ABİDİN ÖZGÜNAY'LA SÖYLEŞİLER (2.)

ABİDİN ÖZGÜNAY

YAZAR, YAYINCI VE CEM DERGİSİ KURUCUSU

(1934/ 14 MART 2005)

 

ABİDİN ÖZGÜNAY’LA ALEVİLİK/BEKTAŞİLİK ÜZERİNE...

 

Ayhan Aydın

 (II.)

İmam Ali bunun sembolü mü?

İmam Ali bu noktada hem istisnai yeri vardır, hem de o hikmet bilgisini bilme noktasında bunun gaybı bilen bir insan olduğu, iddiasını taşıyan birisi değil.

Kainatın kurgusunda var olan, akılcı kurgunun, akıl tarafından kavranabilir olduğunu, yani kainatın bir makulet içerisinde işlevini sürdürdüğünü aklında makulü bile bileceğini düşündüğümüz zaman, Ali’nin ilminin Allah’ın hikmetini kavrayabilecek noktada olduğunu, o derece yüksek ve yetkin olduğunu da kabul etmek mümkün oluyor.

Bu Peygamber’in bilmediği gaybi, Hz. Ali’nin bildiğini iddia etmek değil, Meşiyet-i Alemin, yani dünya işlerinin bir kurguya göre değişmeyen, bozulmayan, sarsılmayan bir kurguya, makul bir kurguya göre düzenlendiğini ve böylece devam ettiğini düşünürsek, yetkin bir ilim sahibinin bu kurguyu çok rahatlıkla bile bileceğini de kabul etmek gerekir.

Kader

Son Körfez zelzelesinde kundaktaki çocukların bile duvarlar arasında ezilmesini,  kimileri Allah’ın gazabının bir işareti olduğuna bağlarken, biz hiç de meseleye öyle bakmadık.

Elbette bir ilahi varlık var, ama bu ilahi varlık bu düzeni keyfine göre kurmadı, bu düzen bir ilim üzerine, bir bilim üzerine kuruldu.

Kainatın kuruluşundan bugüne, hiçbir hesap şaşmadan devam ediyor.

Ay’ın tutulması, Güneş’in tutulması veya olabilecek olaylarla ilgili astronomik bilgiler bize şaşmaz bir biçimde gelecekle ilgili bilimler bilir şeyleri sunmuş oluyor.

Bu bize şunu gösteriyor; bu kainat bir makul düzen üzerine dönmekte ve olaylar da buna göre gelişmektedir.

Hiçbir keyfilik yoktur; Tanrı, kendi keyfine göre bir kainat yaratmamıştır.

Tanrı her şeyi, mağrurda yazdığı şeyi, ben böyle yazdım böyle olsun, ceberutluğu ile o yazıyı tanzim etmemiştir.

Bir mahkemede, bir sulh ceza hakimi hangi dava ile kendisini bağlamış ise ve önüne gelen davanın cürümüne göre karar vermek mecburiyetinde ise; Tanrı da oluşan olaylara ancak o irade ile müdahale etmek veya o irade ile nazar etmek durumundadır.

Tanrısallıkta keyfilik olmaz, keyfilik yoktur.

Dolayısıyla, kainatta her şey bir düzen ve bir makuliyet üzerine oluşmaktadır, akıl da makulü bilen bir unsur olarak yetkin bir akıl olarak bunu bile bilir.

İşte bu Alevilikte veda dediğimiz müessesinin ortaya çıkmasını ve Hz. Ali’nin hikmetini bile bilen, ilim sahibi oluşunun mümkün olduğunu gösteren bir olgudur.

Bakıyorum Aleviler bugün nesil insanı olarak her türlü şeye rıza gösteren, Aleviliğin değerini, Alevinin asaletini, Aleviliğin insanlara verdiği düşünce ayrıcalığını, irade ulviyetini değerlendirme noktasında, adeta bedenlerini ayakta gezdirmek adına ruhlarını çiğniyorlar.

Böyle bir yapı beni şahsen üzüyor, aralarında birlik yok, aralarında ittifak yok.

Yirmi milyon Alevi varmış, yirmi beş milyon Alevi varmış.

Eğer yirmi milyon Alevi bu zillete müstahak yaşamayı içine sindirebiliyorsa, o yirmi milyonluk Alevinin Hakk hakkından gelsin, derim.

Böyle bir rezalet, böyle bir uyuşukluluk, böyle bir eğik baş, böyle bir omurgasızlık...

Buna nasıl tahammül edilebilir?, bilmiyorum.

Ben bu ifademle, bu söylemimle insanlara ayağa kaldırmak, bir istirham etmek gibi bir öğüdün sahipliliğini yüklenmiyorum.

Ama Alevi olabilmek hakikaten kul olarak yaşamanın ezikliğini kabul ederek değil, Allah’a yükselen yaratıklar olarak ayağa kalkmanın, ömürlü yaşamanın, irade sahibi olmanın adı olarak düşündüğümüzde Alevilerin hiç de, Aleviliğe yakışır bir tavır ve yaşantıda olmadıklarını görüyorum.

Bu açıdan Alevilikle ilgili düşüncemi söyledim.

 

Sayın Özgünay, nasıl bir değişimle, gelişimle, nasıl bir süreç izleyerek Anadolu’ya, Osmanlı’ya kadar geldi Alevilik?

 

Ali düşüncesindeki Alevilik anlayışına, Ali’den sonraki Şia’nın ve Aleviliğin hem İrfani olarak, hem Talimi olarak anladığı Alevilik arasında özdeşlik olmadığını söyleyebilirim.

Yani İrfanın ilimle birleşmediğini, Aleviliğin de Ali anlayışındaki Alevilikle bütünleşmediğini, kendi içinde, kendi bünyesinde farklılıklara uğradığını, bu farklılıkların bir yerde özden kaymak gibi, özden sapmak gibi bir takım ayrıcalıkları da, hatta ütopik kurguları da içerdiğini görüyoruz.

İşte bu kutsal aile yaratma düşüncesinin, Şia’nın ve Aleviliğin temel unsurlarından bir tanesi olarak gözüktüğünün, oysa kutsal aile anlayışının, insanların kutsallığını kabul eden, Anadolu Aleviliğinin karşısında bir takım insanlara bir nesne, bir imtiyaz örnek verdiğini, oysa bu imtiyazın Ali için düşünülebileceğini, belki Hüseyin için düşünülebileceğini ama bunun genelleşmemesi gerektiğine ben inanıyorum.

 

Şiilik/Alevilik dediğimde buna Hz. Ali’nin anlayışı ile özdeşleşen bir din yorumu ve anlayışı olduğunu kabul eden bir ifade tarzında kendini uzakta tutmaya gayret ediyor.

Anadolu’da egemen Alevilik, Şia’nın ve Talimileşen Aleviliğin, yeni coğrafyalardaki eski gelenek/görenek ve anlayışlarla itikatlarla bir harita oluşturması ve bu haritanın Anadolu’ya intikalinden sonra tasavvuf düşüncesinin, tasavvuf felsefesi ile birleşerek yeni boyutlar kazandığını, işte bu yeni boyutlarda ki Alevilik anlayışının, Ali’nin anlayışı ile, Ali’nin anlatımındaki Aleviliğin özü ile, ruhu ile daha bağdaşır olduğunu ama bunun ötesinde aşkın Aleviliğin de timsali olarak, Anadolu’da bunun ayağa kalktığını görmekteyiz.

 

Benim için geçerli olan; ne Şiiliğin Şia anlayışındaki Alevilik, ne de İmamiye’nin anladığı Alevilik, ne de Horasan Melamiyeti’nin, Melamiliğin anladığı tasavvuf boyutundaki Alevilik değil, felsefe ile yani dini akıl ile yorumlayan, aklı dine uyduran değil, dini akıl ile yorumlayan irfan ile bütünleştiren aklı, aşkın bir Alevi anlayışını, Anadolu Aleviliğine bağdaştırıyorum.

Bu ayrı bir sentez olarak önümüze geliyor.

Bu noktaya gelince; anlatılanları anlayabilmek için diyorum ki, Sünniliği de bilmek lazım. Sünniliği bilmeden Aleviliği bu boyutlarıyla kavramak zor olur.

Şeriat halktan yana değildir, Şeriat devletten yanadır.

Devletten yana olmanın bir faturası vardır, ödenmesi gereken bir bedel vardır, bu bedel Bektaşiliğin Çelebi kolu tarafından ödenmiştir, ama bir Babagan Bektaşiliği vardır ki, bana göre asıl akıl ile özdeşleşerek Aleviliğe farklı yorumlar katan ve onu yeni boyutlarda inşa eden bir anlayış ta vardır.

Bu kısmen Doğu Anadolu Alevilerinin de, Orta Anadolu Alevilerinin de buradan aldığı ilhamla kendilerini aşkın Aleviliğin temsilcileri haline getirdikleri gerçeği de vardır.

Bütün bunları anlayabilmek için de Ortodoks dininin bazı temel gerçeklerini bilmek lazım.

Anadolu’da ne olmuştur?

Anadolu’da Alevilik yeni bir aşamaya ulaşmıştır.

Bu insanın Tanrı ile münasebetlerini, insanın insan ile münasebetlerini, insanın eşya ile münasebetlerini ve nihayet insanın kendi özü ile münasebetlerini kucaklayacak ve açıklayacak biçimde inşa edilmiştir.

Bunları yapabilmek için çok açıktır ki bir metot sahibi olmak lazım, rasgele bunlar olmaz.

İşte o metodu zikredebilmek, o metoda göre bu olayın açıklamasını yapabilmek için Sünniliği de bilmek lazım.

Maalesef Sünni, Sünniliği bilmiyor, Alevi, Aleviliği bilmiyor.

Şimdi nedir olay?

Madem ki, Alevilik dini bir terimdir, bunun dinle ilgisi vardır, dinle ilgisi vardır ama imana dayalı, salt imana dayalı, hayatın merkezine Allah’ı koyan, hayatın merkezine imanı koyan bir anlayışla değil; hayatın merkezine insanı, irfanı ve aklı koyan bir anlayışla inşa edilmiş bir Alevi aşkınlığı vardır.

Bunu iyi anlatabilmek için belli bir sürecin içerisinden geçirerek bu noktaya getirmek lazımdır.

İslam neye göre hükmeder?

Ortodoks İslam Kuran’a göre hükmeder, Sünnete göre hükmeder, daha sonra icmaya göre hükmeder, daha sonra da kıyas yapar.

Sorunları çözen, meseleleri halleden ve insanların bu dünyada ve ahrette mutlu olabilmesine neden olabilecek yolların döşenmesi bu kanallardan geçer.

Bir mesele ile, bir müşkülatla karşılaştığın zaman Kuran’a müracaat edeceksin, İslam böyle diyor.

Birinci müracaat Kuran, ikinci müracaat Peygamberin söz ve davranışları.

Kuran’da bulamazsan Sünnete yani Hadise müracaat edeceksin, Hadiste bulamazsan müsteyitlerin icmasına müracaat edeceksin.

İcma belli bir tarihte mütetekirlerin bir konu hakkında birleştikleri bir karar değil, bir zaman dilimi içerisinde ayrı ayrı dönemlerde, ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı kişiler tarafından verilen, ortaya konulan düşüncelerden oluşan şeyin adıdır icma.

Burada da bulamazsınız Kıyasa göre hükmetmek esası oluyor.

Bunu Hz. Ali’ye, Ali’nin anladığı ve Anadolu’daki Aleviliğin anladığı biçime getirirsek; Hz. Ali Kuran’ı ve Peygamber’i onun etrafındaki herkesten daha çok anlayan ve bilen birisiydi.

Hatta onun bir lafı vardı; Kuran’ın her ayetinin ne için indiğini, ne zaman indiğini bilen bir insan olarak sizi anlatabilirim, diyen bilen bir insan kendisi.

Ve Hz. Ali Kuran’ın ne dediğine değil, ne demek istediğini anlayan bir anlayışla Kuran’ın yorumuna bakıyordu.

 

Kuran ve Aleviler

O halde biz Anadolu Alevileri olarak Kuran’ı ne derece günlük meselelerimizle birinci kaynak olarak ele alacağız?

Kuran ve din ben böyle söylüyorum, böyle inanacaksınız, demektedir.

Ama Aleviliğin baz olarak, hareket noktası olarak ele aldığı irfan ve akıl, Kuran’ın ne dediğine değil, ne demek istediğine bakarak meseleleri yorumlamaya çalışıyor.

Ayrıca Ehli Sünnet, Kuran’a birinci derecede, Hadise ikinci derecede yer verdiği yerde, Alevilik Kuran’a da, Hadise de İmamiye’nin fikriyatına da birinci derecede yer veriliyor.

Bundan çok derin manalar çıkar.

Bu derin mananın birincisi şudur; Kuran’ın sözü ile Resulün ve İmanın sözü arasında fark yoktur, aşkın Alevi düşüncesinde Kuran Allah’ın sözü değildir, Kuran Resulün sözüdür.

Dolayısıyla Resul kendi hakkına göre, kendi hafızasında yer eden elde edebildiği doğruların, hafızasına yerleştirdiği orada olgunlaştırdığı düşüncelerin o zamanın koşullarına göre, dertlere deva olabilecek veya olayların çözümlenmesine neşter olabilecek düşünceler silsilesinin bir yanardağdan fışkıran lav misali, fışkırarak ortaya çıkması anlamına alınmalıdır.

Biz aşkı Anadolu Aleviliğinde Kuran’ı Allah’ın kelamı değil, Peygamberin müktesebatı, düşüncesi, aklının ürünü olarak kabul ediyor; bütün zamanlar için de kullanabilirliğini de ne dediğine değil, ne demek istediğine bakmak sureti ile onu yorumlamak gerekir hükmüne bağlayarak, bugüne taşımanın olanağını buluyoruz.

Aksi taktirde kabul etmek lazım ki, Kuran bundan 1400 sene evvelin şartlarında bir tüccarlar şehrinin fukaralar ve beyzadeler olarak keskin bir biçimde sınıfa ayrıldığı, bir topluluğa bir nebinin adaletliği, eşitliği getirebilmek için onun müktesebatından ve düşüncelerinden ve o günün şartlarına göre ortaya koyduğu gerekçelerden oluşan bir nasihatler manzumesi, bir etik ahlaki söylemler bütünüdür.

Böyle baktığımız zaman, Kuran’a bir başka türlü anlam, rısalete başka türlü bir anlam vermek kaçınılmaz oluyor. İşte biz burada Ehli Sünnetle derin ayrılıklara düşüyoruz.

Ehli Sünnet veya Ortodoks birinci derecede Kuran’a, ikinci derecede hadise, üçüncü derecede icmaya, dördüncü derecede kıyasa yön vererek hükmettiği zaman, dikkatimizi çeken bir şey vardır; burada akıl yürütme, içtihat yoktur en son kıyas vardır.

Kıyas ya Kuran’a uyduracaktır kendisini, ya hadise uyduracaktır; ya hadise uyduracaktır, veyahut da icmaya uyduracaktır. Ama bütün bunlar geride kalmış zamanın ürünleri olarak yönünü ileriye değil, geriye dönerek düşünce oluşturmanın, bizlerin de kaderini tayin etmektedir.

İleriki zamana bakarak değil, yüzünü geriye dönerek söylenmiş sözlerden netice ve sonuç çıkararak meselelere çözüm getirmenin yolunu açmaktadır.

Oysa Anadolu Aleviliğinin aşkın yorumunda bu metot köhnemiş bir usul olarak geride bırakılmıştır.

Dolayısıyla Alevi Kuran’ın ne dediğine bakarak değil, ne demek istediğine bakarak hüküm vermiştir.

Kuran ile hadis arasında fark gözetmez, çünkü Kuran’da, hadiste Peygamberin müktesebatının düşüncesinin ürününün ortaya çıkış biçimidir. Ama sokaktaki Muhammet’in, sokaktaki Ali’nin, Veli’nin ortaya koyduğu müktesebat biçimi değildir.

Hz. Muhammet o noktada rısaletin sahibi olmaya müstahak bir insan vasfı ile yeni baştan inşa etmek dizilmek lazım.

 

Peygamberler

 

Bana göre; peygamberleri seçen Allah’ın kendisi değildir.

Peygamberler, kendilerini Allah’a seçtiren insanlardır.

Sami halkının inceleyin; peygamber Sibirya’da çıkmıyor, peygamber Kanada’da çıkmıyor, Güney Amerika’da çıkmıyor, Afrika’nın ormanında da çıkmıyor; Sami halkının yoğunlukla bulunduğu mahrumiyet bölgesinin, gece gün battıktan sonra hayatın felce uğradığı, yıldızların gökte şakır şakır parlarken, kainatın uğultusunun sesine kulağını verip bu alemin nasıl yaratıldığını tefekküre dalan insan beyninin neticeye ulaşmak için, kendisini bir cehtin, bir gayretin içerisine sokarken, Allah düşüncesi ile bir bütünlük noktasına gelmesi halinin yarattığı bir sonuçtur.

Dolayısıyla ben diyorum ki; peygambere işaret eden Allah değil, kendisine işaret ettiren peygamber adayının gayretidir.

Nitekim Hz. Muhammet iki yıl Hira Dağı’nda mağaralara çekilmek sureti ile tefekkür etmiştir, orada düşünmüştür.

Orada her gece gökte parlayan yıldızların ve kainatın o derin sessizliği içine kulağına nakşeden bir ilahi uğultunun bu kainatın hangi hikmet üzerine kurulduğunun, bu insanlık aleminin nasıl meydana geldiğinin düşüncesi ile yoğunlaşa yoğunlaşa; bu kainatın bir sahibi olduğunu ve ona ulaşmanın gayretleştiği ile kendisini, dediğim gibi yoğurarak bir yanardağdan bir lavın fışkırışı gibi müktesebatındaki düşünceleri o zamanın şartlarına göre ortaya koyan bir insanın kendisidir.

Böyle anlatıldı diye, böyle söyledik diye, Muhammet’i sokaktaki herhangi bir Muhammet zannetmemeli, Ali’yi de sokaktaki herhangi bir Ali ile karıştırmamak lazım.

Bu noktada; Alevi için Kuran’ın kelamı da Peygamber’in hadisi de, İmamiye’nin tefekkürü de aynı anlamdadır.

Peki nasıl karar verilecektir?

Doğruyu; Kuran’da yazsa ona, orada yok da hadiste varsa ona, onda yoksa İmamiye’nin tebligatında varsa ona, ama olanlar akla uygun ise, akıl ile bütünleşebiliyorsa, akıl ile bütünleşmediği yerde de yeni bir yorum yapmak sureti ile Anadolu’nun aşkın Aleviliği dini yorumlar.

Bugünün insanları gibi, Kuran’da öyle dedi, biz de böyle inanalım; Peygamber böyle dedi, biz de böyle yapalım…, yok böyle bir şey.

Anadolu Aleviliğinin aşkın Aleviliğinden, o irfani anlayışta denilene değil, denilenin ne demek istediğine bakarak yorumlamak esastır.

Sözlerimin başında da söyledim; bu kainat bir düzen üzerine, olaylar bir müktesebat üzerine, bir kurgu üzerine oluşuyor.

Bu nizamı kuran Allah’ın kendisidir ve doğanın şartlarını da yine oluşturan bu ilahi güçtür. Ama bu zelzeleler, bu sarsıntılar, bu seller, bu tufanlar Allah’ın insanlara reva gördüğü birer ceza değil; doğanın, Allah’ın bahşettiği doğanın kendi yasalarının icabıdır.

Olaya böyle baktığımız zaman meselenin içerisinde kundaktaki bebeği öldürenin Allah olmadığını, bir takım tesadüfler içerisinde Allah’ın parmağının olmadığını, bu doğanın şartlarının getirdiği sonuçlar olduğunu anlamak; böylece ne Allah’ın günahına girmek, ne de bir takım insanların günahına girmek, günahından insanların kendisini kurtarmak yolunun açılmış olduğunu görmüş oluruz.

O halde aşkın Alevilik, bu yönüyle Ehli sünnet anlayışından ayrılıyor.

 

Vahdet Anlayışı

 

Ehli sünnetin de, Aleviliğin de birinci derecede ki rüknü vahdettir.

Vahdet, Allah’ın birliği ve tekliği düşüncesidir.

Bu aslında İbranilerin Tevrat’ının, yahvesinin veya bilinen adıyla Yahova alem, bir ve tek olduğu ilkesinden alınmıştır.

Yani Allah’ın vahdaniyeti, Tevrat’ın Yahova’sının bir ve tek olduğu anlayışından kaynaklanan bir alıntı ile İslam’a mal edilmiştir.

Ehli sünnette de, Anadolu Aleviliğinde de vahdet, Allah’ın birliği ve tekliğidir.

Vahdet; halik ile mahlukun birliğidir, yani hem Allah’ın bir ve tekliğidir ama bunun yanı sıra halik ile mahlukun yani yaradan ile yaratılanın da birliğidir.

Vahdaniyet düşüncesi, hayatın merkezine Allah’ı koydurur, ona inanmak şartı da iman sahibi olmanın gereğini vazgeçilmez kılar.

Anadolu aşkın Aleviliğinin vahdaniyetin yerine halik ile mahlukun birlikteliğini koyması; hayatın merkezine insanı ve de imanın yerine de aklı koymasıdır.

Bu bize neyi getirir?

Bugün herkes şu seçimlerde bile, sıkıntılı günlerde bile, herkes aklının değil, inancının ürünü olarak tavırlarını belirliyor.

21. asırdayız, şeriat devletini demokrasiden daha üstün tutmanın çığırtkanlığını yapanlar, düşünerek değil inanarak, rey verenlerin eli ile iktidara getiriliyor.

Bu anlayış; hayatın merkezine Allah’ı ve imanı koyan anlayış, kendini kaderine terk ederken, hayatın merkezine insanı ve aklı koyanlar kaderi Allah’ın yükümlülüğü olarak değil, kendi geleceklerinin inşasını kendi ellerine alan insanlar olarak ortaya çıkıyor.

Vahdaniyet düşüncesi yani Vahdet-i Vücut anlayışı yani; insanın bir tecelligah olması, insanı sufi olmaktan çıkarıp kutsallaştırıyor. Ama Ehli sünnet düşüncesine göre insan sufidir, insan kuyudur, kuyunun dibindeki biçaredir, iradesiz insandır. Alevilik bunu kabul etmiyor.

Aşkın Aleviliğin, farklı Aleviliğin yani İmamiye’nin ve Şia’nın anladığı Alevilik; dışındaki aşkın Anadolu Aleviliğinin insanlığa getirdiği inkılaplardan bir tanesi de budur; insanı kuyudan çıkartmıştır, insanı Allah’a yaklaştırmıştır.

 

Özünden sudur etti, fışkırdı Tanrının?

 

İnsan bir sudur ehlidir.

Sudur; nascı düşünceye aykırıdır.

Ehli sünnetin düşüncesi, Ortodoks düşüncesinde insan Tanrının sanatının ve kudretinin ürünüdür.

Aşkın Alevi düşüncesinde insan Tanrının sanatının ürünü olmaktan ziyade, insan Tanrının özünden fışkıran, sudur yoluyla fışkıran bir tecelligahtır.

Birileri insan Allah’ın zerresidir, diyor. İnsan Allah’ın zerresidir demek, Vahdet-i Vücudu yanlış anlamak demektir.

İnsan Allah’ın zerresinden olursa, Allah zerrelere bölünmüş sen, ben diye.

Bu aslında Vahdet-i Mevcut’un bir anlayışı, anlatımıdır. Zerre bir bütünün dağılmış biçimidir.

Anadolu’nun aşkın Alevi anlayışında insan, bir tecelligahtır.

Yani Güneş’in ışığı gibi, ateşin harareti gibidir, denizin dalgası gibidir, kendisi değildir.

Ama olan da kendisinden ayrı değildir.

Hz. Ali’nin, Allah ne varlığın dışındadır, ne de içindedir diyebilirim, anlatımıyla icra ettiği şeklin bir başka anlatım tarzıdır.

Anadolu Aleviliğinin temelinde Vahdet-i Vücut söylemi, Horasan Melamiliği’nde, İslam’ın ilk dönemlerinde tasavvuf ekolünün egemenlik kurduğu dönemde bu anlayış yoktur.

Bu anlayış, tasavvufa felsefe girdikten sonra başlamıştır, bunun da geldiği kaynaklar ve yerler Babilon kültürü, Helen kültürüdür.

Aristoteles, Eflatun vs. düşünce yolu ile kurguladıkları düşüncelerin, felsefi düşüncelerin Anadolu’ya intikal eden ve Muhiddin Arabi’nin delaleti ile, ondan önce Hallac-ı Mansur ve Nesimi’nin yorumunu bulan düşüncenin Anadolu’da egemenlik kurması ile ortaya çıkış biçimidir.

Bir Vahdet anlayışı bizi nereye götürdü.

Bir Vahdet anlayışı insanın, hür ve özgür olduğunu, kuyudan iki insan değil, hürriyeti elinde olan bir insan olduğu noktasına getiriyor.

Resmi dil Ortodoks insanın elinden hürriyetini almıştır, insan mahfuzdaki yazgının bir esiridir, kaderi orada yazılıdır, o nasıl isterse öyle olacaktır.

Nitekim, İslam’ın ilk otuz yıl içerisinde Bizans’a, binlerce yıllık İran İmparatorluğu ile başa çıkışı ve onları devirişi, dinin onlara yeni bir hayat tarzı tenzih edişinin ürünüdür.

Diyor ki; kaderin Allah’ın yazgısına bağlıdır, düşmanının kılıcının keskinliğine değil, karşındaki bir dev de olsa sen onun karşısında bir cüce de olsan, o seni öldüremez, eğer kaderinde yazılmamış ise.

İşte ölürsen cennet, kalırsan ganimet ve kaderin düşmanın elinde değil...

Bu yazgının elinde oluşu görüşü, otuz yıl içerisinde Arap ırkının gerici, hurafeci toplumun koca imparatorlukları devirip, onlara hakim olup, onlardaki ganimet ile abat olmanın yollarını onlara açmıştır.

Bunu fark edince Anadolu’da kader konusunda Ortodoks İslam mensuplarının kendilerini Allah’a bırakmalarını ve terk etmelerini anlamak çok daha kolay oluyor.

Padişah, sadrazamına soruyor; Ruslar’a karşı Boğaz’da ne tedbir aldın?, diye; sultanım, Boğaz’ın bir başından öbür başına ip gerdirip Ya Hafüz levhası astırdım, diyor. Hafüz, korumaktan gelir.

Her şeyi Allah’a havale eden, Allah’ın yazgısına, kaderine onlara bel bükerek, eğilerek Allah’ın kendilerine istimdat edeceğinin hesabını yapan bir anlayış işte koca bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkışan bir Türkiye devletine geldi dayandı.

Bu anlayışlar hep bize dilin ödettiği faturalar oldu.

Vahdet anlayışı, yaradan/yaratılan birlikteliği anlayışı, hem kader olayını, hem irade olayını Ehli Sünnetten farklı bir biçimde Anadolu Aleviliği tarafından yorumlanışını getirdi.

Anadolu Aleviliğinin nazarındaki kader İslam anlayışındaki kader gibi değildir.

Haydarpaşa İstasyonu’nda üzerinde Kurtalan yazılı bir trene binerseniz, gideceğiniz yol önceden bellidir.

Haydarpaşa garından hareket eden trende burada çıktıktan sonra İzmit’e uğrayacaktır, oradan Eskişehir’e uğrayacaktır, Adana üzerinden şuraya-buraya gidecektir.

Yani demek istediğim; önceden gideceği yerler bellidir.

Ehli sünnetin kader anlayışı da budur; Allah yazmıştır, Allah’ın yazgısı da tecelli edecektir, o halde ne yapmak lazım?, Allah’ı teslim almak lazım.

İşte teslim alma olan İslam ümmetinin akıbeti.

Petrol olmazsa halen bahşiş bahşiş diye dilenen bir toplum olmanın ötesine geçemeyen bir topluluk olacaktır.

Bu Ortodoks İslam anlayışının ne derece insanı geri bıraktığını, ne derece insanlık aleyhine olduğunun en açık ve kesin misalidir.

 

İrade Meselesi

 

Anadolu Aleviliğinin aşkın yorumunda irade Allah’ın elinde değildir, irade insanındır.

Ortodoks din anlayışı imana dayalıdır, Heterodoks din anlayışı akla dayalıdır.

İmana dayalı din anlayışında irade, irade-i külliyenindir.

Ehli sünnet bunun yanına irade-i cüzziye’yi koymuştur ama masaldan ibarettir.

Her şeyi söylerler ondan derler ki, irade-i cüzziye, irade-i külliyeye mahkumdur, derler.

Allah ne yazdıysa öyle olacaktır. Ağacın yaprağının kıpırdaması bile Allah’ın izniyledir, Allah’ın yazgısının ürünüdür.

Böyle bir anlayış insanlığa irade-i hürriyeti verir mi?

Anadolu Aleviliği hürriyeti ele almanın, hürriyeti bizzati kullanmanın ve geleceği kendi becerisi ile, kendi iradesiyle kurabilmesinin olanaklılığının bir yerde ifadesidir.

Bu elbette bugün çok önemli unsurlarından veya tabularından yıkılışı anlamına gelir, bunu iyi bilmek lazım.

Allah Ehli sünnet anlayışında ve Alevi anlayışında yine farklıdır.

Allah bu kainata doğru bir düzen veren, bu kainatı yaratandır, ama yarattığı kainata düzen veren yasalarını da koyan bir güçtür.

Bunun ötesinde insanlar, doğanın yasalarına ve kanunlarına kendilerini tabi görmelidir, her şeyde Allah’ın parmağının olduğu, her işte Allah’ın rızasının ve iradesinin egemen olduğu düşüncesi, insanı teslimiyetçi bir din anlayışına sevk eder.

Bunun İslam’a hayrı dokunmamış, zararı dokunmuştur.

 

İbadet Meselesine Gelince

 

Anadolu Aleviliği aşkın ve özgün bir yorum olarak, Allah’ın bizim ibadetimizin şekli ile değil, özü ile ilgilendiği düşüncesinden hareket ederek, günde beş vakit eğilip kalkmanın değil, Allah’ın rızasını elde edebilecek bir biçimde yaşamanın asıl ibadet olduğunu kabul eder.

Beş vakit namaz şartı, bizim gelenek/görenek ve inanç anlayışımızda Allah’ın olmazsa olmaz şartlarından biri olarak kabul edilmez.

Aslında Allah’a ibadet edebilmemiz için, Allah’ın evi dedikleri yerlere girmenin de alemi yoktur.

Çünkü Kuran’da ne tarafa yönünüzü dönerseniz Allah o taraftadır, hükmü geçerlidir. Ayrıca ben size şah damarınızdan daha da yakınım, diyen bir Allah anlayışının her zaman insanla beraber olan bir Allah’ın varlığının ifadesidir.

Bütün bunlar ele alındığında ibadet Anadolu’nun aşkın Aleviliğinin nazarında Ortodoks Sünni anlayışından çok değişik biçimde yorumlandığı ortaya çıkar.

Bunun yanı sıra, cennet, cehennem, adalet, varlık, mülkiyet… yani hangi noktayı dokunursanız bu aşkın ve özgün Alevi yorumu Ortodoks Sünni anlayışından farklı yorumlar getirerek; dini insan aklı ile daha kavranabilir, daha özdeşleşebilir denmiştir…

Dediğim gibi bunun sonu yoktur, anlatmakla bitmez.

 

İnanç ve kanaat önderlerinin Aleviliği/Bektaşiliği ileriye götürme, önlerini açma konusunda önemli katkıları olmuş mudur?

 

Biz abartıyoruz.

Alevilik aslında kırsal kesimde hayat bulan ve yaşama olanağını yakalayabilen bir İslamiyet yorum tarzı.

Şehir hayatına intikal ettikten sonra teorisinden de, pratiğinden de ilk zamanlar çok şey kaybetti.

Ben hatırlarım, küçüklüğümde Malatya’da bir görgü cemine katılmak için, babam bizi o ibadetin yapıldığı yere götürdü.

Orası şehrin dışında ve çamurlara bata-çıka yürüyerek ancak ulaşabildiğimiz bir evdi.

Bu neden böyle idi?

Çünkü Alevilik şehir hayatında o dönemlerde yasal olanaklardan mahrumdu, halen de öyledir.

Aleviler ibadetini gizli yapabilme imkanına sahipti.

Şehir hayatı Aleviliğin pratiğini gerilettiği derecede teorisinden de kopmalar oldu ve öyle bir noktaya geldi ki, Alevilik bir kaos içerisinde yuvarlanmaya başladı.

İşte o dönemlerdedir ki Aleviliği, kimileri Kürtçülüğe, kimileri Marksizm’e, kimileri Ateizme, kimileri çöl-İslam anlayışına müsait kılmanın gayretleri ile kolları sıvadılar, herkes Aleviliği o tarafa, bu tarafa, şu tarafa çekmeye çalıştı.

İşte biz o dönemlerde elimizden geldiği kadar Aleviliği, asli merkezinde bulundurmaya ve onu sağa-sola, ileri-geri çekmeye çalışanlara karşı korumaya gayret ettik.

Yayıncılığının ikinci dönemdeki temel nedenlerimden bir tanesi; dıştan gelen tanziplerden ziyade içteki dokunmalara karşı Aleviliği muhafaza ve hak ettiği yerde oturtma hizmetinin bir bölümüydü.

Şimdi Alevilik biraz da dünyanın küçülmesinden, Batı medeniyeti ile Türkiye’nin entegre olma zaruretinin yarattığı sonuçlardan yararlanmak adına; Alevilik üzerindeki baskılar belli kaynakların dışında azalmaya başladı.

Ama halen haklarında açılmış davalar var.

Benim çıkardığım Kızıldeli Dergisi toplatılmaya mahkum edildi; ben yazımdan dolayı mezhepçilikle suçlandım, oysa ben mezhepçi değilim.

Alevilikte bir mezhep değil ki, ben mezhepçiliği savunayım.

Her zaman söylüyorum, Alevilik bir aşkın İslami yorum tarzıdır.

Sünnilik nasıl bir yorum ise, Alevilik te bunun mukabili olan bir yorum tarzıdır.

Onu mezheple karıştırmak ona iftira etmektir.

Şartlar eskisi gibi değil, ama hukuken laik ama fiilen Sünni olan devletimiz, maalesef Aleviliğin varlığını Sünnilik için onun fiyakasını, onun teorilerini bozmaya gücü yetebilecek bir alternatif yorum olduğunun farkına vararak, önünü kesmeye çalışıyor.

Oysa çağdaş düzen ile, demokrasi ile, laik anlayışla, Batı uygarlığı ile bütünleşebilen, İslam anlayışı Alevilikte gizlidir.

Alevilik anlayışı çağdaş unsurların bütünleşebilmenin veya onu kucaklayabilmenin karakterine sahiptir.

Öbürünün yüzü geriye dönük laik anlayışa, demokrasiye tavır alan, ki onun taraftarları da zaten bizim anayasamız Kuran’dır, şeriattır, anayasa değildir, diye bağırmaktalar.

Öyle bir ortam içerisinde çağdaş bir medeniyette, çağdaş devlet anlayışında, çağdaş toplum anlayışıyla bağdaşabilir, dini yorum Aleviliğin sahip olduğu teorinin içinde vardır, ama devlet bunun farkına vararak bu yolu açacağına, bu yolun üzerindeki engelleri temizleyeceğine, tersini yapmakta, Aleviliği tökezletmeye çalışmaktadır.

Devlet dediğin kimdir, bunu iyi tartışmak lazım, Çankaya’da oturan Cumhurbaşkanından, sokaktaki bekçiye kadar herkes ben devletim, diye çalım atıyor.

 

Devlet nedir, devlet kimdir?

 

Adamın maaşını kestiğiniz zaman, emekliye ayırdığınız zaman, devlet içinde bulunduğu ekonomik zaruretler nedeniyle diyelim,  yüz elli bin liraya satılacak belediyenin ekmeğinden almak için kuyruğa giren bir vatandaş olacak ama ondan önce devlet benim, diye çalım atan adamdı o.

Bu devlet kavramını iyi bilmek lazım.

Devlet; Cumhurbaşkanı da değildir, sokaktaki bekçi de değildir.

Yasama, Yürütme, Yargı yani üç temel unsurun oluşmasından meydana gelen daha çok soyut bir kavram ile anlatılması mümkün olan bir şeydir.

 

Böyle olmadığı için, biz devletin Ahmedin, Mehmedin şahsında tecelli ettirmeye yatkın olduğumuz için, onların da genlerinde Sünnilik ağır bastığı için, adamlar kalkıp anayasaya, medeniyete, çağdaşlığa aykırı yobazlığa prim verirken bunun tersi olan Alevilik, nefes borusuna tırnaklarını geçirmeye çalışıyorlar, böyle bir acayip düzen içerisinde yaşıyoruz.

Alevilik bu milliyeti ile desteklenmeye muhtaç ise, tam tersine köreltilmeye, yok edilmeye çalışılıyor.

Alevilikte ki bu üstün vasıfları bir dedegan sınıfı mı, Aleviliğe bahşetmiştir de onlar bu anlayışa sahip olmuştur? Hayır.

Ben Resul ve Ali’den günümüze intikal eden neslinin bu aydınlatıcı yetkinliğin içerisinde olduğunu onların düşüncesi içerisinde şey edilmedim, bir takım bireyler içerisinde bu noktada saygınlık taşıyabilecek insanlar vardır, ama bunların dışında bu tip insanlar daha çoktur.

Bu olgu ile almak/vermek meselesidir. Bu olgu ile hemhal olmak meselesidir.

İmamiye’nin kutsal aile yaratılmasındaki ütopik görevi yani her birimin başında gezen o ilahi cevherin onların bedenine, içine ve ruhuna nüfuz etmiş gibi, nesilden nesile bunun devam edişini günümüzdeki seyitler veya seyit olduğunu iddia edenler de, ben de ondanım iddiasıyla el öptürmeye kalkıyorlarsa burada büyük bir aldatmaca var.

Günümüzdeki dedelere sahip oldukları ilim ve irfan nedeniyle değil, cetlerinden ötürü, saygılı olmanın gereğine inanıyorum.

Onun dışında bunların rehberliği ile bu toplumun ileriye adım atacağı görüşünde değilim.

Bunun olabilmesi için bir dedelik sınıfının evvela kendini yetkinleştirmesi, bilgilendirmesi, toplumu aydınlatabilecek ilim ve irfanın sahibi olması lazım.

Bu kolay bir mesele değil.

İnsan iki türlü bilginin sahibidir, birisi doğuştan, genleri ile getirdiği, devam ettirdiği bilgidir; ikincisi dışarıdan aldığı bilgidir.

Bu ilim, irfan ile ilgili bilgiyi dedelerin müktesebatı içinde bulunduğu şartlar elde etmeye pek müsait gözükmüyor. Genlerinde olanlarla yetinmeleri gerekiyor.

Ama o zaman da ortaya şu sualin cevabını vermek gerekiyor.

Kim seyittir, kim değildir?

Bu işin içerisinde çok karışık, çok karanlık izler vardır.

Seyit sınıfının, şerif sınıfının Anadolu’da ki serencamı, Osmanlı’nın Yavuz’dan sonraki tavır ve tutumu ve daha sonra İran’a kaçan veya Doğu’ya kaçan Hunlar’ın, İran’da iktidarı ele alan Osmanlı topraklarına tekrar onları denemek için geri gönderirken; seyit olanları değil, ben seyidim, iddiasında olma cesaretini gösteren, maceraperestleri göndererek bir deneme yapması ve onların da korktuklarının başına gelmeyip burada itibar görmesi, seyitlik sınıfının dejenerasyonunun bir yerde başlangıcını tespit etmiştir.

Böyle olduğu için de Anadolu’da kim seyittir, kim değildir? konusu iyice araştırılması lazım gelen bir konudur.

Ne kadar çoğalmaya meyyal o genlerde, ne kadar nüfus planlamasına kafa tutan bir karakter varmış, ne tarafa dönersen “seyitten” geçilmiyor.

Alevilerin geleneksel, tarihsel terbiyeleri ve Ali/Muhammet’e olan saygıları nedeniyle bu sınıf Alevi camiası tarafından surete saygı görmeye müstahak addedilebilir.

Ama bu saygıyı onların varlığında biz cevher gördüğümüz için, onların varlığında biz ilahi vasıftan nasip almış kırıntılar bulduğumuz için değil, o ceddin bu kadar intikal eden nesli olduklarını iddia ettikleri için, biz onların atalarına atfen onlara saygı duymayı gerekli görüyoruz.

 

Yıllar öncesinde sizler de bu toplumun önde gelenlerini toplayıp, konuşmak, görüşlerini almak; Çelebilerden, babalardan, dedelerden fikir alma gibi bir girişimde de bulundunuz.

Oradaki düşünce ekseni neydi, sonra nasıl gelişti?

 

Benim bir zamanlar bir kurultay girişimim vardı.

Ama biliyorsunuz daha sonra o kurultayın ertelenmesi kararını aldık.

Bu kararın alınmasında bir dedegan sınıfının Alevilik konusunda, Alevilerin geleceğine ve Aleviliğin geleceğine kader çizebilecek yetkinliğin ve ilmin ve de inancın teorik açıdan söylüyorum, yetkin birer sahipleri olmadığı noktasında düşünceye vardık. Ve böyle oluşabilecek bir kurultayın bizi beklediğimiz sonuca ulaştırmayacağını gördük ve erteledik.

Ertelerken de şartı koyduk; neden ertelenmesi lazım geldiğini, aydınlanma hareketi başlamalı, kurultaydan önce bir aydınlanma dönemi başlamalı, bu aydınlanma dönemi ile toplum yetkinlik kazanmalı, bu kurultaya girebilmek ihtimalini taşıyan insanlar bu yetkinliğin sahibi olarak o zaman bir araya gelmeli ve sorunların çözümü ondan sonra ele alınmalı, diye düşündük.

Bizim seyitlerimiz maalesef üzerlerine aldıkları görevin üstesinden gelebilecek döneminin sahibi değiller.

Bu onların usulü de değil, içinde bulunan şartlar onların sadece sülalelerinin veya ana/babalarının çocuğu olarak seyitlik vasfını taşımalarına olanak veriyor.

Ama Alevilik konusunda yetkin değiller.

Son zamanlarda şunu gördüm; nereye gidiyorsam bakıyorum bizim Aleviler, Kuran tefsircileri kesilmiş; herkes Kuran’ı yorumlamaya kalkıyor.

Hangi Kuran’ı yorumlayacaksınız, nasıl ele alacaksınız?

Biraz önce değindim, usul yönünden Kuran’a müracaat ettiğiniz zaman, Kuran’ın akıl ile bağdaşmazlığını gördüğün zaman ne yapacaksın? Bunun cevabını versinler.

Hiçbirinin yüreği sıkmıyor, Kuran’ı bir kenara koyalım, diyebilme cesaretleri olabilecek mi?

Oysa olmalı.

Ama bunun olabilmesi için Kuran’ın Allah’ın kelamı değil, Peygamberin tüzüyatı olduğunu hükmüne onların kendilerini ulaştırması lazım.

Böylece Kuran’ın ayeti ile Peygamberin hadisleri ve İmamiye’nin düşünceleri arasında akıl ile çatışmadığı sürece düşüncelerinin saygın olabileceği ve aralarında fark olmayacağı, birinin diğerine üstünlük sağlamayacağı kabul edilebilir.

Aksi taktirde Sünniliğin yaptığı gibi, Yaşar Nuri Öztürk’ün savunduğu gibi Kuran’a gelin, Kuran’a gelin…

Hangi Kuran’a geleceğiz?

Yani Kuran’ın hırsızın eli kesilir diyen hükmüne mi bakacağız, yoksa Alevilikte ki Kuran hırsızın eli hırsızlıktan kesilir hükmüne mi bakacağız?

Biri Kuran’ın dediğine göre hükmediyor, Alevilik Kuran’ın ne demek istediğine hükmediyor, hangi Kuran?

Bizimkiler Yaşar Nuri’nin tüm nutuklarını ağzı açık seyrediyorlar, ya merhamet eyleyin, Yaşar Nuri’nin söylediğini biz 1000 yıl evvel gördüğümüz için yolumuzu ayırmışız.

1000 yıldan beridir biz, Yaşar Nuri’nin önerdiği ve de Kuran’ı kendi keyiflerine göre yorumlayanların dayattığı İslam’ı bir kenara bırakarak, akıl ile bağdaşan bir İslam’ı benimsemişiz.

Ve biz Aleviler; Muhammet’i bir insan olarak, üstün bir varlık noktasında değerlendirerek onun gerçek değerini anlayabilmişiz.

Bunu yaparken de Ali gibi, Muhammet’in bir velisinin, bir devamının olduğunu da İslam’ın bize intikalinde en büyük rehbere sahip olduğunun farkına vararak inancımızı sahipleniyoruz.

Bir bakıyorum altını çizmişler, üstünü çizmişler, Kuran böyle diyor, Kuran şöyle diyor...

Başta dedeler olmak üzere herkes Kuran uzmanı kesildi günümüzde.

Herkes Kuran uzmanı olamaz. Herkes Kuran’ı istediği gibi yorumlayamaz.

Ama bu oluyor.

 

Bu toplum Alevilikten uzaklaşmaya mı başladı?

 

Türkiye’de Sünni egemenliği var.

Sünni egemenliği akla dayanmıyor, inanca dayanıyor ve Sünnilik maalesef Allah’ı kendilerinin Allah’ı sanıyor.

Başka milletlerin Allah’ı olduğunun farkında değillerdir, kainatın sahibi olduğunun da farkında değiller.

Kendi doğrularının Alevi düşüncesi tarafından sarsılma ihtimalini büyük tehlike olarak görüyorlar.

Bütün gayretler ve güçleri ile Ali düşüncesinin ve Aleviliğin İslami yorumunun egemen olmaması, Sünniliğin ayağına dolaşmaması için ellerinden ne geliyorsa, onun önünü kesmek adına yapmaya çalışıyorlar.

Bu noktada Sünnilik o kadar azgınlaşıyor ki, kendi saltanatlarına ve anlayışlarına tehlike olarak gördükleri Evlad-ı Resulü bile budamaktan çekinmiyorlar.

Düşünebiliyor musunuz bir insanın dininin saliki olarak o insanın dinini kabul ediyorlar ama o insanın kendilerine emanet ettiği neslini, kendilerine tehlike getirir diye, ortadan kaldırıyorlar?

Yani bir babanın kardeşlerinin boğazlamasından farkı olmayan bir davranış biçimi.

 

Niçin?

 

Düşünmek yerine inanmak ve insanları bu noktaya getiriyor.

Anadolu’da Alevi katliamı, Alevilere karşı baskılar, bizim tahmin ettiğimizden de fazla, bütün yazılı kaynaklar yok ediliyor.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve ortadan kaldırılması…

Döneminde bu azgınlık böylesine Alevi düşüncesinin veya ilhamının ortadan kaldırılmasına azim derece de yöneliyor ki, tekke ve zaviyelerin bulunduğu yer, yerle bir edildikten sonra bunun kokusu, o düşünce toprağa sinmiştir diye, toprak bile metrelerce derine kazılmak sureti ile kazılarak atılıyor.

Alevilikle ilgili ortada eser yok.

 

(Ayhan Aydın, Abidin Özgünay, Yazar, Yayıncı ve Cem Dergisi Kurucusu, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul, Sayfa: 21-34)

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile