Nil Nehri’nin kıyısındadır, temel kuruluş buradadır.

Bu dergâh Abdal Musa döneminde Kaygusuz Abdal tarafından kurulmuş bir dergâhtır.

Fakat zaman içinde bu dergâhın meşrutaları oluşmuştur, bir başka Kaygusuz oluşmuştur, El Mukattam Dergâhı, Abdullah Ensari Dergâhı oluşmuştur.

Bunlara rağmen bir tek postnişinlik silsilesine bağlıdır. Burası önemli bir dergâhtır.

Önemli Bektâşî dergâhlarında Harabâti Baba Dergâhı vardır; Tetova’dadır.

Makedonya’da olan Çiçevo Dergâhı yada Karacaoğlan Dergâhı vardır.

Bunların bugün yaşayan postnişinleri vardır.

Mesela Tahir Emini Baba şu anda son postnişin olarak Tetova Dergâhı’nda postnişinlik yapmaktadır. 

Ziya Paşoli Baba da Çiçevo Dergâhı’nın postnişinliğini yapmakta.

Bunlar tarihi dergâhlardır.

Bunların dışında yakın zamanlarda özellikle 1990’dan sonra yeni yapılanan Avrupa içinde mesela Çiçevo yakınında Ninova Köyü’nde bir dini dergâh daha yapmışlardır.

Bir anlamda cemevi dergâh birleşimi bir kapsamdır. Daha geniş mahiyette bir kültürü vardır ve yapısı vardır.

Bunun dışında Danzing’de var, Rusya’da var, Filibe’de var, Yunanistan’ın Katerin ve Reni Dergâhı vardır.

Reni Dergâhı’nın eski ismi Durbaali Baba Dergâhı’dır.

Hz. Pir’in postnişinliğine kısa bir dönem bakmıştır. Durbalı Baba da derler.

Gazi Paşa’nın annesi buranın son postnişinlerinden Tayyar Baba’dan Bektâşî intisabı almıştır, Reni Dergâhı’ndan.

Yunan hükümeti de onun bilincine vardı. Bir dönem metruk kalmasına rağmen şu anda onarmaya başlamışlar ama içleri kuru dergâhlar, postnişin yok.

Girit’in Resmo, Kandiye, Hanya gibi bölgelerinde Bektâşî dergâhları vardır.

Şimdi Girit hükümeti tarafından onarıldı, ziyarete açıldı.

Yine modern çağımızda açılan 1954 yılında Recep Ferdi Baba tarafından Amerika Birleşik Devletleri tarafından Detroit’te büyük bir dergâh açıldı, Taylor Bektâşî Dergâhı ismi altında.

 

Şu anda hatırlayamıyorum ama yüzlerce dergâhımız var.

 

Mimarlar şahı Mimar Sinan’ın Bektaşi olduğunu biliyoruz. Onun hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?

Mimari açıdan eserlerini değerlendirmeden önce kendisini tanımak lâzım.

Kendisi Bektâşîliğin engin, fikri kültürel potasında erimiş bir insan.

Kendisi 1490 yılında Kayseri’nin Ağırnas İlçesi’nde doğuyor ve Yeniçeri teşkilâtına giriyor.

Kabiliyetli de bir genç, bunu kısa zamanda kışla mektebinde alıyorlar mimar olarak yetiştirmeye başlıyorlar 1512’lerde.

 

Kısaca anılarını şöyle anlatıyor;

 

“Kendimi elimden düşmeyen pergele benzetirdim, pergel nasıl bir ayağı bir noktaya saptamıştır ve öbür ayağı ile gezer dolaşırsa, ben de hem mesleğime canı gönülden sarılıp mesleğimde yükselmek, hem de gaza yollarının verdiği fırsatla memleketler dolaşıp görmek isterdim.”

 

Yaşamından 40 yıl sonra yazılmış bir nefes vardır, uzundur ama kısaca okumak istiyorum:

 

Olup Yeniçeri çektim cefayı

Piyade eyledim nice gazayı

Yolumla, san’atımla, hizmetimle

Day-ı akran içinde gayretimle

Vuruştum taa tıfriyet çağında

Yetiştim Hacı Bektâş Ocağında

 

Rodos’uyla, Belgrat’ta azimet

İdip geldik sağ-u selamet

Yoluma eylediler altı sedvan

Seffer kıldı fuatça şahi devran

Adım Agop idi Sinan eylediler

Hacı Bektâş Ocağına kul eylediler

 

Bu şair ve yazar anlatırken onun ruh halini de anlatmış.

İşte bu mühtedi dedikleri, dönme dedikleri ama dostluk noktasında gerçek anlamda Müslüman olmuş olan insan kırk yıllık ömrüne; 81 cami, 65 tekke, 51 mescit, 55 medrese, 26 okuma odası, 18 imaret, 3 tane hastane, 7 büyük su kemeri, 8 büyük köprü, 18 kervansaray, 6 mahzen, 33 saray, 35 hamam, 17 türbe ve sayısız sebil ve çeşme yapmıştır.

Hatta İstanbul’un suyunu getirten Büyük Çekmece ve Terkos’tan bu zatın evine su çekti diye ceza vermişlerdir.

Osmanlı son döneminde maâşını kesmiştir.

Burada bir kadir bilmezlik yapılmıştır kendisine.

Süleymaniye Camii’nin, Selimiye’ye göre bir özelliği vardır. Süleymaniye Camii’ne kuşbakışı bakıldığında çekilen fotoğrafları ile yandan kubbeye aldığımızda Osmanlıca, Ya Ali Hü! yazar.

Sizin geçen seneki topladığınız  İnanç Önderleri Toplantısı’nın oturumlarda yazılardan bir yazar tarafından bir mimardan alıntı olarak yansıtılmış.

Güzel olan Süleymaniye ve büyük olan Selimiye’dir.

Çünkü dönemin padişahı; Ya Süleyman seni yendim dedi, Süleyman Peygamber’e bir nazire yapıldığını söyledi.

Bütün bunların inşaatlarında mekanik işçilik yapmamıştır Mimar Sinan, ama mimarlık çizimlerini yapmıştır.

O 1200 yılı Bizans’ın heybetli binalarının karşısında rekabet unsuru olarak hep Mimar Sinan dönemi onun açtığı çığırla gidilmiştir.

Bugün Arap kültüründe sabah akşam camiden bahsederler ama cami yapmasını dahi bilmiyorlar.

Kâbe-i mutaharanın dışındaki revaklara kadar bizim mimarlarımız yapmıştır.

Mısır’da, Kahire’de bütün büyük camileri de Osmanlı mimarları tarafından yapılmıştır.

Yani teknik anlamda yine Balkanlar’da o güzel köprüleri Mimar Sinan’ın açmış olduğu o şevkle yapılabilecek, o günkü mimarlar bugünkü mimarları görseler intihar ederler.

Mimar Sinan’ın bir estetiği vardır.

Mimar Sinan’la kimlik bulan Bektâşîliğin ulaştığı sınıfsal dokudur.

Yeniçerilik dediğimiz o sistemin içinden çıkan öyle dahiler, öyle güzel insanlar var ki, bunlar tarihin kayıtlarına geçiyor.

Nice ozanlar ve şairler Bektâşî?

Öyle bir kültür ki, hicri 749’da Hz. Pir’in Hakk’a yürüdüğü varsayılır, 750’de I. Murat iktidara gelmiştir, 20 sene sonra Odman Baba diye bir zât geliyor.

Hz. Pir’in Hakk’a yürümesinde, Bulgaristan’ın Hoskova Kasabası’na geliyor orada dergâh kuruyor ve irşada başlıyor. Mümkün müdür bir inşaat yapıp içine girmek?

Onun sanatı var, estetiği var.

O münevver bilincin yansıması var ve kabir taşında da, kısaca okuyabilir miyim Odman Baba’nın

 

Hanigâh-ı dergâhında aşk-ı can-ı baş’ıla

Hizmetirde bendelerdim nice âla vü gedâ

Horasan’da yediyüzdoksanda uruc eyleyip

Nice abd-i âl ile geçti Rumeli’ye haliye

Hem sekizyüzseksenüçte göçtü şol Od’man Baba

 

Demek ki o kadar eskilerden gelen bir Odman Baba kültürü var.

Bu kültürel dokunun mahsulü boldur.

Bu yaşadığımız kültür bir Kul Himmet, hatta çağımızda bir Aşık Veysel çıkabiliyorsa, bu kültür gökten zembille inmiş değil, onun alt yapısında var, toplumun yüreğinde var, bilincinde var.

Bizim bir ecdat kalemiz vardı kalenin ismi cedten de gelir, fakat temelde Osmanlı’nın kurduğu bir kale bu.

Mesele buranın yıkımı değildir. Biz neler yaptık ama Araplar yıkıyor. Bir öz eleştiri yapmamız lâzım.

Bugün bakınız Şehitlik Dergâhı (Rumelihisarüstü’ndeki Nafi Dergahı) perişan halde, Karyağdı Baba Dergâhı perişan halde.

Bırakın insanımız perişan halde.

Biz gönül kâbelerini kırmışız.

En başında eleştiriyi kendimize dönerek yapmamız lâzım.

Neyimizi koruyabildik?

1964 yılında Pir Evi müze oldu.

1964’e kadar mezbeleydi özel kanunla oldu.

Düşünün Hacı Bektâşî Veli gibi dünyayı etkilemiş bir şahsiyetin evine sahip çıkamadık biz.

Şahkulu Sultan Dergâhı 3 defa yakıldı, hırsızlandı.

1980’lerden sonra Alevî canların biraraya gelip onların gayretiyle ayakta durdu. Bugüne kadar devletten hiçbir şey görmediler.

Bütün mesele şuradadır: dışarıdakini eleştirmek kolaydır, kendin evini temizlemişsen dışarıdakini eleştirme hakkın vardır. Temizlememişsen, eleştirme hakkında ortadan kalkar.

Bugün bütün Balkanlar’dan, Balkan hükümetleri tarafından sosyalizmden çıkıldıktan sonra, vakıf arazilerine kadar bütün dergâhlar bulundu sahiplerine verildi, veriliyor.

Bulundu Bektâşîler’e verildi.

Sadece Bektâşîlere değil Halveti’yi buldu verdi, Celveti’yi buldu verdi, Dadiri’yi buldu verdi.

Bizler bunun bile farkında değiliz.

Bu genetik kültür onları da etkilemiştir. Çünkü bu insanlığın ortak malıdır.

Afganistan’da Talibanlar eski tarihi eserleri tahrif ettiler, onun ortak değer olduğunun farkında değiller, onların kafasının içinde putlar var, o putu kendi kafasının içinde kıramadığı için tarihi eserleri yıkıyorlar.

Aynı şekilde Ecyad Kalesi’ni Arap yıkar.

Buradaki Karyağdı Baba Dergâhı’nı da biz yıkarız.

Onlar oradan, biz buradan bu işi çok güzel başarıyoruz.

Çocuklarımıza anlatacak yol kalmadı.

Eskiden filanca tarihi çeşmeden çık, tarihi fırınının yanından geç, tarihi çam ağacının altındaki evdir, derdin.

Şimdi böyle bir tarifi yok ki! Bu eskilerde kaldı.

Bendim semt değiştirirsem kendim kaybolurum.

700 yıllık İstanbul çocuğuyum ama İstanbul’umu kaybettim.

Bu nedenlerle geniş düşünmek gerekir aziz dostum.

Meseleler öyle derin ve geniş ki, neresinden tutsanız sorun, sorun.

Mesala Kültür Bakanlığının ne iş yaptığını anlayabilmiş değilim.

Bu işten başka ne iş varsa onu yapıyorlar. Bir tek kendi işlerini layıkıyla yapmıyorlar.

Bir atasözü vardır; “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras almadık, çocuklarımızdan miras aldık”.

Meyve çağındaki ağacı anlatamazsam çocuğa, eriğin nasıl yetiştiğini anlatamazsam, bu çocuk geleceğini nasıl kuracak, birilerini nasıl yönetecek, hayatı nasıl idame ettirecek?

Az buz değil, yapacak gerçekten de çok işimiz var.

 

Söyleşi: Cem Radyo, 26 Şubat 2002

 

ÜÇÜNCÜ SÖYLEŞİ

 

Koyun beni Hakk aşkına yanayım

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

Kadılar müftüler fetva yazarsa

İşte kement işte boynum asarsa

İşte hançer işte kellem keserse

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

Ulu mahşer olur divan kurulur

Suçlu suçsuz gelir anda derilir

Piri olmayanlar anda bilinir

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz

O da bizim ulumuzdur pirimiz

Hakk’a teslim olsun garip canımız

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

 

Bu gelenek ve kültür içerisinden süzülüp gelmek aynı zamanda sorumluluk gerektiriyor. Çünkü tarihten alınmış olan miras gelecek kuşaklara aktarılırken yaşayan bir inanç ve kültür olarak da gençlere özellikle birçok şeyin verilmesi, doğru şekilde aktarılması gerekiyor.

Bu nedenlerle sorumluluk biraz daha artıyor sizler ve bizler açısından kolay bir yol değil, öyle değil mi?

 

Son derece haklısınız. Özellikle taşıdığımız Batıni yükün önemine ve içinde yaşadığımız ülke koşullarını da göz önüne alırsak bu yola emek vermiş olanların sadece ilmi değil aynı zamanda siyasi, sosyal, hukuki her alanda bir başka sorumluluk yüklendiği de ortada.

Siz araştırmacı lafının arkasını dolduran güzel bir isimsiniz. Araştırmak demek sadece yazılı metinler üzerinde yapılan birtakım fikri jimnastikler, yorumlar, okumalar değil de bir de alan araştırmaları var bunun önemi yadsınamaz. Siz fırsat buldukça olanaklar ölçüsünde birçok ülkeyi de gezdiniz ve en son bugünkü programımızın ana konusunu teşkil edecek son seyahatinizden bahsedeceksiniz... Makedonya, Mısır, Bulgaristan, Girit birçok ülkeye ziyarette bulundunuz. Nasıl doğdu bu fikir, bu geziler nasıl başladı, nerelere gittiniz?

 

Naçizane söylüyorum bu yola bir çivi çakan kim varsa onun kulu kölesi olurum, öncelikle bunu söylemek arzusundayım. Bu konuşmanın başında da Cem Radyo’nun değerli dinleyicileri, Fakiri tanıyanlara ayrıca saygı, sevgi ve aşkı niyazlarımı iletmek istiyorum. Mesele Fakir burada didaktik olarak bir şeyler anlatmak istemiyor, bu meseleyi hatta sohbeti de aşan muhabbet anlamına getirmek gerekiyor. Çünkü sohbette birisi anlatır birisi de dinler, sanki medrese de hoca var elinde falaka karşı da öğrenci var. Muhabbette karşılıklı iletişim vardır, hub kökünden gelir Kuran’ı Kerim’de. Muhabbet karşılıklı olduğu için sohbetten farkı vardır. Kabul buyurursanız analitik bir program yapmaktan ziyade daha muhibbi, daha didari, daha cemali bir program haline getirmek istiyorum ve bunu bir muhabbet formatına indirmek istiyorum.

Ünlü Mimar Sinan, Selimiye Camii’ni yaparken, bitirmiş camiyi karşısına geçmiş bir seyredeyim şu eserimi demiş; kubbeye bakmış, minareye bakmış bir de küçük çocuk seyrediyor yanında, evlat beğendin mi demiş camiyi, vallahi amca yaptın ama bunda bir sakatlık var demiş, nesi yanlış demiş Mimar Sinan, minare yamuk demiş, olacak iş değil ama çocuk doğru söylüyor, nasıl anladın demiş Mimar, kubbenin üzerine doğru gidiyor minare yarın orada namaz kılacaklar minare devrilirse herkes ölecek demiş, hemen çağırın ameleleri diyor Mimar Sinan, minareye bir ip bağlıyorlar, oğlum sen de karşıya geç diyor. Bunlar çekiyor düzeldiği zaman emir ver dursunlar diyor, adamlar çekiyorlar oldu mu oldu demiş çocuk; tamam demiş, düzeldi bırakıp gitmiş.

Bu çocuğun sözüne uydum böyle işler yaptırdım... Niye yaptırdım bunu?, “Bir şeyin şuunu vukuundan beterdir” demiş. Bu çocuğun söz yarın büyür Mimar bir cami yapmış ama minaresi yamuk diye. Hadiseleri erenlerimin nazarlarının gözünde de bu açıdan bakarak izah etmek istiyorum. Biz doğru olan caminin minaresini düzelteceğiz, yoksa zannedildiği gibi izlenimlere ekosantirik düşüncelere bir anlamda meyil vermek arzusunda değilim.

Bizim tarih kültürümüzde bir harp tarihi anlatılır bizde bildik bileli, bir kültür tarihi anlatılmaz. Bütün Osmanlı tarihine bakın hatta eski Selçuklu tarihlerine; genellikle didişmeler üzerine kurulmuştur tarih, oysa bir de kültür tarihi vardır toplumun ve Diyarı Rum’a, Hacı Bektaş-i Veli’nin teşrifleri ilim gelmiştir. (Sanıldığı gibi Hacı Bektaş-i Veli 80 yaşında değil 26 yaşındaydı) Diyar-ı Rum dediğimizin de sınırı yok, ilmin varabileceği sınırdı orası. Genellikle de Tariki Bektaşiye Kültürü ve Ehlibeyt eksenindeki büyük kültür daima bunu bir saptama olarak söylüyorum, Ortodoks Hıristiyanlığı üzerinde yürümüştür. Ortodoks Bizans İmparatorluğu 17 tane Haçlı Seferi görmüştür ama bu Haçlı Seferleri sadece Müslümanlara yönelik değildir. Bilinmeyen taraf buradadır, aynı zamanda dönemin her gelen Bizans İmparatoru gelen bu adamları kendisinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Çünkü bunlar Hıristiyan, Müslüman demiyor herkesi talan ediyor, Katolik zihniyetidir bu oysa Ortodokslar bunlara karşı bir mukavemet ağı koymuşlardır ve dikkat edin bütün Fütüvvet yolları da Ortodoksların üzerinde olmuştur.

Osmanlı’nın gidebileceği en son sınır Avusturya, Macaristan’ı geçmiştir ondan sonra Katolik alemi başlamıştır, yedi düvel bir olmuştur. Bütün Balkanlar olsun ve bütün Osmanlı toprağının üzerinde olsun Antakya’sından nereye kadar giderseniz gidin Hıristiyan kültürü de Ortodoks kültürü üzerinde yaşamıştır. Ortodoks kültürü, Bektaşi kültüründe bir uzlaşma vardır. Sözgelimi Alevi, Bektaşi düşüncesinde o eksende fakir Orta Asya’ya da gitmişimdir çeşitli yörelerine, hiçbir yerinde bizde yaşanan bir Alevi, Bektaşi ekseni göremezsiniz; isterseniz Ahmet Yesevi’nin memleketine gidin, isterseniz geniş alanları dolaşın.... Dolayısıyla bütün düşünce sistematiği Hacı Bektaş-i Veli’nin girişi ile başlayan Anadolu topraklarında Balkanlar’a kadar giden Ortodoks mekanları üzerindedir. Fütüvvet yolu dedim enteresandır, bugün biz seyahatler yaptığımız için zaman zaman temaslar da yapıyoruz. Fütüvvet yolu Bulgaristan’ın kuzeyinden gitmiştir daima, Osmanlı’nın yayılma politikasının içinde de bu vardı. Çünkü Bulgaristan’ın güneyinde yol yok, iz yok orduyu geçiremezsin ve askerin gidebileceği yere önce kolanizatör dervişler gitmiştir her zaman. Yani önce gönül fethi yapılmıştır; sadece kılıç zoru ile hiçbir yere varamazsınız.

Aşağı yukarı 650 - 700 yıllık bir Osmanlı sadece kılıç zoru ile almaya kalkışılsa 700 sene sürdüremezdi. Bu birlikteliği, bu çeşitli dinlerden, çeşitli kültürlerden, çeşitli örflerden bileşkelerden olan düşüncelerin bir büyük insanlık düşüncesinde örtüşmesiydi.

Bugün Bulgaristan’a gidin Kuzey Bulgaristan’a orada birçok Hıristiyan’ın yanı başında da bir Bektaşi yatırı göreceksinizdir, halâ da öyledir. Hıristiyan’ın çocuğu olur Bektaşi babasına götürür başını okutturur, onlar için fark etmez bir aziz kültürü gelişmiştir, bir Alperen Kültürü gelişmiştir. Bugün teknik olarak anlatıldığında meselâ Kuzey Bulgaristan’a Demir Baba’dan çıkın Razgrat’tan, Hasköy’e gidin Otman Baba’ya, Demirviran’a gidin, Kızılcıkburun’a gidin, Karalar’a gidin nerelere giderseniz gidin Kuzeyinde Bulgaristan’ın bir aziz, bir Bektaşi yatırı görmemek mümkün değildir... Ama hemen yanında bir Ortodoks kilisesi ve Ortodoks azizi de görürsünüz.

Bu nasıl bir eklenmedir pek tarifi mümkün değil; ama ortak bir insanlık düşüncesinin ortak paydasını yaratmış gibi bir düşünce oluşturuyor. Meselâ bizim 1826’da bir ünlü Yeniçeri katliamı ve Bektaşi tarikatının kapatılması vardır, esasen o enteresan bir gelişmedir, 1826’da diğer tarikatları da serbest Bektaşiliği kapatıp diğerlerini serbest bırakmışlar görünse de zamanında onlar da bundan payını almışlardır. Bu büyük bir kırılma olmuş II. Abdülmecit zamanı 1869 - 1870’lerde dergâhlar yeniden açılmış ama dergâh eski kristirazosyonda açılamamış hiçbiri. Çünkü bugün Kuzey Bulgaristan’da olsun, Makedonya’da olsun, Üsküp’te olsun, Razgrat’da olsun akla gelen Balkanlar’ın neresi aklınıza gelirse; artık Yunanistan’ı olsun, Mora’sı olsun, Balım Sultan Erkânnamesi ile Kaygusuz Abdal Erkânnamesi arasında sıkışmış bir düşünce ekseni görürsünüz.

Kuzey Bulgaristan’ın Avlonya’sına bakınız bir tarafında Balım Sultan Erkânnamesi’ni yürüten bir yapı göremezsiniz, daima Kaygusuz Abdal döneminin hatta Kızıldeli süreklerinin, Otman Baba süreklerinin erkânnamesine dayalı cemler görürsünüz. Burada kimsenin de bir suçu yok burada büyük bir düşünsel kırılma olmuş. 1924’lere gelmişiz Cumhuriyetin başına ikinci bir kırılma yaşanmış Pir evi kapanmış. Pir evi, Hz. Pir’in bulunduğu Hacı Bektaş İlçesi Pir evi ve bağlı bulunan dergâhlar kapanmış, 677 sayılı hukuki kanunla, ikinci travma daha yaşamışız.

Canlar sanıyorlar ki, köylerinde yeni keşfedilmiş gibi bir Alevilik, yeni keşfedilmiş gibi bir Bektaşilik görüyorlar, oysa bu büyük kültür 700 yıldır Balkan’ından Trablusgarp’ına kadar; Cezayir’inden Gürcistan’ına kadar vardı.

Bugün Sarı Saltık’ın Dazing’de kabri vardır, Rusya’da kabri vardır, Bohemya’da kabri vardır, Babadağ’da kabri vardır, Kıbrıs’ta kabri vardır, Bayraktar Baba Dergâhı’nın altında... Yani canlara tenzihen söylüyorum biz bu düşünceyi yeni keşfetmedik; fakat imkanlarımız ve şartlarımız bize yeni karşımıza çıkardığı için tabiri caizse Cenabı Hak sevdiği kuluna merkebini önce kaybettirir üzer, sonra buldururmuş bizim yaşadığımız biraz da ona benzedi.

 

Yüzyıllardır yaşıyor bu inanç ve kültür ve yaşayacak. Hakk - Muhammet - Ali’yi söylüyor, dostluğu, barışı, kardeşliği söylüyor, Alevi - Bektaşi inanç ve kültürü, sizin de çok güzel belirttiğiniz gibi Balkanlar’a kadar uzandığı Gürcistan’ına, Kafkasya’sına... Anadolu’nun değil Ön Asya’nın, Balkanlar’ın her tarafına kadar uzandı bu dostluk ve barışı öğütleyen inanç. Bu kültür o kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış ki meselâ Mısır’a kadar gitmiş. Mısır deyince piramitler, Nil ve Kahire akla geliyor fakat elbette ki Alevi - Bektaşi inancının da merkezlerinden birisidir, Mısır.

Niçin Mısır, oraya gitmekteki amacınız neydi, ne gördünüz, ne buldunuz Mısır’da?

 

Düşünce sistematiğimizin bir kere açığa çıkması lazım. Bektaşi ekseni batıni bir yoldur; yani zarfa değil, mazrufa önem verir. Dolayısıyla medreseyle ilgilidir, tekkeyle ilgilidir, dış yüze değil, iç yüze önem verir. Dolayısıyla bir tekke kültürü vardır Bektaşi yapılanması içerisinde. Kaygusuz Abdal Sultan’ın bir dergâhı var Kahire’de. Bu birçok kitapta Kasrül Ayn Tekkesi ile karıştırılır. Kahire’de iki tane dergâh var; bir Kasrül Ayn Dergâhı sahildedir. Mukattam Tepesi’ne Doğru, Kaygusuz Abdal El Magaravi Dergâhı’dır.

Kaygusuz Abdal bilindiği gibi Abdal Musa Sultan’ın halifelerinden Alaiya Beyi’nin oğlu ve aldığı görev üzerine Mısır’a gidiyor. Mısır’da irşatlar yapar ve dergâhlar kurar kendisi de orada bir mağaraya girer ve orada sır olur El Magaravi Dergâhı derler, sır olduğu mağarayı da gösterirler. Kaygusuz Abdal’dan 1945’e kadar bütün mücerret postnişinler buradan gelmiştir, çok yüksek bir dergâh kültürü yaşamışlar ve son postnişin de Ahmet Sırrı Baba idi. 1956 yılında Cemal Abdül Nasır burada iktidara geldiği zaman dergâhı kapattı. Fakir’in de bu noktada bir girişimi olmuştu zaten. Bu dergâhın yazılı belgelerinin hepsi Norveç gibi, İsveç gibi Felemenk ülkelerin üniversitelerin hepsine kayıtla devir oldu.

Hatta nazarlarıma biraz sonra göstereceğim Hülya Küçük Hanımefendi var, Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi, şu anda İsveç ve Hollanda’da staj yapıyor, o evrakların hepsini buldu ve fakire birer fotokopi yolladı. Yalnız bu dergâhın bazı emanetleri var ki, Fakirin girişi de o noktada oldu, Mısır Kültür Bakanlığı nezdinde olduğu için siyasi bir mahiyet taşıyor; yani bizim almamız teknik olarak mümkün değil devletten devlete geçecek. Türkiye’deki Kültür Bakanlığı’nda bu konuda duyarlılık göstermesi gerekir.

Zaten bu konuda birtakım naçizane girişimlerim oldu ve devam da edecek. Orada dergâh duruyor üzerine bir atom santrali yapmışlar ama dergâhın bütün yapılanması duruyor, bütün kabirleri duruyor. Hatta Ahmet Sırrı Baba’nın kabri üzerinde kendi heykeli de vardır, ona kadar kurulmuş onun üzerine bir şapka giydirmişler santrali kurmuşlar.

Çok özel bir izinle girilebiliyor içeriye, dergâhı almak mümkün değil, artık orası milli bir devlet. Artık böyle bir iddia sahibi içinde olmak komik. Ama emanetleri almak mümkün, kütüphanesiyle, meydan emanetleriyle ve bunları ya Pirevi’nde Hz. Pir’de yada daha merkezi bir yerde sergilemek ve bu kültürü de Mısır’da da bir kültürümüz olduğunu, bir tasavvuf kültürü olduğunu anlatabilmek için bundan da somut birtakım simgeler bulamayız, yaşantılar bulamayız.

Sadece Mısır mı, Girit. Şu anda yeni bir girişim var; Resmo, Kandiya ve Hanya Dergâhları var. 1945’lerden sonra oradaki insanları aldık, buradaki insanlar oraya gitti, ne oradaki Giritli olabildi, ne de oradaki Türk burada Türk olabildi. Bu karışık bir iş oldu. Orada bir kültür kalmış, dergâhların hepsini Ortodoks politeni onardı. Onların da Yunanistan’la zannediyorum milli bir devlet olabilme, Giritlilik şuuru var, kendilerine bir alt tarih arıyorlar ve burada da Rodos’un Kanuni döneminden beri fethinden beri, Rodos olsun On İki Adalar’da olsun bir Alp eren kültürü var, bunlarla bütünleşmişler. Dolayısıyla bu kültüre o kadar sahip çıkıyorlar ki, dergâhlarınızı onarmışlar.

 

Bu kültür, bu inanç, bu sevgi, bu aşk işte nasıl işlenmiş ilmik ilmik dört kıtaya bu anlaşılıyor anlattıklarınızla. Ama andaki acı durumu da var. Sadece şekil değil, öze köz şeklinde girmiş ve artık o közlerin alevlenmesi gerekiyor. Alevi - Bektaşi inancı dediğimiz zaman insanı merkez alan, 72 millete bir nazarla bakan çok derin bir felsefenin, çok derin bir felsefi ürünü olan bir inanç uzanıyor başka başka diyarlara... ve Mısır ve Girit. Çok ilginç gerçekten bu seyahatler esnasında edindiğiniz izlenimler belki de ilk kez duyuluyor bunlar.

Girit hakkında belki tarihte bildiğimiz şeyler var ama günümüzde neler olup bitiyor, bunları bilmiyoruz.

 

Çok enteresan şeyler vardı. Tire’de Horasanlı Ali Baba vardır, kabri de vardır. Fakat orada enteresan bir gelişme oldu; biz Tire’deki Ali Baba Dergâhı’nı elimizden çıkarttık, Atatürk’ün kanunla verdiği dergâhı koruyamadık, örnek vermek açısından söylüyorum. Elli yıllık kopuştan sonra bir Ortodoks metropolitenliği dergâhı onarıyor gelin bize postnişin verin diyor. Meselâ yine Bulgaristan, bizde yanlış anlaşılan bir şey vardı; Bulgaristan Bektaşiliğinde Romanya Bektaşiliğini de saymak lâzım çünkü bu Balkan sınırları her zaman değişiyor şimdi de değişti biliyorsunuz, dün Makedonya’da olan bugün Sırbistan’a geçiyor yarın ne olacağı belli değil. Bulgaristan’ın kuzeyi aynı zamanda Romanya’dır yani öyle insanlar görürsünüz ki 1940 yılına kadar Romanyalıdır, 1940’tan sonra Bulgar vatandaşıdır.

Balkanlar’da böyle bir şey var, orada Hasköy Haskova, Tekke Köyü vardır; Odman Baba’nın Velayeti’nin olduğu yerler... Zaten 20 haneli bir köy orası, Ustrunca vardır, Razgrat’da Demir Baba vardır. Bunlar aynı zamanda Romanya sınırına o kadar yakındır ki, o tarafta da birçok evliya bunlarla örtüşür. Turgut Baba’nın saptaması içinde Sarı Saltık’ın yine Romanya sınırı şimdi bir kısmı Bulgaristan içinde kalmıştır Kalikra diye geçer yada Kili diye geçer.

 

Tutrakan diye bir yer var. Biz geçen sene biliyorsunuz oraları ziyaret ettik Tuna Boylarına, Romanya sınırlarına kadar ilerledik ve gerçekten çok benzer özelliklere sahip bu yöre insanı kültür bakımından.

 

Enteresandır. Ünlü şair Nazım Hikmet sürgün yıllarında Varna’ya gider o ünlü peynirli pide getirdiler, diye güzel şiirini yazmıştır özlem yaratan, ama şiiri enteresan bitirir. Bugün peynirli pide getirirler memleketinde, insanın kendi evi, kardeş evinde gibi olmuyor der. Yaşamak güzel, kardeşim şiirlerinde Varna sınırlarında Sofya’da yazmıştır. Çünkü kendinden bir parça bulmuştur orada.

 

Biz de büyük bir hayranlıkla gezdik. İçim o kadar oralara kaynadı ki, kesinlikle Anadolu’dan ayırt edemedim oraları. Sizler de gidip gördünüz, bizler de gördük tabiatıyla, topraklarıyla, insanıyla çok özdeş yönler var Anadolu insanıyla. Kısmet olursa yine gider görürüz bu sefer inşallah sizinle gideriz.

 

İnşallah. Birtakım hayıflanmaları var Fakir’in. Şehitlik Dergâhı vardır. Bırakın yurtdışını şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nin sınırları içinde şu anda bütün duvarları yıkılmıştır ama bütün kabirleri oradadır hazirenin. Yani yeniden yapma imkanı da vardır ve bütün mütevellisi de üniversiteye devir olmuştur bugün.

Günümüzde Karyağdı Baba Dergâhı vardı.. Şimdi dergâh yok ortada. Yani neye sahip çıkıldığını neye sahip çıkılmadığını, değerlerimize sahip çıkılmazsa bir başka ifade ile söyleyeyim, Muhiddin-i Arabi Hazretleri’nin bir sözü var; “geçmişinde yenilik olmayan, geleceğinde de yenilik yapamaz” diyor.

Geçmişinde bir devrimi olmayan devrimci olmayan, gelecekte de devrimci olamaz; geçmişte ilerici olmayan gelecekte de ilerici olamaz; geçmişte aydın olmayan gelecekte de aydın olamaz. Bu bir köprüdür. Tetova var, Balçık Bulgaristan’da. Orada Akyazılı Baba Türbesi vardır, Akyazılı Baba Odman Baba’nın dervişlerinden. Yine şükretmek gerekiyor iyi - kötü kabirler duruyor, orada aşure kaynatıyorlar; Hıristiyanlar ve İseviler de geliyor. O kadar geniş bir coğrafyada o kadar geniş bir kültür ki aslında lokal olarak bir tek yere gidip detaylı araştırma yapmak gerekiyor.

Fakirin yaptığı gibi pır pır pır olmuyor bu hadise. Çünkü tarih kitaplarının dışında o insanla güzel, o yaşayan insanla orası güzel, İstanbul’u eskisi gibi yapsak ne olur, eski insanları içine koyamadıktan sonra. Yaşar Kemal’in güzel bir sözü var “o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler” o güzel insanları da bulmak ve yerleştirmek gerekiyor. Bir evi şereflendiren, içinde yaşayan insan ise bir mekanı, bir düşünceyi şereflendiren de onu hak etmiş insandır. Yine Gerlova yada Bulgaristan’da adım başı göreceksiniz nereyi gezseniz bir evliya vardır. O bazı evliyaları ziyarete dediğim gibi İseviler de gelir, Kuzey Bulgaristan’da Gök Oğuzlar vardır, Patriotlar vardır, Pomaklar vardır... Değişik etnik kültürden yapılar vardır, farklı örfleri dahi olmasına rağmen onların önce bir çocuğu olursa; önce Ortodoks papazına götürür, sonra bulursa Bektaşi yatırına okutur, sonra bulursa bir Rufai babasına götürür. Yani iç içe bir kültür bunu ayırmak çok zor.

 

Ben de Birinci Bulgaristan ziyaretim esnasında tanık olmuştum, bir Türk ailesi gelmiş adak adamış, kurban kesmişti Kızana Türbesi’nde. Dediğiniz gibi Türk, Bulgar, Hıristiyan farklı inanç ve kökenlerden herkes gelip adak adıyor, çocuğu olmayanlar çocuk diliyorlar, dua ediyorlar... Ateşler yandı, lokmalar pişirildi ve dağıtıldı.

 

Bugün Makedonya’da Tahir Emini Baba’nın bulunduğu bir dergâh var. Şu anda postnişini olduğu canlı bir dergâh, yaşayan bir Bektaşilik var. Biliyorsunuz bu Sosyalist sistem dağıldıktan sonra bütün bu ülkeler eski kültür varlıklarının inanışlarını aldılar, dergâhlarını aldılar. Yine Kosova’da olsun, Arnavutluk’ta olsun oralarda haklar alındı. Yalnız birtakım şeylerde hata yapıyoruz gibime geliyor. Bu ülkede 40 yıl sosyalist iktidar altında kaldılar diyoruz üretemediler, Yunanistan hiç sosyalist iktidar altında kalmamasına rağmen orada Bektaşi dergâhlarıyla dolu hepsi ölü. Sosyolojik bir problem var; Macaristan, Arnavutluk, Yugoslavya hatta Polonya, Bulgaristan akla gelebilecek her ülke orada karada hepsi sosyalist sistemin altında, diyoruz ki bunlar kültürünü geliştiremedi. Yunanistan hiç sosyalist sisteme girmemesine rağmen Reni’de vardı, Kesriye’de vardı, Katerin Dergâhı vardı, postnişinleri vardı onlar orada niye yürümedi öte yandan Girit’te mübadele vardı diyelim, şimdi sosyolojik bir analiz yapmak gerekir derken bunu kastediyorum.

Yerinde lokal çalışmalar yapmak gerekiyor o insanlarla. Böyle afaki Fakir’in anlattığı gibi konuşmakla bir şey çözmüyor.

 

Eğer Hacı Bektaş-i Veli, eğer Abdal Musa, Kızıldeli, Odman Baba gerçekten bu yolun bu inancın çeşmeleri olan bu büyük insanlar; evliyalar, erenler bu düşünce insanları, bu Pir Sultan Abdallar, Şeyh Bedreddinler, Kaygusuz Abdallar bu güzel felsefeyi bu büyük coğrafya içerisinde hakkı ile yaymamış olsalardı bugün bu inancın devam etmesi mümkün olur muydu?

Bir gerçeği de teslim etmek gerekmez mi, bugün milyonlarca insanın gönül kâbesi olmuş bu büyük isimler, bu büyük dergâhlar, bu ulu zatlar gerçekten de bizim yüzyıllar sonra bile önümüzü aydınlatmıyorlar mı, bizim yıldızlarımız kılavuzlarımız değiller mi?

Elbette biz bunları zikredeceğiz, onları anlatacağız, onların yolunu sürmeye çalışan değerlerimizi de mikrofonlarda sizlere sunacağız, onların fikirlerini aktaracağız, bu bizim görevimiz.

 

Sadece görev olsun diye değil, giyilmiş bir hilat bu her şeyden önce bir aydın sorumluluğudur. Çünkü başkası adına giyilir. Konuşmamızı türbeleri, dergâhları gezerek anlatmıştım. Fakir şöyle bir notlarıma baktım meselâ tabii bu sınırlar değiştiği için eski kitaplarda Sırbistan sınırları içinde gösterilen bir yer bugün farklı yerde olabiliyor. Meselâ Tetova Kalkandelen vardır, orada Harabati Dergâhı var ve başında şu an bir Bektaşi babası var fakat burası Sersem Ali Baba tarafından inşaa edilmiş, kurulmuş bir X Bektaşi dedebabası kabul edilir, Sersem Ali Baba’nın bir kabri de Hacı Bektaş İlçesi’ndedir bu merkattır orada. Yani vurgulamak istediğim Komonovası’ndan, İştip’te Köprülü denilen yerde işte o köprülülerin çıktığı yer devşirme olarak geldikleri sadrazam köprülülerin bulunduğu yerler. Bosna’da birçok Bektaşi dergâhı göreceksiniz ve inanç mekanları göreceksiniz, yine Yunanistan’da Koşu Kavak’ta göreceksiniz, Selanik’te göreceksiniz, Reni’de göreceksiniz, Kesriye’de göreceksiniz. Hatta burada pek alınmamış Vodorina’da, Odra’da, Eski Cuma’da, Bucak’da, Aya Dimitre Ayazması’nın hemen kıyısında Ali Paşa Dergâhı göreceksiniz o kadar iç içe bir kültürü göreceksiniz gittiğinizde. Dediğim gibi lokal olarak analiz etmek gerekmektedir. Böyle üstünden bakarak Nurettin Caca’nın havuzu gibi çözmek mümkün değil bu hadiseyi.

 

Aydın olmanın gereği dedik. Gerçekten de eğer tarihimizi, inancımızı, kültürümüzü bu büyük değerleri biz tanımazsak, bilmezsek nasıl geleceği inşa edebiliriz ki? Yani bizden önce yaşayan bizim atalarımız, bizim dedelerimiz bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar nasıl bir dünya kurdular, nasıl bir sosyal kurum, inanç kurumu, kültür kurumu içerisinde yaşadılar, nasıl bir toplumsal düzen içerisinde yaşadılar? Biz bunu anlayamazsak, çözemezsek, buraları araştırmazsak, bunların eserlerini okumazsak şu andaki noktamızı nasıl tespit edebiliriz ki? Toplum yaşayan bir organizmadır, çünkü insanlardan oluşmuştur. İnsanların gelenekleri, görenekleri, bunlar yaşıyor değil mi, siz bunları da gördünüz?

 

Eyvallah erenlerim. Fakir çok didaktik bir örnek nazarlarıma arz etmek istiyorum. Birkaç sene önce iş hayatı gereği Kayseri Develi’ye gitmiştim, eski adı Everek’tir. Eski bir Ermeni kentidir, Everekli Seyrani, Aşık Seyrani’nin memleketidir. Orada dediler ki bir yatır var, Şevki Derviş gider misin? Kim dedim bu yatırda yatan? Havadan Baba, dediler. Nerede bu yatır gösterin, gidelim, dedim. O zaman yol yok, iz yok, koca bir dağı yürüyerek, aşarak gittik türbeye. Vardık, içeride baktım Bektaşi emanetleri var... Oldukça eski bir şey, bir de kabir taşı gördük; Havva’dan Baba ismini okudum. Yani herhangi bir eğitim görmemiş annesinden doğduğu gibi baba anlamına bir sözcük... Havva’dan Baba olmuş Havadan Baba... Ulaşamazsan oraya, o da o hale geliyor.

Göynüklü Emir Sıkkyin Baba vardı, Pir Ali Aksarayi vardı bunlar Melamiyedendir. Meselâ Ahmet Sarban Baba vardır, Kaygusuz Abdal ismi ile de yazı yazar, zannederler ki Alayiye Beyi Kaygusuz Abdal... Evet onlar da Ehlibeyt dostudur ama Alevi - Bektaşi ekseninde değillerdir, kurum olarak değillerdir. Gönül olarak başka eksen yok zaten tartıştığımızda gönül değil, kurum olduğu için problemler çıkıyor.

 

En azından çok basit ve somut bir örnek, yüzyıllar boyunca Kul Himmet ve Kul Himmet Üstadım aynı ozan olarak anılmışlar yani Kul Himmet veya Kul Himmet Üstadım ne fark eder ki denmiştir... Aynıdır ikisi de isimler aynı gibi zaten. Şiirler aynı konuları işliyor zaten, denmiştir. Halbuki ikisi ayrı ozanlardır, bu son dönem de çözüldü ikisinin ayrı ayrı kitapları çıktı İbrahim Aslanoğlu bunları neşretti ve ortaya bir gerçek çıktı. Uzun yıllar boyunca belki insanlar her ikisini de birbiriyle özdeşleştirerek anmışlardı.

 

Tabii gönülde fark etmiyor. Mesele kurumsal yapı içinde oluyor. Bektaşi terminolojisinde Sarı Saltık, Noel Baba karşılığı alınır. Demre’de hayatta kar düşmemiştir ne geyikle kızak yapmış ne bir şey Noel Baba.

Sarı Saltık Danzing’te Kaligra’da zamanında gidiyor oradaki bir derebeyinin Hıristiyan çocuklarını kurtarıyor; hu dediği için, ho diyor bugünküler. Ho getirdim çocukları, deniyor..

Bektaşiler onun için Sarı Saltık bayramı olarak kutlarlar Noel’in birinci gününü.

Düşüncemiz farklı olunca kaynaklarımız da farklı oluyor, Leskovik, Başkak, Fraşeri, Ketre, Bermaş, Görüce, Turan, Kanakuru... daha sayabilirim Kuzey Epir’in güneyinde ve altında yüzlerce dergâh var, yüzlerce evliya var. Yani bir düşünceyi sadece uygulamak istediğin kılıçla götüremezsiniz erenlerim; muhakkak onu tatbik eden bir ilahi insanlık kavramı vardır, büyük insanlık düşüncesi vardır ve bu büyük azizler hakikaten o feodal baskı altında ezilen Ortodoks toplumlarına bu meşaleyi sunabilmişler, zannediyorum bunun anlaşılmasıyla Türkiye içinde bulunduğu birçok sıkıntıyı da aşacak. Yeter ki tarihe bir başka gözlükle bakmasını bilin.

 

Yüzyıllar boyunca defteri dürüldü, ilden ile sürüldü bu insanlar... hep yanlış tanıtıldı, yanlış anlatıldı, karalandı, horlandı, dışlandı. Ve sevgili, çok değerli, bu ülkeyi onlarla var eden Sünni vatandaşlarımıza da çok yanlış anlatıldılar.

Yüzyıllar boyunca bir karalama sürüp gitti... Aslında aynı Türk, aynı kan, aynı bayrak, aynı vatan bunlar da sloganvari sözler değil. Biz burada bir güzelliği anlatmak istiyoruz, güzelliği paylaşmak istiyoruz.

Gerçekten de bu vatan, bu topraklar, bu insanların Alevi’si ile, Sünni’si ile, Bektaşi’si ile, Mevlevi’si ile yeter ki insanlar birbirlerine yanlış tanıtılmasın, yanlış anlatılmasın... Gerçekler gün yüzüne çıktıkça, güzellikler gün yüzüne çıktıkça görülecektir ki kökte bir fark yok.

 

Güzel insanlık düşüncesi herkes için geçerlidir. Merhum Turgut Baba şöyle bir söz söylerdi; “Cenab-ı Hak Müslüman’ın bahçesine taş yağdırıp da, gayri Müslim’in bahçesine yağmur yağdırmaz; ya da tersini yaptırmaz” derdi. Çünkü O adildir. Bugün Afganistan’dan Yemen’e kadar insanlar yoksulluk içinde, çile içinde... Başka devletlerin oyuncağı olmuşlar... Yahu sana hastane lazım değil mi, sen çocuğunun tahsilini yaptırmak istemiyor musun? Bu dertler herkes için ortak değil mi? Sünni’si için de ortak, Alevi’si içinde ortak, Halveti’si için de ortak, Celveti’si için de ortak. Herkes çocuğuma daha iyi bir tahsil yaptırayım, içinde bulunduğum konumdan daha iyi bir konuma çıkayım demek istemez mi? Mesele bunu kavrayabilmektir. Bu büyük azizler bunu vermeye çalışmışlardır yani bir aidiyetten kurtarmaya çalışmışlar.

 

O yüzden de tüm yeryüzü insanlığının ortak yolu olmuşlar.

 

Eyvallah. Başka manzumesi var mı erenlerim?

 

Fakir’in evinde Göçek Abdal Ankara Cebeci Kütüphanesi’nde de vardır bunlar. Zeytinburnu tarafında Taki Baba diye bir zat var onun elinde de orijinali var, İzmir’de Nazım Akbaşlı diye bir canımız var onun elinde de bir orijinal var yalnız versiyoneldir. Fakir’deki versiyonu Derviş Ömer Karaköklünün 1475’de yazılmış olan aynı metin 1800’lü yıllarda yada başka yıllarda yazılıyor bu. Dergâhların 1924’te kapanmasından sonra orada orijinal bir nüsha vardı o kayıp yani 1475 orijinal Odman Baba Velayetnamesi vardır diğerlerinin hepsi versiyondur, ama dil aynıdır. İnşallah bir finansman yaratıp da basmak istiyorum, çünkü Türk Kültürüne de otantik Türk nesrine çok güzel bir örnek yani bugün o Türkçe’ye, o zenginliğe.

 

Çağatayca değil mi?

 

Çağatay Türkçe’sinden bir de Hakaniye vardır. Meselâ Yunus Emre’nin şiirlerini Hakani lehçesinde yazmıştır yoksa çok zordur anlamak.

 

Hangi yazarımız daha orijinaline yakın kaleme aldı daha doğrusu kitaplaştırdı, meselâ Abdülbaki Bey?

 

Genelde Abdülbaki Gölpınarlı Bey daha isabetli yapmış çünkü bu biraz da onun dayandığı Mevlevi kültüründen gelen bir yapısı var onun.

 

Konumuz dışı ama bu farklı bir halkbilimsel konu meselâ tabii Şah İsmail Hatayi, Anadolu Hatayileri var diyor İbrahim Aslanoğlu bir çalışmasında tarihte de yaşayan Hatayi ile diğer Hatayiler birbirinden farklı diyor.

 

Turgut Baba’nın da Bektaşi Nefesleri diye bir kitabı vardı; orada iki Pir Sultan olduğundan bahsediyordu. Biri Serezli Pir Sultan, diğeri ise Banazlı Pir Sultan. Onun da kendine göre birtakım argümanları var, bunu izah etmeye çalışıyor.

Mesele şuradadır; tabii ki bu çalışmalar olacak, Yunus’un şiirini kim daha güzel çevirdi, kim daha kötü çevirdi... Böyle bir mukayese olması doğal. Herkes tuttuğu pencere içinde güzelliğini verecektir; mesele budur. Daha doğrusu şiir de tek başına bir şey ifade etmez. Onun ne anladığı, senin yada benim ne anladığımız önemlidir.

 

Bin kişi okusa bin farklı anlamda yaşar bir şiiri.

 

Onu uygulamaya çalışacağım. Meselâ Vahdet-i Küsut vardır, Vahdet-i Şuhut vardır, Vahdet-i Vücut vardır, Vahdet-i Mevcut vardır. Bütün Batıni ezoterik enfüsi düşüncelerin temelinde bu dört kavram kavga etmiştir. Ya Vahdet-i Küsutçudur, ya Vahdet-i Şuhutçudur, ya Vahdet-i Vücutçudur, ya Vahdet-i Mevcutçudur.

Bazı tarikatlar Vahdet-i Küsuta kadar gelmiş ama Tanrı ve kul ayrımı devam ediyor. Vahdet-i Şuhuta gelmiş şahadete dünyada Tanrısal bir görüntüye inanmış ama yine Tanrı ve kul ayrımı devamı irade iki Vahdet-i Vücutçular vücudu birlemeye çalışmışlar. Halbuki Vahdet-i Mevcut’çular vücut zaten birdir diyor, ikiye bölemezsiniz İlla hü derler. İşte Ahmet Yesevi ekolünden gelen Bahattin Nakşibendi ve Hacı Bektaş-i Veli iki ayrı ekol olarak gelmiştir. Bugünkü Nakşibendi 19’ncu yolda çıkmış Halvetilik’tir bu orijinalini söylüyorum dört kapı kırk makamda şekillenen. Onun içinde Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Mevcut kavramları vardır, dolayısıyla bunlar o kıta Avrupa’sının Olimpos kültürüne karşı, Olimpos’taki Zeus kültürünün Ortodoks kültürünün karşısında, özdeşliğini görmüşler ve Vahdet-i Vücut Allah’tan başka hiçbir gerçek yoktur, bizim de vücudumuz yoktur, bizden Enfal Suresi 17’nci ayet-i surenin ne yapıyorsak, Allah’tan yapıyoruz, benden bir şey yok demişlerdir. Dolayısıyla inandırıcı olmuşlardır. Yoksa kendilerine vücut vermiş olsaydılar ruhban papazlardan farkı olmazdı. Onları çok görmüştü Avrupalılar.

 

Kitap çalışması dedik...

 

Fakir’in bir çalışması buydu Vahdet-i Mevcut ile ilgili Melami Bektaşi Metaforunda İrşad Paradigması diye. Ünlü Muhiddini Arabi Hz. 1170’de Endülüs’te doğdu. İbni Sina ile, Farabi ile gelen düşünce ekolünün bir insanı. Bunlar zamanla gelişmiş Vahdet-i Mevcudu yarattı ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi iki büyük kitap yarattı. Daha sonra Şeyh Bedreddin Hz. Varidatı yazdı. Büyük bir teoloji Vahdet-i Vücut düşüncesi. Bunları özetleyen bir çalışma idi. Yani kaynaklarını bundan alan Hacı Bektaşlar, Hacı Bektaş-i Veli ile Hacı Bayram Veliler, İbrahim Hakkı Busevi ile İsmail Hakkı ile Somuncu Baba ile Şah Hatayi ile zenginleşmiş bir çalışma. Bunun dışında da Fakir’in bazı çalışmaları var.

 

Çok önemli bir kaynak. Sizin çalışmalarınız çok çok önemli gerçekten. Zaten yayınlananlara hiç giremedik. Bir başka programımızda aslında yayınlanan eserlere de yer vermeliyiz. Çok önemli, eserler yayınladınız ve yayınlamak istiyorsunuz. Tüm çalışmalarınızdan dolayı size çok teşekkür ediyor, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.

 

Ben de erenlerime aşk-ı niyazlarda bulunurum. Cem Radyo dinleyenlere de aşk-ı niyazlarda bulunurum.

 

Söyleşi: Cem Radyo, 12 Haziran 2001

 

 

DÖRDÜNCÜ SÖYLEŞİ

 

 

Siz özellikle Alevi, Bektaşi, Mevlevi ekseninde, Bektaşilik üzerinde yapmış olduğunuz derin araştırmalar ve çalışmalarla tanınıyorsunuz zaten bu inanç gözesinden gelen ve çok ünlü, çok sevilen Turgut Koca’nın oğlu olarak da çok uzun yıllar öncesinden bu felsefe içinde yoğruldunuz.

Alevilik, Bektaşilik’teki tasavvuf anlayışı insana nasıl bakıyor, insanın yeri nedir, ne olmalıdır bu inanç ve felsefede?

 

Çok teşekkür ederim.

Sorunun didaktik tarafı var ona geçmeden önce lütfunuz olursa tasavvuf kavramına geçmek istiyorum.

Bilindiği gibi bu konuda çok nazariyeler var.

Bir tanesi suffanın kökünden geldiğini iddia eder. Geçmişte bu tür hikmet ilimleri ile uğraşanlar yünlü elbiseler giyerlermiş tasavvufu buradan türetenler var.

Bir kısmı Yunanca sofia’dan, hikmet sözcüğünden geldiğini söyler. Yine Bektaşi kültür geleneğinden ve Ehlibeyt ekseninde eshab-ı softa denilen Hz. Peygamber’in kırk kişilik bir meclisinden bahseder ve bunların batın ilimleri verdiğinden söz edilir.

Fakat tasavvufun teknik anlamdaki karşılığını Melami cephede suffa’yı boşanma anlamına alırlar, suf boşanma demektir. Bir başka ifade ile evin sofası vardır, yani boşalmış kısmı. Kayıtlardan boşalmış, özgür kalmış insan anlamına gelir. Amaçlanan da özgür bir insan profili çizmektir.

Bir kölelikten, bir köleliğe değil, bir kölelikten bir özgürlüğe giden yol olursa bu şeriat, tarikat, marifet ve hakikat mahkemelerinin bir anlamı olur. Teknik olarak tasavvufçuların üzerinde tutsak ettikleri kavram, insanları birtakım kayıtlardan azade kılmak, özgürleştirmek demektir. İş bu anlama gelince insanın da rolü ortaya çıkıyor. Bu arzımızın üzerinde şerefli kılan onu insan varlığıdır. Eğer insanoğlu yoksa dağın, taşın, kayanın kimseye faydası yoktur, dolayısıyla vacibi - ül vücutta olan bir feyiz akidesi insanla feyzi mukaddes olarak yeryüzüne inmesidir.

İnsanın morfolojik tanımıdır bu. Bir de içimizi insan yapabilme yeteneği olması lazım. Yani kastedilen, ayeti kerimede belirtirken gizli hazine küntü kenz olan o gizli hazineyi ve bütün güzellikler donanmış insanı ortaya çıkarmanın bir yolu olmalı ve bu bakımdan birtakım inanç yolları, tarikler ortaya çıkmıştır. Tarik Arapça, yol demektir. Bir sisteme götüren bir yol ama hiçbir zaman bir amaç değildir, araçtır. Amaç insanın özgür kalmasıdır. Buna bağlı Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin Menakıbnamesi’nden bir anekdotu ile cevap vereyim: rivayet edilir ki, Mevlâna Celaleddin Rumi Hazretleri bir haber salar Hacı Bektaş-i Veli Hazretleri’ne, bana bir dede (mürşid) yolla diye haber gönderir. Hacı Bektaş-i Veli sorar “Molla bizden bir dede ister kim ister”. Şemsi Tebrizi “ben giderim” deyince, Şemsi gönderir. Hacı Bektaş-i Veli “korktum Molla bizden bir derviş isteseydi kendim gitmek lâzım gelirdi” der.

Bu bir anekdottur ama mutlak insanı yani dervişlikten kastedilen fakirlik benim iftiharımdır diyen, fakir olma sözcüğünün ta kendisi olan bir kavram olarak ortaya çıkar. Bir başka ifade ile insanın varlığı, şerefli bir mahlukun özgür olarak ortaya çıkışını ifade eder.

Mısri Niyazi Hazretleri bir sözünde “Hak yüzü insan yüzünden görünür, zatı rahman şekli nisan eylemiş” buyurmaktadır, yine “ben taşrada arar idim o can içinde can imiş” buyurur bir nefeste. Feylesof Rıza Tevfik’in

 

İbadet namına kalkıp oturma

Bağırma, tepinme, göğsüne vurma

Yahu, ya Hakk diye köpürüp durma

Zikr-i Hakk hazm için geviş değildir.

 

Levhi mahfuzdur yüzün anı şerh eyler sözün arif bilir iç yüzün cahil düşer zevale” demek ki insanda gizli olan güzellikleri küntü kenz sırrını, o gizli hazineyi, defineyi ortaya çıkartmak için bir yola ihtiyacı var. Bu bakımdan tasavvuf bir araç olarak hizmet etmiştir, amaç değildir. Amaç; insanın tasavvufudur, eğer cahiliye döneminden bir farkımız olması için kastedilen insanı anlamamız lâzımdır.

Hacı Bektaş-i Veli Hazretleri teorisini üç baz’a oturtmuştur; bir, delaletten kurtuluş yani sapkınlıktan kurtuluş, iki; sefaletten kurtuluş, üç; korku ve taassuptan kurtuluş. Bu onun pratik diksiyonu olmuştur. Bir başka ifade ile; şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ismi verilen dört kapı kırk konağın deklarasyonudur bu üç madde. Delaletten kurtuluştur, sapkınlıktan kurtuluştur yani bir başka ifade ile fikri sabitten kurtuluştur. Bir şeyin sadece siyah, sadece beyaz olmadığını başka renklerin de olabileceğini, özgür bir insanın düşünebileceği yani bir anlamda felsefeye, bilime bütün bilimlere açık bir insan morfolojisi oluşturmayı amaçlamıştır. Bektaşi babası sürekli sıcaktan ve soğuktan şikayet ediyormuş, yazın sıcaktan, kışın soğuktan şikayet ediyor. Tutulmuşlar buna “Ya baba erenler! Allah da sana mevsim beğendiremiyor” demişler, “ilkbahar ile sonbahara bir şey dediğimiz var mı” demiş. Demek ki hayat sadece sıcak ve soğuk değil bunların bir bütünü. İkincisi korku ve taassuptan kurtuluş: taassubun fanatizmin ne boyutlarda neler yaptığını anlatmak istemiyorum burada, hepimizin gözü önünde birçok güncel hadiseler var, ama korku ile yapılan ibadetin de sürekli babasından dayak yiyen bir çocuğun yetişmesindeki pisikopatik şartları düşünün, demek ki Tanrıya da korkusuz yaklaşmamız lazım, bir naz ile yaklaşmamız lazım. Sözgelimi; ya cennet beklentisi yada cehennem korkusu ile hiçbir şeyi pazarlık etmeden buna hevasıl hasın evbesi derler, çünkü üç tane tövbe tipi vardır. Bir tanesi tövbedir, tövbe suresinde yazılmıştır; tövbe edenler günahlarından tamamen arınmışlardır, hiç günah işlememiş gibilerdir. İkincisi; inabedir, genellikle Alevi canlar görgü cemi yaparlar, Bektaşiler baş okutma derler, bir mürşide gidip bağlanırsın günahlarından onun üzerinde sarfı nazar edersiniz. Bir de evbe vardır evbe hevai heves yani mutlak insanın, özgür insanın tövbesidir, o da şudur; Allah’ın rızalığından razı olma halidir, ister beni cehennemine koyar, ister cennetine onunla pazarlık edecek halim yok demektir. Bir de sefaletten kurtuluş; sağ ehli çalışkan insanlar olmaktır. Hz. Peygamber bir gün gezerken biriyle karşılaşır. “Ne yapıyorsun burada” der, “Ben sabah akşam namaz kılıyorum, Allah’a ibadet ediyorum” der. Peygamber “Senin geçimini kim temin ediyor” der “Benim bir deli kardeşim var o çalışır bana getirir. Ben de 24 saat namaz kılarım” der. “Hak katında o deli kardeşin senden daha öndedir” demek ki; alın teri ile çalışıp üreten insanlar olmak kısaca delaletten kurtuluş, sefaletten kurtuluş korku ve taassuptan kurtuluş yolu olarak biz eshab-ı soffanın yolundan giden bir özgür tasavvuftan bahsediyoruz.

Geçen Pazar günü Hürriyet gazetesinde bir fotoğraf gördüm “evrensel kardeşlik” diye bir röportaj yapmışlar. Mersin mezarlığında tabiri caizse Müslüman, İsevi, Musevi üç tane kabir resmi çekmiş fotoğrafçı, bakın evrensel kardeşlik diyor. Bunun dirisi kardeşlik yapsın, ölüsünü ne yapacaksın.

İnsanlar bu şekilde bir nevi hayalinde ve düşünde olan bazı yapay mutluluk resimlerini sunuyorlar ama bizim onlarla kaybedecek zamanımız yok, Çünkü gerçek ortada iken biz gerçeğe yalınlıkla ulaşabilecekken, aslında bizim ütopyalarla işimiz olmaması gerekir. İnsanın elindedir dünyayı cennete çevirmek, güzellikleri var edebilmek. Çok güzel örnek verdiniz kabir taşları ile Musevi, İsevi, Muhammedi üç dinin temsilcisi yan yana yatıyormuş.

Dirisi kavga ediyor; ölüsü ile yan yana yatıyor.

Ölülerden medet ummaya benziyor. Biz eren ve evliyalara bir şey söylemiyoruz. Yüzyıllardır onlara yakarışlarla, onlara sevgi seli ile geldi bu inanç Hacı Bektaşlarla, Pir Sultanlarla, Yunuslarla. Fakat şunu unutmamak gerekir ki; o büyük isimlerin dünyada yapmış oldukları, insanlığa vermiş oldukları güzellikler için biz onları anlıyoruz. Siz de çok güzel izah ettiniz tasavvufu Alevi, Bektaşi inancına sahip olanlar da gerçekten herhalde sizin bahsettiğiniz o güzelliklerden nasip almış olacaklar ki, bizim programlarımızda her zaman vurguladığımız bir husus var, Alevisi ile Sünnisi ile iyi insan iyidir, güzel insan güzeldir, yararlı olan yararlıdır. Dünyayı güzelleştiren insan mezhebi, inancı ile, dini ile ayrılmaz fakat bir de felsefi kaynağına indiğimiz zaman farklılıkları ile karşılaştığımızda onu özellikle belirtmek zorunda kalıyoruz. Alevi, Bektaşi, Mevlevi tasavvufunun temeline inilince sizin o söylediğinizi hayata geçiren değerlerimiz var, öncülerimiz var, rehberlerimiz var, pirlerimiz var, dedelerimiz var, babalarımız var yani büyük bir kaynağımız var onlardan beslenmişiz, onların yolunu zincirleme bir şekilde sürüyoruz.

O güzel tasavvuf akımından beslenen ve o silsileyi, sistemi yaşatan kurumlar özellikle Bektaşilikteki inançsal, ibadetsel formda kişileri ön plana çıkaracağız dervişlik, babalık, halifebabalık, dedebabalık nedir, nasıl yürüyor şu andaki durumu nedir bunlar çok merak edilen ve çok fazla da bilinmeyen belki de yalan yanlış bilinen şeyler.

Alevi, Bektaşi, Mevlevi kelimesini yan yana kullanıyoruz. Bektaşiliğin de inanç önderleri var sosyal, kültürel ve inançsal yapıyı yaşama geçirenler var bugün binlerce Bektaşi var. Onların da baş bağlaması, cem görmesi ve diğer hizmetleri devam ediyor ellerindeki yazılı metinlerle yüzyıllardır bu güzel, büyük bir inancı uyguluyorlar, yaşıyorlar.

Yaşanmış, tarihte kalmış bir şey değil ve dervişlik, babalık, halifebabalık, dedebabalık kurumları da bugün hayatta olan yaşayan kurumlar bu nedenlerle bu hatırlatmayı yapmakta ben çok büyük bir zorunluluk gördüm, bunlar üzerlerinde durulması gereken konular zaten merak edilen konular olmakla beraber, hatırlatılması gereken de maalesef çünkü bilinmiyor.

Bizim aidiyetler cihetinde baktığımız zaman dinler kavga konusu dahi olabilir. İman açısından bakmayın inanç ekseninden bakıldığı zaman şeriat kavramı her zaman için değişmiştir. Abbasi şeriatı başkadır, Emevi şeriatı başkadır, Osmanlı şeriatı başkadır. Şeriat kavramı Muhammedileşmedikçe ortaya çıkmayan bir hadise. Şöyle söyleyeyim; her Müslüman Muhammedi olmayabilir, her Hıristiyan İsevi olmayabilir, her Yahudi Musevi olmayabilir, her İbrani’de İbrahimi olmayabilir. Bunların her biri zaten İbrahim şeriat makamıdır, Musa tarikat makamıdır, İsa marifet makamıdır, Muhammet hakikat makamıdır. Muhammedi olursak Ademi oluruz dolayısıyla dinler arasında fark kalmaz. Muhammedi olmazsak işte işimiz o zaman zor.

Bu arada Ali’ye gelmek istiyorum çok kısa olarak, Ali; yücelik demektir, daima önümüzde olan daha önceki programlarımızda da söylemiştim, arkamda olan değil daima önümüzde giden yükseklik demektir, o büyük insanlık demektir Ali. Mehmet Ali Hilmi Baba bir nefesinde “Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme” diyor, Turgut Baba erenler “Ali görünmezse yüzüne kır aynayı tükür yüzüne” derdi.

Şimdi o nefesin:

 

Ali evvel Ali Ahir, Ali batın Ali zahir,

Ali tayyip Ali tahir Ali göründü gözüme,

Ali candır Ali canan, Ali dindir Ali iman,

Ali rahim Ali rahman Ali göründü gözüme,

Hilmi gedai bir kemter, görür gözünü dilim söyler,

Her nereye kılsam nazar, Ali göründü gözüme.

 

Bu son iki mısra Bakara Suresi’ne telmihtir, 115’ncü ayette nereye dönerseniz maşrik’ten mağrıbe kadar Allah’ın yüzü o taraftadır. Demek ki Hakk’tan başka hiçbir şey yok, onun için Bektaşi, La ilahe illâllah’ta kalmaz, Lâ mevcuda illallah’ı kabul etmiştir. Hakk’tan başka hiçbir şey yoktur, bizler yörüngeyiz, yörüngenin zaten birbirine kavgası söz konusu değildir. Bunu bir anekdot olarak söyledim ve sorumuza gelmek istiyorum.

İmam Ali’nin bir sözü var, Nehc - ül Belâga’da yazar “Cemsiz fark şirktir, farksız cem zındıklıktır, farkta cem tevhittir” bunu Türkçe söylersek; her şeyi birbirinden ayrı görüp dirliği görmemek zındıklıktır, her şeyi bir görüp farkları görmemek müşrikliktir, her şeyde bir şeyi, bir şeyde her şeyi görmek ise tevhittir. Onun için Kuran’ı Kerim de Kulhuvallahu Ehad der tevhid için, Kulhuvallahu vahid demez. Araplar’da sayı say derseniz Arap size vahit, teaddi selase erbabe hamse diye gider, ehadle başlamaz ehad bölünemeyen birlik demektir. Onun için kulhuvallahu ehad diyor. Çünkü biri bir ile çarparsanız bir yapar, biri bir ile bölerseniz yine bir yapar diğeri sayılabilen ve toplanabilendir, biri birden çıkartırsan sıfır bir bir daha iki yapar demek ki ehadiyyet sırrının sembolü olan bir sistematik olarak tarikatı anlamak lazım. Yani kesreti değil vahdeti anlamak için olmalı tarikat, bu anlamda bir tarikat kültürü olursa bizim niçin kendimizi eğitmemiz gerektiği konusunda bir seyri süluk yöntemi koyabilir. Bektaşilik organizasyonunda bir merkez vardır 1499 yılında Hacı Bektaş-i Veli’den sonra kesintiye uğrayarak dağınıklık göstermiştir ve 1490’da II. Bayazıt döneminde Çinili Köşke geliyor Balım Sultan Dimetoka’da, kendisi mücerret ve bir erkânname yapıyor. Buna Bektaşi erkânnamesi de deniyor çeşitli isimleri de vardır. Bu erkânnamede Bektaşilerin bütün seyri süluklarını, evrakını, atacakları adıma kadar yazılmıştır. Burada bazı makamlar koymuşlardır aşıklık dönemi, dervişlik dönemi, babalık dönemi, halifebabalık dönemi ve dedebabalık kutup kutbiyet dönemi. Esasen kutup nazariyesi uzun bir hadise inşallah bir gün ayrı bir program yapma olanağımız olursa onu arz etmeye çalışacağım. Balım Sultan 1520’de göçmüştür, tarihçiler yanılırlar 1516 yazar kabirde halbuki sağlığından 4 sene evvel yaptırmıştı onun için öyle yazmıştır, bundan sonra birçok dede baba gelmiş.

Onların kayıtları var, sizin kitaplarınızda da ayrıntılı bilgi var sanırım?

Var. Birkaç ana başlık vermek istiyorum. Hacı Bektaş-i Veli’den hemen sonra dedebabalı sistemi yok bir kutbiyet var ama sistem olarak olmamış Balım Sultan’a kadar, ondan önce Seyit Ali Sultan bir süre kaldı 836’ya kadar ondan sonra Yağbalı Sultan 900’lü yıllara kadar ondan sonra Balım Sultan geliyor, H. 922’de Hakk’a yürüyor. Sonra Sersem Ali Dedebaba ile ilk dedebabalık başlıyor, oradan günümüzde Mustafa Eke Dedebabaya kadar 28 dedebaba bu sistemin başında durmuşlar.

Bu sistemi kısaca aşağıdan başlayıp anlatırsak, Bektaşilikte testik yolu vardır, tasavvufla yükselme yolu var, bir seydü sülük yolu var onu bilmeden dervişliği, babalığı anlamak mümkün değil. Bir nefis mertebeleri var, bir ruh mertebeleri var, Bektaşilik nefis mertebelerindeki insana nasip vermez, aşık sayılır çünkü bunlar yedi tane canavarı vardır, yedi devi vardır insanın, bunlardan bir tanesi Nefsi Emmare, ikincisi Nefsi Levame, üçüncüsü Nefsi Mühimme, dördüncüsü Nefsi Mutmaimme, beşincisi Nefsi Radiye, altıncısı Nefsi Merdiye, yedincisi Nefsi Radyat-i merdiye. Bu basamağa geldikten sonra ruh özgürdür artık; aşıklıktan maşukluğa geçmiştir.

Bu yedi basamağa çeşitli ifadeler verilebilir; ama bu Fatiha Suresi de bunlara remizdir. Ama bir başka Türkçe ifadesi daha var ki, yedi delikli tokmak bunu bilmeyen ahmakta derler, Anadolu’da. Bu yedi basamağı anlatır. Ondan sonra ruh mertebesine geçilir, ruh mertebesi kendi içinde altı basamak taşır, bu seyri süluktur Bektaşilikte. Onu yaşaması lazım o canın, nasip aldı devam ediyor bu altı basamağı, kalp, ruh, sır, hafi, ahva, ahvetül ahva, en gizli yani buna biz natıka konuşan Kuran hali deriz, bu noktaya geldi mi artık bu cana dervişlik yolu açılmıştır.

Tasavvufun anlamını anlatırsak organizasyon çok net çıkacak ortaya, ondan sonra dört tane sıfat kazanması lazım. Fatiha Suresi’nde dört tane sıfat vardır; bir tanesi uluhiyyet Tanrısallık, iki rahmaniyet, üçüncüsü rahimiyet yani özel bir bağış hali, dördüncüsü malikiye bu on yedinci basamağa gelir ve evren teorisi de tasavvufta on sekizinci basamakta oksijen girmiştir yani hayatiyet başlamıştır dervişlik verilir. Bundan sonra pratik hizmetler vardır kilerci derviş, kahveci derviş, türbedar derviş, mihmandar derviş, kurbancı derviş, ayakçı derviş, çerağcı derviş, gözcü derviş, ekmekçi derviş, aşçı dervişlik yirmi dokuzuncu basamağa geldiği zaman babalık verilir, o artık otuzuncu basamaktaki babadır.

Bundan sonra otuz birinci basamak başlar baba efendidir, otuz ikinci basamak kutbül emin ve kutbül yesar sırrıdır, kuzey kutbu ve güney kutbu gibidir halife babalar başlar ondan sonra da bir tek yer olur yeryüzünde otuz üçüncü kutup dede baba.

Bu bir organizasyon... Balım Sultan Erkânnamesi’yle, demek ki sistemin önce bir aşıkları var... O, bir seyri süluk görüyor. O seyri süluğu ikmal edebilmişse kendi ruhundaki cihadı yapabilmişse, kendi şeytanını Müslüman yapabilmişse; Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi ona dervişlik basamağı geliyor

Dervişler bir babaya tabii olurlar, eskiden dervişlik risaleleri vardı. Osmanlı toprakları çok geniş bir yelpazede olduğu için her dervişe bir risale verilirdi, şimdi böyle bir risale verilmiyor. Yani kim hangi baba hangi dervişi çıkarttı. Dervişliğinde kendi meydan içinde hizmetleri vardır. Söylediğim gibi bu Fatiha Suresi’nin kastetmiş olduğu kamil insan formunu ve formatını edinebilmektir. Nazari bir medrese ilmi de değil tekke ilmidir, yani keşif yapım ve mükaşefe ile buna varabilir ancak ve mürşit tutarak.

Balım Sultan’dan bahsettik. Balım Sultan Erkânnamesi var, bu demin ki çok güzel sıraladığınız ve anlaşılır bir şekilde belirttiğiniz; belli kademeleri var aşıklık, dervişlik, babalık, halife babalık, dedebabalık.

Bunlar tarihler boyunca aynı şekilde uygulanmış değil mi?

Tabii. Aşağı yukarı şöyle söyleyeyim; H. 922’den bugüne kadar artık 28 dedebaba döneminden beri bu sistematik zaman zaman kesintiye de uğramış ama sistem yürümüş. Çünkü Erkânname ellerinde. Balım Sultan Erkânnamesi nasıl baba çıkar, nasıl derviş çıkar, nasıl halifebaba çıkar sözgelimi dünya üzerinde 12 tane halifebabadan fazla olamaz.

 

Bu bir kuraldır.

Kural. Çünkü On İki İmam ve Kutbiyet sistematiğidir on iki yıldız vardır, On İki Havari vardır, on iki burç vardır... On üçüncüyü bulamazsınız. Bir evrenin işleyiş kozmoğrafyasından çıkmıştır o şablon.

Yüzyıllar boyunca Bektaşilik içinde Balım Sultan Erkânnamesi uygulanmış orada bir problem yok. O Erkânnameye bağlı bütün babalar, halifebabalar ve dedebaba görevini, yükümlülüklerini, sorumluluklarını biliyor kendisine bağlı muhipler, talipler de o şekilde aynı eğitim içerisinde o yolun incelikleri ile yaşıyorlar.

Şu anda da aynı şekilde yürüyor, Mustafa Eke dedebaba yine Türkiye’de 8 tane mi, kaç tane halife babamız var?

Türkiye’de şu anda 12 tane halife babamız var. Teknik olarak şöyle yaparlardı bir tane boş bırakırlardı. Çünkü her an bu işi başarabilecek bir halife babadır, seyru sulük ona bir imkan olsun diye ama çok özel koşulları oldu ülkemizin, muhterem Bedri Noyan Dedebaba’nın Hakk’a yürümesinden sonra birtakım sıkıntılarımız oldu. Dolayısıyla bunu doldurmak gereği oldu. Çünkü bir de değişen bir dünya ile karşılaştık. Balkanlar’da sosyalist sistemlerin yıkılmasından sonra bir anda dergâhlar çıktı, Detroit Dergâhı Postnişini Flamur Baba Amerika’dan geldi geçenlerde nazarlarıma da getireceğim, halifelik aldı. Coğrafya bir anda genişledi. Yani bir başka ifade ile Allah sevgili kuluna önce merkebini kaybettirip sonra buldururmuş, biz elimizdeki dergâhları tekrar elimizde bulunca oraları irşat edebilmek için baba çıkartmak, atamak zorunluluğu doğdu.

Fakat söylediğim gibi bütün mesele bu işin pratik kısmıdır teoride bunu ikna etmemişse yani sizi bir kölelikten alıp bir köleliğe götüren bir sistem ise o tarikattan uzaklaşın, her zaman söylüyorum şeriat vardır tabii. Ama Hacı Bektaş’ın dediği gibi bir şeriattır, tarikat vardır nasıl bir tarikat? Hacı Bektaş’ın dediği gibi bir tarikattır, nasıl bir marifet? Hacı Bektaş’ın tarif ettiği gibi bir marifet, nasıl bir hakikat? Hakikat tarif edilmez. Onun için sona koymuştur Hz. Pir.

Hadirilik, Halvetilik, Celvetilik, Rufailik, Sadilik, Desotilik. Akla gelen bütün tarikatlarda marifet son basamaktır, kendini Allah yerine koyarlar. Haşa huzurdan ve onun için birçok tabiri caizse rezilhane ve kepaze karşılaşıyoruz tarikat şeylerinin.

Sizler de Bektaşi okulunun mensupları olarak, pir olarak Hacı Bektaş-i Veli ve onun dergâhını kabul ediyorsunuz o sistemi yürütüyorsunuz.

Coğrafi dağılım bakımından biraz önce söylediğiniz dedebabalık sistemine bağlı Balım Sultan Erkânnamesi’nin yürüdüğü Türkiye’de ve dünyadaki ana noktaları söyleyebilir misiniz?

Kısaca bir şey söylemek istiyorum, Hz. Pir postnişinini iki kalemle gitmiştir ve gerçeği de ifade etmem lazım burada, bunlardan bir tanesi yol evladı, bir tanesi bel evladı.

Bektaşilik ilahi düşünceyi mefkûre (fikir) dostuluğu ile kazanılabileceği kanaatindedir, Babagân kolu. Fakat Hz. pirin çelebi postnişinleri de var. Fakir o tarafa müthiş de saygım var. Herkes iman üzerine bir tartışma açamaz, fakir Babagân Kolunu anlatabiliyorum size ancak onun mensubu olarak.

Bektaşi babası yolda yürüyormuş subaşı ramazan günü çevirmiş, çıkar elindeki şişeyi ne şişesi taşıyorsun, su şişesi demiş, çıkar şişeyi deyince rakı ol ya mübarek demiş, subaşı gülmüş suyu rakı yaptın da şurada yangın var onu da söndürsene demiş, vallahi o işe Rufailer karışır demiş.

Şimdi fakirin ihtisas alanı Babagan Bektaşiliğin merkezleri, öbür tarafları bilmem.

Büyük merkezler olmuş; ama Bektaşilik mücerret esaslı gittiği için beş altı temel mücerret dergâhı sayılmış; bir tanesi Hz. Pir Dergâhı, bir tanesi Abdülkadir Geylani Sultan Medine’de, bir tanesi Dimetoka’da, bir tanesi de Şahkulu Sultan Dergâhı 16’ncı yüzyıldan itibaren şimdi aklıma gelmiyor daha sonra net olarak sayabilirim.

Altı temel merkezli büyük mücerret dergâh üzerinde şekillenmiş bunun bir kısmı Balkanlar’da tabiri caizse Mısır’da bir ucu, bir ucu Cezayir’de, bir ucu Fas’ta yani Osmanlı’nın Fütüvvet sınırları içinde müthiş bir organizasyon ve her yere baba lazım, derviş lazım irşat hizmeti lazım. Fakat en yoğunluklu olarak yine Osmanlı’nın Fütüvvet ilişkileri içinde görmek lazım nazarlarım bir kere söylemiştim Bulgaristan içinde Bektaşi Dergâhı arıyorsanız ortada aramayın yukarı doğru çıkın Romanya tarafına doğru yada Yunanistan’a giden sınırda bulun. Fütüvvet olmayan yerde Bektaşi Dergâhı pek açılmamış çünkü bir anlamda sadece kılıçla bir yeri fethedemezsiniz, gönül fethi olmadan o batın tahta kılıçlarınız olmadan fethedemezsiniz. 700 yıllık Osmanlı Balkanlar’da öyle köklü bir şekilde durdu ise kılıçla duramamıştır, kılıçla dursaydı KGB ile Rusya dururdu o da duramadı Sovyetler Birliği, gönül fethi yapmamışsanız ve böyle dergâhlar uyandırmışlar, Makedonya’da, Sırbistan’da, Karadağ’da, Mora’da hatta zaman zaman Cem Dergisi’nde de her aklıma geldikçe birkaç tanesini yazıyorum Selanik’te, Manastırda, Köstence’de, Dobruca’da, Polonya’da, Macaristan’da, İtalya’da bütün Balkanlar’da Fütüvvet açısı içerisinde birçok dergâh var ve bunlara bir irşat hizmetlisi olarak ya bir baba yollamışlar yada bir halife baba yollamışlar ama dünya üzerindeki sistem o kadar kontrollü ki dergâh sistemi oniki halifebabayı geçmemiş, bunu bir bilgi olarak sunmak istiyorum.

 Çok teşekkür ediyorum efendim sizlere, programımıza katıldığınız için.

Fakire vazife düşerse onu bir vazife ederim, bütün canlara, dinleyenlere, nazar edenlere aşkı niyazlar ederim, kerem bulduk, gönüllü olduk aşk olsun, nur olsun.

Söyleşi: 30 EKİM 2001, CEM RADYO

 

BEŞİNCİ SÖYLEŞİ

 

 

Sayın Şevki Koca Kerbelâ ve Şah Hüseyin için siz neler söylersiniz?

Söyleşimizde  daha çok konunun felsefi manası üzerinde duralım, dilerseniz. Sadece tarihi bir mesele değil bu mesele, şu tarihte oruç tutulur, olay bu tarihte oldu, meselesi değil buradaki olay. Yüzyıllar geçmesine rağmen insanlar hala bu olayı anıyorlarsa, bunda derin bir hikmet olsa gerektir.

 

Muharrem hadisesine geçmeden önce Evlâdı Resul’ün içinde bulunduğu şartlara değinmek lâzım.

Hz. Peygamberimizin şehadetinden hemen sonra ortaya beşeri anlamda kavgalar çıktı. Bu anlamda sıkıntının temel kaynağı olan, Allah’a olan ibadetin samimiyeti ve ihlâsı giderek ikinci plana düşmüştü. Hilâfet meselesine şartlanmış olan Arap Yarımadası içindeki zahiri beklenti Hz. Muhammet dininin, tevhid dininin sebebi maksudunu anlayamamıştır.

Giderek eski cahilliye tohumlarının beklentileriyle örtüşen bir siyasallaşma başladı, öte yandan tevhid dini insanı dünyanın merkezine koyuyordu, daha önce bilindiği gibi çocukların gömüldüğü kız çocuklarının miras haklarından yoksun kalındığı, karanlıklar içinde zaten Mekke’de siyah şehir demektir.

Bütün insani değerlerin meta haline geldiği Arap Yarımadası’nda Hz. Muhammet bir tevhid dini koymuştur ve Adem Peygamberden bu yana gelen ve zaman zaman kesintiye uğramış olan Allah’ın birliğine ve ona şirk koşulamayacağına ve onun adaletinin gerçek olduğuna dair beyânını Cenab-ı Hakk’ın Kuran’ı Kerim’de ifadelerini yerinde bulduğu gibi her zaman için topluma indirgemeye gayret etmiştir.

Peygamberin vefatı sonrası ve Hz. Hasan efendimizin de hilâfetten boşalması sonrası çeşitli nedenleri vardı Hz. Hasan efendimizin de boşalmasında.

Kûfeliler Hz. Hüseyin efendimizi bir davranış sembolü haline getirerek siyasallaştırdılar.

Öte yandan Hz. Hüseyin Kûfeliler çağırmasa da, böyle bir zorunluluğa mecburdu, bu hak ile batılın kesişme noktasıydı.

Eğer Hz. Hüseyin Kerbelâ sahrasında şehit olmasaydı biz bugün Emevilikten başka bir şey yapamazdık.

Çünkü Hakk’ı ancak o kurtardı.

Özeleştiri nedir?

Özeleştiri gözyaşıdır bazen bir arkadaşımız, dostumuz vefat eder arkadan gözyaşı dökeriz, gözyaşının sebebi nedir?

Aslında ona değildir bizim döktüğümüz gözyaşı, yapamadıklarımızadır.

Bugün Kûfeliler gözyaşı döküyorlar, özeleştiri yapıyorlar.

Hz. Hüseyin Efendimiz Hakk ile bâtılın Ninova çöllerinde kesişme noktasını yarattı, zaten onun vefatını Hz. Peygamber sağlığında biliyordu, namaz kılardı, orucu mu tuttu.

Hz. Fatıma soruyor, bunları rüyasında gördüğü zaman Hz. Peygamber’e anlatıyor, çocuklarımın şehit olduğunu gördüm bunların matemini kimler tutacak diyor, onların matemi sonsuza kadar insanlık âlemi tarafından tutulacaktı çünkü insanlığı âlem yapan onların şahadetidir.

Hz. Hüseyin’in şahadeti bir İsa Peygamber’e benzer ama kendisinden önce gelmiş bütün peygamberlerin, 124 bin peygamberin zelle mertebesindeki suçluların kefaretini ödemiştir.

O bakımdan sadece Müslüman âlemi için değil, insanlık âlemi için doğru ile yanlışın, zalim ile mazlumun ayırdığı bir noktadır Ninova çöllerindeki bir şehadet.

Hz. Hüseyin efendimiz 72 evlâdını tek tek savaşa sürdü halbuki hepsini birden sürebilirdi.

O, on iki günlük şehadet sürecinde her gün bir evlâdını sürdü ve her biri de künyesini okudu, ben evlâdı resul çocuğuyum, diyerek.

Çünkü onlara dünya âlemine 72 defa şans verdi bundan vazgeçmeleri için, 72 şansı da teptiler ve onun için yeryüzünde kurtulmuş olan 73 fırka vardır sadece bir tanesi kurtulacaktır denen erbabı şirkten onun oğullarından Güruhu Naci’den (Kurtulmuş topluluk) oldular.

Kim ki Hz. Hüseyin için bir damla gözyaşı döker hayatında zahir ve batıni bütün günahları af olur, kim ki Hz. Hüseyin evlâdına kötülük etmeyi düşünse dahi cenabı Hakk’ın eli onların alnında olur .

 

Sayın Şevki Koca Bektaşi erkânlarında durum nedir, Bektaşiler genel olarak bu günler boyunca neleri yapmazlar, neleri yaparlar, neye özen gösterirler?

 

Genel olarak özellikle Ehl-i Beyt dostların ve gençlerin de bir ölüler sistematiğinden bahsedildiğini zannediyor. Yani Hz. Hüseyin’i, Hz. Ali’yi, Hz. Fatıma’yı yaşamımıza indiremezsek ve gençlere de böyle bir perspektif sunamazsak onların bu şaibeleri biraz doğal geliyor bana.

Dede sultan erenlerim (Musa Küçük Dede) anlattı; Kerbelâ Olayı bir saltanat kavgası mıdır, Araplar içinde hilâfet kavgası mıdır, yoksa bir insanlık kurtuluşu mudur?

Oysa bu yapı günümüzde de var.

Pir Sultan’ın bir nefesi var, son iki beytini hatırlıyorum; Yemen’den öte bir yerde, düldül hâlâ savaştadır, diyor.

Düldülün savaşı bitmiyor, düldül zalime, zulme her zaman savaş edecek, o savaş bitmeyecek olan bir savaş, münafık bitmez.

Fatıma Ana’nın ağlaması, döktüğü gözyaşı sadece Hz. Hüseyin için değil, Nesimi için de gözyaşı döktü, derisini yüzdüler, Mansur’u taşladılar, ne yaptı “Ene’l-Hakk” dedi, yani Allah’tan başka hiçbir şey yok, dedi. Ene’l batıl mıydı diyecekti, demek ki yaşamımızda, güncel yaşamımızda, bizim yaşamımızda var bu problem.

21. yüzyılın şu çeyreğine geldik hâlâ her şeyin düzgün gittiğini söyleyebilir miyiz?

Hala Muaviyeler var, hala Yezitler var. İşte buradan karine çıkartıp gençlerimize bugünün mesajını orada alarak iletebilirsek, masumu anlatabilirsek iyi bir iş yapmış oluruz.

Yoksa Hz. Peygamber’in 12 tane evlâdı resulünü kestiler, 14 tane masumunu kestiler, İbrahim Maşûki Hazretleri padişah önünde katledildi, Pir Sultan asıldı.

Hangisi gitmemiş ki?

Bu devam eden bir süreç, Düldül’ün savaşı bitmiyor.

Aklıma geldi Turgut Baba’nın bir nefesi var, izin verirseniz konuyu özetlemesi bakımından;

 

Hilali Muharrem giydi karalar

Onun için ağlar Fatıma Ana,

Sinemde göz göz oldu yareler

Onun için ağlar Fatıma Ana,

 

Kerbelâ’ya düştü Hûn-i şehâdet

Ehlibeytim diye ağlar Muhammet

Matemlere girdi şâh-ı velâyet,

Onun ağlar Fatıma Ana,

 

Mazlum İmam Hasan zehir nûş oldu,

Şah Hüseyin şehidana baş oldu,

Her birisi bir belâya düş oldu,

Onun için ağlar Fatıma Ana

 

Bindirdiler üryan edip deveye

Hz. Resul’ün kızları diye

 

(Samimiyetimle söylüyorum size Kerbelâ’nın son günü yapılanları anlatsam dünya üzerinde insanlık adında kaçacak yer bulamazsınız, o kadar büyük rezillikler yapmışlar Aczimendiler yapmamıştır.)

 

Zeynep’i böldüler yetmiş pareye

Onun için ağlar Fatıma Ana

 

Muhammet Bakır’a kiriş taktılar

Duvarlara çivi ile çaktılar

İmamı Cafer’i bile yaktılar

Onun için ağlar Fatıma ana

 

Bütün Hanefi mezheplerin maliki, anasırı İmam Caferi Sadık hazretleridir, onların fıkhının kurucusudur. Yani başını secdeye koymaması lâzım çünkü; yalancı bir secdede Pirlerini yakmışlar kesmişler.

 

Mervan viran etti Hakkın arşını

Yezide atalım lânet taşını

Kâzıma verdiler kaynar kurşunu

Onun için ağlar Fatıma Ana

 

İmam Rıza işte zehri baldıran

Şah Taki’ye ağu verdi münkiran

Ba Naki şehit etti kafiran

Onun için ağlar Fatıma Ana

 

Kazım oğlu Turgut feryat içinde

Nesimi yüzüldü bid’at içinde

Mansur’u astılar Bağdat içinde

Onun için ağlar Fatıma Ana

 

Esasen Hallac-ı Mansur’u asan da haklı.

Çünkü o da bir kafiri öldüreyim, diye taş atıyor, çünkü zahiri bir secde de Allah diye zannına tapınıyor, zannını Allah sanıyor.

Çünkü biliyorsunuz Beyazıd-i Bestâmi Hazretleri diyor ki; “Eskiden insanların görünen putları vardı, şimdi görünmeyen putları var”, kimisi şehvete tapar, kimisi paraya tapar Allah’a taptığını zanneder, kimi güce tapar.

Muhiddin Arabi Hazretleri diyor ki; sizlerin taptığı Allah benim ayaklarımın altındadır, diyor.

Böyle söz söyledi diye öldürüyorlar, ayaklarının altını kazıyorlar altında para çıkıyor.

Demek ki öyle bir Hüseyin olmalı ki günümüzde yaşayan bir Hüseyin, bu Hüseyin hâlâ yaşıyor.

 

Hangi geleneklere önem veririz. Muharrem ayında neler yaparız, neler yapmayız?

 

Muharrem ayı iki biçimde telâkki edilir Tarikat-ı Bektaşiye’de; bir Fatıma Anamızın susuzluk orucudur, ve de matemdir. İki telâkkide kullanılır bir tanesi pratik faaliyetlere bir tanesi de teorik faaliyetlere yol açan.

Oruç olması nedeniyle bazı ameli zorunlulukları vardır; mesela soğan yenmez, Ebu Süfyan sülâlesinden ve onun soyundan gelen kadınlar, Hz. Hüseyin’in şehâdetini duydukları zaman yalancı ağlama yapmak için gözlerine soğan sürdüler, çünkü Hz. Hüseyin öyle bir kimlik ki, zahiri de etkiliyor, bir ağlama göstermesi lâzım ve soğan sürdüler gözlerine, bir akide olarak pratikte soğan girmez.

Tarikatı Bektaşiye kültüründe zulüm yoktur, insanın kendine olan zulmü de yoktur. Dolayısıyla bazı Acemlerde sırtına zincirler vururlar bunu kabul etmez, mateme iştiraktir, mateme sembolik olarak kalben iştirak etmedikten sonra kendinizi fırına atsanız bir şey fark etmez.

O bakımdan bir oruca başlanır, niyet edilir Fatıma Anamızın susuzluk orucuna 12 günlük oruçtur, bir Cuma atlanır öbür Cuma namazından önce açılır.

Kadınlar da aş erme deriz, bu on demektir, onuncu gün başlar, hayatın başlaması demek ki, Hz. Hüseyin’in şahadeti hayatı başlattı, kan gerekiyor onun için Kurban Bayramına da biz Kurbiyet Bayramı deriz, Kurb yakınlık, akrabalık kökünden gelir, Tanrı ile akrabalık kurmak için kan bağı kurmak için yani biz kendimizi de kurban gibi kesebiliriz demektir.

Hakiki kurban insanoğlunun bizzati kendisidir.

Mateme iştirak bakımından çeşitli cemaatlerde çeşitli şekillerde olduğu gibi Tarikati Bektaşiye’nin kabulleri var.

Bir ritüeli vardır bunun, biz erkanname de Balım Sultan oruca nasıl başlanacağına dair mürşit olacak üç kişiden az oruç ritüeli yürütülemiyor.

“Selâmullah ve selaâvatullah ale’l Hüseyin, lânetullah ale!l katilü’l Hüseyin”, denerek oruca başlanır, beşinde pilav yapılır, her Bektaşi mürşidi Kurban Bayramında kurban tığlar gerdanını dolapta bekletir, onu Muharremin beşinde yaptığı pilava katar çünkü Hz. Hüseyin Kerbelâ’da yediği yanındakilerle yediği son ettir.

Yedisinde helva yapılır, çünkü onlar bu Kerbelâ sahrasından kurtulmaları mümkün olmadığını bildikleri için, bari hayatta iken kendi helvamızı kendimiz yapalım derler ve helva pişirirler.

Muharremin ikinci Cuma günü Cuma namazdan sonra yani oruç açıldıktan sonra bir aşure yapılır.

Aşure de Hz. Hüseyin şehit edildikten sonra mübarek başı tepsi içinde Yezid’e götürülür tekrar bedenlerle birleştirilmek üzere Kerbelâ’ya getirilir.

Burada bedenler birleştirilip toprağa verildikten sonra çadırlarda kalan son yiyecekler toplanır bugün bildiğimiz aşure çorbası kaynatılır.

Aşureye en az 12 tane meyve konur.

Prensip olarak bazı yerlerde ceviz ve karanfil atarlar içine, bu ayda aşırı sevinç ve gülmeler olmaz, mektup yazılmaz.

Çünkü Hz. Hüseyin’in şehadeti sırasında bizim halimiz, hatırımız ne olacak ki diye bir karine olur, telefonla az konuşulur, konsere gidilmez.

Ama abartılmaz da, o matemi ruhen anlayabilmektir bu matemin uluhiyyet havasında da başkasına yansıtmaktır.

Bundan sonra da sefer ayları başlar Muharremden sonra hizmet görülmez her cemaatte de öyledir.

 

Nasıldır. Onu da biraz açıklar mısınız?

 

Hz. Zeynep’in şahadeti olduğu için dört günlük bir oruç olduğunu söylerler, dolayısıyla o dört günlük oruç içinde de meydan görülmediği çünkü onun hangi gün olduğu bilinmiyor 2 ay içinde, sefer ayı kabul edilerek o iki ay içinde, Bektaşiler meydan görmezler.

Hadisi şerif var onu belirtmeden geçemeyeceğim, üç şeyi affetmem diyor; Faizi, şirki ve Ehl-i Beyte küfür edenleri.

Faizi affederim, riba der Peygamber, şirki affederim, cahillikle yapmıştır ama Ehlibeyt’e küfür edenleri ben affetsem de Allah affetmez der.

 

Şah Hüseyin dedik, Kerbelâ dedik, büyük bir dram var dedik.

Ama olaya bir de farklı açılardan bakıp, farklı çerçeve çizmek gerekiyor sanırım. Yani o dramdan bize hangi mesajlar kaldı, biz nasıl algılayacağız günümüz koşullarında Kerbelâ’yı, Ehlibeyti?

Bu konularda sonuç olarak sizler neler söyleyeceksiniz?

 

Müfessirlerin üzerinde mutabık kaldıkları bir olay vardır.

Kerbelâ’nın beşinci günü bir şehit vardır; ismi Hür.

Onun tam ismi Hadikatü’s-Suheda’da yazar.

Hür Bin Yezit İnriyahi’dır. Yani Yezit’in ücretli kölesi. Ve biliyorsunuz ordu komutanıydı bu, ve Ömer Bin Vakkas, Saadini Bin Vakkas’ın oğlunun altında çalışıyordu.

Biliyorsunuz Saad Bin Vakkas Pir Sultan’ın nefesinde geçer Sıffın’da çarpışmış bir zat olmasına rağmen, oğlu menfaat icabı Yezit’in ordusunda bir valilik beklentisi ile görev yaptı.

Ebu Vakkas’ta Hür’ü sürer, şehit etmek için 5.000 kişilik bir ordusu vardır, Hz. Hüseyin’in karşısına gelir orada bir görüşme yaparlar.

15 dakikalık süren görüşmenin içeriğini tarih bilmez.

Fakat bu görüşmeden sonra Hür ordusunu bırakarak Yezit’in üzerine atlar.

Yani Ömer Bin Vakkas’ın ordusuna doğru askerini sürer.

O zaman Ebu Vakkas sorar: Ya Hür! Sen Yezit’in fidyeyi necatını ödediği köle değil misin ki bize karşı saffet edersin, bir tek şey anladım, der eğer iman için kavga ediyorsanız niçin bu para için toprak istiyorsunuz, toprak için kavga ediyorsunuz ya da menfaat için kavga ediyorsanız niçin iman diyorsunuz, size karşı şehit olarak Yezidi olan fidyeyi necatıma, imamın yanında şehit olarak da Allah’ın karşı olarak necatımı ödeyeceğim, diyor.

Nihayetinde Hür tarihler durdukça anılacak bir yiğit olarak ölümsüzler arasına katılır: kendisi Hz. Hüseyin’in yanında yer alarak ilk şehit olan bir büyük kişi olur.

Kerbelâ’nın destanını, dramını anlatmaya kelimeler yetmez.

Kerbelâ’da yazılan insanlık destanını, Hz. Hüseyin’in kahramanlıklarını anlatmaya sayfalar yetmez.

Kerbelâ’dan çıkarılacak çok dersler vardır.

Söyleşi: 10. 04. 2000,  Musa Küçük ve Hacı Kıral’ın da katıldıkları Muharrem Sohbetleri Programından.

Buradaki söyleşilerin bir okumasını da sayın Dursun Gümüşoğlu yapmıştır. Kendisine bu vesileyle  teşekkür ediyorum. (Ayhan Aydın)

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile