ABİDİN ÖZGÜNAY'LA SÖYLEŞİ (4.)

ABİDİN ÖZGÜNAY

YAZAR, YAYINCI VE CEM DERGİSİ KURUCUSU

(1934/ 14 MART 2005)

 

ABİDİN ÖZGÜNAY’LA ALEVİLİK/BEKTAŞİLİK ÜZERİNE...

 

Ayhan Aydın

 (IV.)

2. SÖYLEŞİ

 

 

Alevilik, buna bir de Bektaşiliği eklersek çok zengin konular.

Tarihsel olarak, inançsal olarak, kültürel olarak; yaşanan sorunlar olarak, güncel sorunlar olarak hayli ciddi, konuşulması gereken konuların yığıldığı bir gerçekle karşı karşıyayız.

 

Bu toplum içerisinde gerek Aleviliği, gerekse Aleviliğin, Alevilerin yaşadıkları sorunları Alevi duyarlılığıyla açıklayan, gerçek bir değer olarak çıkıyorsunuz karşımıza.

 

Tabii ki CEM Dergisi’nin kurcusu olmanız, yayınladığınız makaleler... başlı başına olaylar ama onun ötesinde bir Alevi kimliğinden bahsedildiği zaman, Aleviliğin savunulmasından bahsedildiği zaman, Abidin Özgünay ismi her zaman ön plana çıkıyor.

 

Sizlerle iki yıl önce de yaptığım uzun söyleşide önemli konulara değinip, önemli bir metin oluşturmuştum.

Yalnız tabii ki bir söyleşi de her alınmıyor, eksik kalan noktalar oluyor.

Metin ortaya çıkınca benim de, toplumun da merak ettiği, sormak istediği kimi konular ön plana tekrar çıktı.

Bu konularda da tekrar bizleri aydınlatırsanız sevineceğiz.

 

Benim özellikle üzerinde durmak istediğim iki ana konu var.

Bunlardan birisi Alevilik dediğimiz yapının, kavramın birden çok yansımalarının, birden çok boyutlarının olabildiğine ilişkin görüşler.

Bugün ayrıca Bektaşilik var.

Bu yapı ne kadar Alevilik’ten ayrıdır?, ne kadar Alevilik’le özdeştir. Veya, Anadolu coğrafyasındaki Aleviler dediğimiz insan kitlesinin tüm görünümleri aynı mıdır? Kültürel yapıları, dünyayı algılayışları, yaşantıları aynı mıdır?

Yani birden çok Alevilikten bahsedilebilir mi? Bunun bir gerçekliği var mıdır?

Bunlar gerçekten dikkate alınacak boyuttaki farklılıklar mıdır?

Tahtacıların uygulamaları, Çepnilerin uygulamaları, Malatya’daki  uygulamalar, Tokat’taki cem uygulamalarının farklılıkları vs. konusuna ne diyorsunuz.

 

Buna bağlı olarak da bir Bektaşilik gerçeği var.

 

Batı Anadolu’da yoğunlaşan ve özellikle Balkanlar’da, Trakya’da yaşam alanı bulan bir Bektaşilikten bahsetmemiz gerekmektedir.

 

Bu konuda da yorumlar çok farklı. Bektaşilerin de kendilerini tanımlamalarında farklılıklar görülüyor.

 

Bir diğer konum ve sorum da, gerçekten Aleviler bugün kendilerinin bir kurumda temsil edilmelerini istiyorlar mı? Bir Diyanet İşleri Teşkilatı hakkında ne diyorsunuz?

Bir de tabii dernekler var, vakıflar var. Aleviliğin, Alevilerin temsil edilme/edilebilme gibi bir sorunları gerçekten var mı? Yoksa Alevilik yaşanır, temsil konusu da o kadar önemli değil midir?

Alevilikte cem başlı başına bir kurum mudur?

Dedeler var, ocaklar var, cem var. Alevilik tarihsel olarak aslında belli ölçüde kurumsallaş mıdır, kendi temsilini kurumları aracılığıyla yapmakta mıdır?

Günümüz şartlarına göre yeni bir kurumsallaşmaya gerçekten ihtiyacı var mıdır, bu nasıl olabilir?

 

 

Alevilik – Sünnilik Temel Fark

 

Galiba olaya şöyle başlamak lazım.

Her dinin, inancın, ideolojinin dayandığı, ilham aldığı bir takım temel kültler vardır.

Muhammedi dinde dinin temelini, gelişmesini oluşturan temel doku Kuran ve Muhammet’in sözleridir. Sünneti ve hadisleridir.

Dikkatimizi çeken konu şudur; Hz. Muhammed dinin dayandığı temel ilkelerin neler olduğu konusunda açık ve net bir beyanda bulunmamıştır.

İslam Amentüsü diye ortaya koyulan, İslam’ın temel şartları Hz. Muhammet’in dediklerinden çıkarılan bir sonuç değil, sonradan İslam’a konulan müçtehitlerin Ehli Sünnet düşüncesine dayalı tavırlarının ve düşüncelerinin ortaya koyduğu bir sonuçtur.

Bu sonucun mutlak doğru olduğunu iddia etmek, hem onlar için mümkün değildir, hem de inançları akıldan koparmadan yorumlamaya taraftar olan  zümrelerin kabul etmesi mümkün olan bir konu değildir.

Ortodoks İslam anlayışı, bu nedenle  ben Müslüman’ım, diyen; ben Muhammedi dindenim, diyen gurupları yani insanları, bireyleri tümüyle tatmin etmekten uzak olan bir noktaya taşınmıştır.

Bu nedenle de İslam’da farklı görüşler, farklı düşünceler, farklı içtihatlar ortaya çıkmış, Ortodoks din anlayışının yanı sıra, Heteredoks bir anlayışla dine, İslam’a yorum getiren zümreler ve düşünürler çıkmıştır.

Ortodoksi doğru kabul edilen “san”nın üzerine yükselen  bir din anlayışıdır.

Bir şeyin doğru olması başkadır, doğru zannedilmesi başkadır.

Siz bir şeyi kendi içtihatınıza, düşüncenize ve tefekkür dünyanıza göre doğru kabul edersiniz;  ama bir başkası inanmayı değil düşünceyi ön plana aldığı zaman  o şeyi farklı bir düzeyde, farklı bir ortamda tahlil eder ve farklı sonuçlara ulaşır o noktadır.

İşte bu doğru sanı ile farklı sanı arasındaki kavgada Sünnilik ve Alevilik dediğimiz İslam’ın iki temel görüşü, iki temel yorumu ortaya çıkmıştır.

Genellikle Ortodoks din anlayışı  Abbasiler döneminde içtihat kapısının kapatılmasıyla dondurulmuş, dolayısıyla çağın gelişimine ayak uydurabilecek bir inanç, bir tefekkür dünyasının yaratılması ortadan kaldırılmış, din dinamik hayatı statik düşüncelerle, inançlarla kavramak ve kabullenmek gibi bir açmazın içine düşmüştür.

Buna karşı içtihat kapısını açık tutan düşünce sahipleri; dini zamana göre, şartlara göre yorumlayabilme, uygulayabilme imkanını daima kullanmışlar bu kullanış bilimin gelişmesiyle, şartların gelişmesiyle, zamanın gelişmesiyle statik olmaktan çıkıp, dinamik bir din anlayışına yönelmiştir.

Bunun en bariz örnekleri de Şia’da görülmüştür.

Şia’nın dönüşümü olan tasavvufa, tasavvuftan sonra da tasavvuf felsefesine geçiş yaparak kendini bundan 1400 sene evvelki Peygamberin düşüncelerine ve o günün şartlarına göre insanlara ahlaki bir rehber olma karakterini taşıyan Kuran’ın değişmez fikirlerine göre, yorumdan uzaklaşan bir anlayışı gündeme getirmiştir.

Ama Alevilik bu anlayışla mutabık olmadığı için Kuran’a, Allah’a, Peygamberin sözlerine özgür, daha akılcı bir yakınlık duyarak, yorum yaparak, farklı sonuçlara kendisini ulaştırmış ve bugüne kadar bu Alevilik dediğimiz dinamik din anlayışı ulaşabilmiştir.

Başka Başka Alevlikler, Tarifler!?

 

Bu dinamizmi ve bu değişimi iyi tahlil edemeyen bazıları halen içinde bulunduğumuz çağda Alevliği; Peygamberin döneminde ve ondan sonraki Hilafet döneminde ve daha sonraki İslam’ın başka toplumlar tarafından kabul edildiği dönemdeki düşüncelerde kendilerini bulmaya, aramaya çalışmışlardır.

Bazıları o merhaleyi aşıp, işin içerisine tefekkür, düşünce girdikten sonra değişen şartlara göre bir İslam anlayışını benimsemişler.

Daha sonra da  özellikle 1950’li yıllardan sonra  Türkiye’de kırsal kesimden kent hayatına dönüş başladıktan sonra ortaya çıkan kaos dönemi Aleviliğin belirli guruplar tarafından kendi temellerine ve özlerine bağlı olarak değil; kendi içtihatlarına, kendi çıkarlarına veya kendi ideolojilerine göre yorumlanması gibi bir notlaya gelip dayanmıştır.

İşte bugün gördüğümüz farklı Alevilik anlatımları, veya farklı boyutlardaki Aleviliklerle karşılaşmamız bu kaosun yarattığı boşluğu doldurmak isteyen düşünce guruplarının ortaya attığı Alevilik anlayışlarıdır.

Ama bütün bunların ötesinde Aleviliğin bir temel dayandığı, bir temel özü vardır.

Bu temel dayanak ve temel öz Allah anlayışından başlar.

 

Aleviliğin Allah Anlayışı

 

Ehl-i Sünnet’te Allah anlayışı, yani tevhit konusu; İbranilerin kutsal kitabı Tevrat’taki Yehova’nın, bir ve tek olduğuna ve yaratıcı vasıf taşıyan bir Yahya (Yahve’nin) oluşu sebebine dayanır.

İslam’ın Allah anlayışı da, Muhammed’in Allah anlayışı da, daha sonra da Ortodoksinin Allah anlayışı da buna dayanır ve bu anlayışın bir devamıdır.

Ama bu yorum daha özgür düşünen insanlar tarafından daha farklı bir biçimde yorumlanabilmiştir.

Bunun da gerekçesi tarihin geçmişinde Hint dinlerinde veya İbranilerin Tevrat’ının sözlü, şifahi yorumu olan Tavvut’un da buna rastlamaktayız.

Tevrat’ın sözlü yorumu Allah’ın bir ve tek oluşunun kavramıyla, ruh madde ve öz olarak üç bileşikten oluşan bir anlayışı ifade ediyor.

Tavvut’taki Allah anlayışı, Tevrat’taki Allah anlayışından farklılık gösteriyor.

Yine Hint dinlerinde bunu görmekteyiz.

Orada da Tanrı’nın varlıkla birlikte ele alındığını ve varlıkta Tanrı’yı görmek, Tanrı’yı varlıkta duymak gibi bir anlayışın egemen olduğunu görmekteyiz.

İşte bu üçlü anlayış, Alevilikte halik, mahluk ve oluşumların birliği olarak yorumlanmış; bu da Allah - Muhammed - Ali üçlemesiyle ifadesini bulmuştur.

Şimdi bu Allah anlayış Ehl-i Sünnet’ten veya Ehl-i Sünnet’in düşüncelerine hakim olan diğer ilahi konularda da Aleviliğin farklı bir düşünce sisteminde olduğunu göstermiştir.

Dolayısıyla Ehli Sünnet’te Muhammedi anlayışla, yine aynı dinin mensubu olan Alevilerin anlayışında hilafet, risalet, adalet, velayet, hayır, şer, cennet, cehennem, kaza, kader gibi olgular Ehli Sünnet’ten farklı bir şekilde yorumlanmış ve farklı sonuçlara ulaşılmıştır.

Bunu yaparken de bir temel prensip olarak Alevilik, insanın Allah’la olan ilişkilerini, münasebetlerin; insanın insanla olan ilişkilerini, münasebetlerini; insanın eşyayla, varlıkla olan ilişkilerini, münasebetlerini yeni baştan ele alarak bir düzenlemeye yönelmiş ve bütün bunlardan sonra da insanın kendi özüyle olan ilişkileri ve münasebetlerini bütün bu düşünceleri kucaklayacak bir noktada sergileyerek yepyeni bir İslam anlayışını, yepyeni bir İslam yorumunu ortaya koymuştur.

Bu inanarak değil, daha ziyade imanı düşünceyle tamamlayarak ve de imanın akıl ile bütünleşip, hayat ile özdeşleşmesi biçiminde özümlenen, veya özetlenebilen bir Alevilik yaratmıştır.

 

Alevilik

 

Dolayısıyla Alevilik dediğimiz zaman, teferruatlarıyla ilgili ayrıcalıkları bir tarafa bıraktığımız zaman şu anlaşılmalıdır; Alevilik, Muhammedi dinin özünü ve ruhunu kavramaktır.

Asıl olan öze ve ruha ve yönelmektir.

Şekle ve biçime teslim olmadan, Allah’ı yüceltmeyi değil, Allah’ın muradının ne olduğunu keşfetmeye yönelerek ona göre bir hayatı gündeme sokmak, ahlakı kuralların, kaidelerin egemen olduğu; yani ibadet eder gibi yaşamanın geçerli olduğu bir hayatı sahiplenmektir.

Şimdi bu noktada Alevililiğin dayandığı temel felsefe gözden kaçırılırsa veya kaçırıldığında bu felsefesinin meydana, bu düşüncenin meydana getirdiği temel ilkelerin dışında bir takım insanlar veya düşünce sahipleri kendilerine göre bir takım gerekçeler yaratmakta, ve bu gerekçeler üzerine oturtulması onlara göre doğru olan bir Aleviliğin inşasına bunları yönetmekte ve konuya girişteki sorduğunuz kaosu yaratmaktadır.

Eğer Alevi toplumu Aleviliği meydana getiren düşüncenin ve din anlayışının, tasavvuf felsefesinin yani; iman, akıl, yaşam bütünlüğünün gerekçelerini, nedenlerini ve gelişim sürecini bilebilseler, bu açmaza hem düşmeyecekler, hem de Alevilik bu kadar türlü, çeşitli söylemlerin malı olmak gibi kaderin; paylaşılan, parçalanan, dağıtılan ve de bütünlüğü bozulan bir inanç türü olmaktan kendisini kurtarabilecekti.

Bahsettiğiniz bu farklılıklar, demek istediğim Aleviliğin temel ilkelerini, temel kökenlerini, temel felsefesini kaybetmekten ve  bunun yerine bir takım kişilerin veya çevrelerin uydurduğu, kendi ideolojilerine, kendi amaçlarına hizmet edebilecek bir yapılanmanın, bir düşünce tarzının, bir hedefin hadimkarı olabilecek bir Alevilik yaratma amacına ve niyetine dayanmaktadır.

 

Biz biliyoruz, bazıları Aleviliği İran’da egemen olan Şii Ortodoksi’sine dayamaya yönelmekte; bazıları İslam’ın dışına çıkarmakta; bazıları Ateizme yönelerek Aleviliğin din dışı bir felsefi yorum biçimi olduğunu ifade etmekte ve buna benzer türlü gelişmeler sahneye konulmaktadır.

 

İran Şiiliği ve Alevilik

 

İran Şiası ile Anadolu’da egemen ve geçerli olan Alevililiği karıştırmak elbette büyük hatadır. Gerçi Anadolu Aleviliğinin hem talimi, hem irfani kolu İmam Cafer’in, ve İmamı İslam anlayışının yabancısı değildir. O anlayışa, o inanca dahildir. Ama amelde İran Şiasının uyguladığı şartları ve anlayışı benimsemek yerine kendi şartlarına özgü bir İslami anlayışın sahipliğini yapmaktadır.

O açıdan şunun da farkına varmak lazım, İran Şiiliği  Nadir Şah’ın Şiiliği Sünnileştirme gayretleri sonucunda ulaşılan bir merhalenin adıdır.

Aslında Şiilik denilen, Caferilik denilen olay, İslam’daki Sünni mezheplerin, o dört mezhebin beşincisi durumundadır. Bu da yapılmıştır.

Bu noktada İran Şiasının, Nadir Şah eliyle uğradığı değişmeleri bilmeden, görmeden İran Şiasının Caferilik’le özdeş olduğunu iddia etmek büyük bir sapkınlıktır. Meselenin özünü kaçırmaktır.

İran’da hükümdar olan Şiilik, Caferiliğin özgün bir kolu olmaktan ziyade, Ehli Sünnet’in beşinci mezhebi olarak yapılmak istenen bir yapılanmanın ürünüdür.

 

Alevilik İslam Dışı Olamaz

 

Gene bir kısım Aleviler; Aleviliği İslam’ın dışına taşımaya gayret göstermektedirler.

Ama şunu kabul etmek lazım, Alevinin Muhammedi dinin temel dayanakları olarak Kuran’ı kabul ettiği, Resul olarak Muhammet’i kabul ettiği, veli olarak da Ali’yi kabul ettiği ve bu üçlü üzerine kendi inancını diğer ilkelerini ve hükümlerini tamamlamaya yöneldiği görülmektedir.

Dolayısıyla Anadolu’daki Alevi anlayışını İslam dışı kabul etmek en hafif tabiriyle bir zorlamadır. Gerçekle ilgisi yoktur.

Eğer Alevilik İslam dışı bir din ise onun kitabının, resulünün ne ve kim olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.

Öyleyse Alevilik İslam dışı sayılamayacağına yani Kuran’a, Muhammet’e ve Ali’ye olan inanç reddedilemeyeceğine göre Aleviliği İslam dışı saymak, Aleviliği din saymamak ile mi örtüşüyor?

Ancak böyle olursa yani Anadolu Aleviliğini Kuran’dan, Muhammedi’den, Ali’den koparırsanız, din olmaktan çıkarıp, bir meşrep olarak telaffi ederseniz; o zaman da bugün Diyanet’in bugün bizi içine atmaya çalıştığı çukuru kendi elimizle kazmış ve içine de Aleviliği gömmüş oluruz.

Dolayısıyla bunun da elle tutulur bir tarafı, makul bir ölçüsü söz konusu değildir.

 

Alevilik Dinsizlik Değildir

 

Bir başka yöneliş Aleviliğin dinsizlikle özdeşliğini savunan çevrelerin ortaya attığı düşünce ve söylemlerdir.

Bunların temel dayanağı veya ateizmin asıl kökeni aradığımız ve ona göre bu düşünceyi bu iddiayı tahlil ettiğimiz zaman ortaya çıkan netice şudur; Ateizm, Batının din anlayışıyla ilgili bir sözcüktür. Ve Allah’ın yani Hıristiyan dinindeki Allah’ın, Hıristiyan camiasının iradesine kiliseler yoluyla müdahale edip onların özgürlüğünü ellerinden alıp kendi iddiasına göre bir toplum yaşantısının egemenliğini savunmak anlamına gelir.

Buna itirazın adı da ancak Allah’ı reddetmekle mümkündür.

Dolayısıyla Batı’da bu anlayışı yani dinin insan özgürlüğüne, iradesine müdahalesini reddetmek anlamına gelen ateizmin Batı’da böyle bir anlamı vardır.

Aynı şey İslam’da da bana göre geçerlidir. İslam dini mensuplarının iradesine Allah’ın müdahalesinin en egemen olduğu dinler bir tanesi olarak görülüyor.

İnsanın kaderine hükmediyor. İnsana alın yazısı yazıyor. Ben böyle yazdım, böyle yapacaksın, gibi bir iradeyi insanlara dikte ederek onların geleceğine ambargo koyuyor.

Ve hayrın da, şerrin de Allah’tan olduğunu; kader denen bir olgunun iradeyi cüzziye ile önüne geçilmek istense de, son tahlilde de yine Allah’ın hükmünün hepsini bastırdığı ve iradiyi külliyenin egemenliğini savunduğunu görüyoruz.

Bu egemen anlayış insanın elinden İslam’da özgürlüğünü almakta ve onu bir kul kertesine indirerek geleceğinin nasıl olabileceğini hükme bağlamaktadır.

Böyle bir anlayışa Batı’da olduğu gibi, ateizm adına, insan özgürlüğü adına, direnmek elbette düşünen insanların meşru hakkı olarak anlamak lazım.

 

Alevilik’te Yaratan-Yaratılan Özdeşliği

 

Ama değindiğimiz gibi Alevilikteki Allah anlayışı İslam’ın Ortodoks anlayışındaki Allah anlayışıyla özdeş değildir.

Ortodoks dinde, doğru kabul edilen, doğru zannedilen dinde, Allah anlayışı ile Aleviliğin kabul ettiği Allah anlayışı arasında en bariz en çarpıcı unsurlardan  bir tanesi Allah ile insan arasında bir özgürlük çatışkısının olmadığı, tam tersine Tanrı’nın insanların iradesini kullanmakta özgür bıraktığını, onların özgürlüğüne müdahale etmek gibi bir tavrın içerisinde olduğu anlayışının Alevi yorumunda söz konusu olmadığını görüyoruz.

O açıdan Halik-Mahluk birliği anlayışı Allah’ın insanları kendine köle yapmak, kul yapmak gibi bir iddianın ötesinde, kendinden bir parça olan doğaya, tabiata, varlığa değer biçilmesine neden olabilecek bir anlayış sergilemekte, dolayısıyla Alevi düşüncesinde varlık ve insan tanrısallık kazanmaktadır.

Bu tanrısallık içerisinde ve anlayışında insan bir kul olmaktan, kaderi önceden belirlenmiş ve yazılmış bir kul olmaktan kurtarılmaktadır, suçlu olmaktan çıkarılmakta, ulviyete sahip bir tanrısal varlık olarak değerlendirilmektedir.

Bu nedenle Alevilik’te insanın, Tanrı’nın iradeye müdahale kavgası yoktur.

Tanrının insan iradesine  müdahalesinin olmadığı bir yerde de Tanrı’nın kaderime müdahale ediyorsun, özgürlüğüme müdahale ediyorsun, gerekçesine dayanarak Tanrı ile kavga etmenin de nedeni ve gerekçesi ortadan kalkmaktadır.

Bu nedenle Alevilik Tanrı’nın insan özgürlüğüne müdahalesi eğer ateistlikse; Alevilikte ateistliğin yerinin olamayacağı, olmadığı Tanrı anlayışındaki bu yorumundan da açıkça belli olmakta dolayısıyla Alevinin ateist olduğu iddiası da boşlukta kalmaktadır.

Buna rağmen bir takım iddialar, bir takım ideolojik fesatlar, hatta enternasyonal bir vitrinin gerisinde nasyonalist düşüncelerin tezgahlandığı bazı anlayış gurupları tarafından Aleviliğin kullanmak istenmesi işte Alevilikteki bu parçalanmayı bu dağınık görüntüyü sergilemektedir.

Bütün bunlarda Aleviliğin özünün ve ruhunun ele alınmak yerine şeklinin, biçiminin veya özel hesapların, veya  kurguların, amaçların peşine takılmak istenen bir Alevilik yaratılmasından kaynaklanmaktadır.

Bu da parçalanmış bir Alevilik imajını ortaya çıkarmaktadır.

Bundan kurtuluşun çaresi bunlarla teker teker, ayrı ayrı mücadele etmek değil; Aleviliğin özünün ve ruhunun ve İslam’ı nasıl anladığının topluma iyi anlatılmasına ve toplumun aydınlanmasına bağlıdır.

 

Aleviliğin Temsili ve Kurumlar    

 

Dolayısıyla bana göre derneklerin ve vakıfların devletten para alma peşine koşmak yerine veya birbirleriyle “Alevileri ben temsil ediyorum, yok sen temsil etmiyorsun, ben temsil ediyorum”, kavgası  yapmak yerine görevlerinin Aleviliğin meşruiyet kazanmasına yönelik çalışmalar olması ve devleti biraz da ben nasıl “tırtıklarım” anlayışından uzak, meselenin özüne dönülmesi ve Aleviliğin kendi özü ve ruhu temelinde yeni baştan ele alınarak asla dönülmesidir.

Gördüğüm kadarıyla halan içinde bulunduğumuz durum ve Aleviliğin yapmakla görevli olduğu veya yapmakla görevli olduğu, istediği amaç bu olmalıdır.

 

Abidin Bey bu uzun ve çok yararlı açıklamalar için çok teşekkürler.

 

Hz. Ali’nin hikmeti diğer imamlar aracılığıyla ve Aleviliğin temel yapısı Ehlibeyt aracığıyla geldi, diye inanılıyor.

Bu inanç sistemi, Hakk-Muhammed-Ali dediğimiz yapıda şekillenen bu inanç, Ali soyuyla gelirken, Anadolu’ya nasıl ulaştı?

Bir de sizin Şiilik’le ilgili açıklamalarınız oldu.

Bu arada bir Şah İsmail gerçeği var. Şiirleriyle, yaptıklarıyla, yöneticiliğiyle de çok önemli bir şahsiyet Şah İsmail.

Elbette Şah İsmail denilince, Safevilik var, İran var.

Şah İsmail’in Alevi düşüncesine ne gibi bir etkisi olmuş olabilir? Anadolu Aleviliğindeki inanç formlarının bazılarının, örneğin cemlerdeki on iki hizmet yapısının Şah İsmail tarafından oluşturulduğu söyleniyor. Bu ne kadar gerçektir? Şah İsmail’in inanç kimliği nasıldır? Örneğin Şah İsmail’in sizin bahsettiğiniz manada Şiiliği değilse bile, Anadolu Aleviliğinden farklı bir yorumunu kurumsallaştırdığını tarihçiler söylüyorlar. Bu nasıl oldu?

 

Buradan iki ana konu belirlersek,  sizlerden yanıtı almak istediğimiz;

 

Birinci konu: Alevilik Anadolu’ya kimler tarafından getirildi, nasıl ulaştı bizlere ve bugüne? Temel kaynaklar nelerdi? Örneğin bir İmam Cafer Buyruğu’ndan, bir Şeyh Safi Buyruğu’ndan bahsetmek gerekirse bunların gerçekten Alevilikteki önemi nedir?

Aleviliğin düşünsel temellerini oluşturan temel başka yazınsal ürünler, ibadet formları nelerdir?

 

Hz. Ali ve Hikmet, Veliyullah, Kutsal Aile

 

Şimdi herkesin bildiği bir gerçek var: Hz. Ali, Peygamberin de ifadesine göre, ilmin kapısıdır. Hz. Ali’nin ilmin kapısı olma keyfiyeti, Hz. Ali’nin hikmeti bilme esasına dayanır.

Hikmet olacağı, ne olacağını keşfedebilmek, bilmek, gaybı tahlil etmek olduğuna göre, Hz. Ali’nin bu hikmet bilgisini herkesin bilebileceği konulardan biri olarak kabul etmenin olanaksızlığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Hz. Ali yandaşı olmak, Hz. Ali’nin şahsına tapınmayı değil, Hz. Ali’nin hikmet bilgisine talip olmayı aslında gerektiriyor.

Yani Ali hikmet bilgisinin sahibi, Alevi de hikmet bilgisini öğrenmeye ceht eden talibidir.

Dolayısıyla bu hikmet bilgisi Alevi düşüncesinde geleceği keşfedebilmek, yani meşhiyeti alemi tahmin etmek, ona göre hayatı düzenlemek, ona göre insanın geleceğini tanzim etmesidir.

Bu İslam’da önemli bir ayrıntıdır.

Bu Alevi düşüncesine özgü bir anlayışın ifadesidir.

Bu hikmet bilgisinin belli bir tarihten sonra, özellikle Kerbela olayında, Hz. Hüseyin’in ve yandaşlarının, devlet güçleri tarafından katledilmesi sonucunda, Ali yandaşlığı, yani Şiilik derin bir yara almış ve bunun karşısında direnebilmek için, Şia, Kuran’ın kutsallığına özdeş yeni bir kutsal yaratarak, Aleviliği ve Şiiliği bu kutsala sırtını dayamak suretiyle yürütmenin hesabını ve amacını gütmüş, bundan da bir kutsal aile mefhumu ortaya çıkmıştır.

O zamana kadar Hz. Ali’nin getirmiş olduğu İslam anlayışıdır irfaniliktir. Yani akıl ve iman birliğine dayalı, irfani görüştür.

Ama bu dediğim olaylardan sonra, Emevi zulmünden, yaşananlardan sonra, Şia kendi varlığını sürdürebilmenin ve ayakta kalmanın gerekçesini yeni bir kutsala taraftarlarını yönlendirmek ve o kutsala sırtını dayayarak varlığını sürdürmek gibi bir amacın gerçekleşmesine ihtiyaç duymuştur.

Ve bu nedenle Hz. Ali’nin velayet müessesesinin başı olarak yani Veliyullah olarak; tavrını ve konumunu sadece onunla mukayet olmaktan çıkarmış, onun sülalesine ve çocuklarına da ondan intikal eden bir veraset olarak değerlendirmek suretiyle yeni bir kutsallık mefhumu yaratmıştır.

Böyle olunca da Şia irfanilikten talimiliğe geçmiştir.

Çünkü velilik ve veliliğin bir soya aidiyeti ilahi varlığın tebliğine ve onları o sıfatla taltifine bağlıdır. Nitekim Hz. Ali’nin velayeti Tanrının iradesi ve Hz. Muhammet’in bu iradeyi Ali’ye tebliğ edip, onun veliyullah olduğunu ifade etmesinden kaynaklanır.

Ama Şia bunu bu noktadan sonra sürdürmüş, bu talimi anlayışı bu hikmet bilgisinin sahipliğini, Muhammad-Ali soyundan gelenler için doğal bir gelişme olarak ele almış ve bununda neticesinden On iki İmam’ın kutsallığı gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır.

İmam Mehdi’den sonra, bu kutsallık kimin şahsında devam etmiştir?

Bu bir süre bir gayp konusuyla bağlantılı olmuştur.

İrfanilikten talimiliğe dönen Şiilik, İmamların kutsallığını ve her birinin tepesinde ilahi bir cevherin onların kutsallığını sürdürmesine olanak sağlayan varlık olarak devam ettiğini ve bu cevherin her yerine gelen yeni imamın da başında Allah’ın bir lütfü olarak geçtiği düşüncesini egemen kılmış, böylece On iki İmamları gaybi bilen, hikmet bilgisine sahip kutsal insanlar olarak Kuran’ın yanı sıra İslam’a ikinci bir kutsallık sıfatını vermek suretiyle Kuran’a özdeş hale getirmeye çalışmıştır.

Bu maalesef Şia’nın yumuşak karnını oluşturmuştur. Çünkü böyle bir anlayış inanmaya bağlıdır.

Bu anlayışın inanılırlığı tartışıldığı noktalarda bu yumuşak karın Şianın tutarlılığı konusunda maalesef farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Bu talimilik özellikle Hüseyni Aleviliğin egemen olduğu yerlerde devam etmiş, İran Şiasında, işte bugün de örneklerine rastladığımız gibi, bu İmamiye’den olan ailenin devamı kabul edilen kişiler Aleviliğin kutsallık anlayışının varisleri olarak İran’da din adına hükümranlığını sürdüren bireyler olma vasfını kazanmışlardır.

 

Şah İsmail

 

Şah İsmail, Şiayı ve Aleviliği daha ziyade şeyhlikten şahlığa dönüşte bir araç olarak kullanmaya önem vermiştir.

Dolayısıyla böyle bir anlayışta onun Osmanlı’yla çatışkısına veya çatışmaya girmesine bedel olmuş ve bugün Hatayi’nin dizeleriyle bu kutsal aile inancı günümüze kadar intikal eden Alevi ibadetlerinin, ayini cemlerinde bir örnek olarak, düvaz imam olarak veya deyişler olarak sürme olanağını ve imkanını bulmuştur.

Ama Şah İsmail’den iki göbek sonra, Şah İsmail’in önemsediği ve değerlendirdiği anlamda devam etmemiş, dolayısıyla Erdebil Tekkesi’nin Şah İsmail’in ölümünden sonra, iki göbek sonra egemenliği ve hükümranlığı ve yorumundaki etkinliği hemen hemen erimek gibi bir noktaya gelip dayanmıştır.

Ama dediğim gibi İsmail’in Şii yorumu, özellikle kutsal aile yorumu, yani imamlara olan saygınlığın, onlara olan itibarin ve bu anlayış üzerine oturtmaya çalıştığı deyişleri, yorumları, felsefesi hala günümüze kadar hem devam etmiş, hem de Aleviliğin tasavvuf felsefesiyle inkilap eden yeni anlayışlarında bile egemenliğini sürdüren bir etkinlik olarak önümüze çıkmaya devam etmiştir.

 

 (Ayhan Aydın, Abidin Özgünay, Yazar, Yayıncı ve Cem Dergisi Kurucusu, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul, Sayfa: 43-55)

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile