DOĞAN BERMEK
DOĞAN BERMEK
(ARAŞTIRMACI, CEM VAKFI KURUCULARINDAN, ALEVİ VAKIFLARI FEDERASYONU BAŞKANI)
Doğan BERMEK, CEM Vakfı Kültür İşleri Sorumlusu, başkan yardımcısı, yıllardan beri bu toplumun sorunlarıyla ilgilenen, düşünen, yaratan ve eylem içinde olan dostumuz, değerimiz, aydınımız. Aydınlarla iç içe olan, yazarlarla, edebiyatçılarla, şairlerle iç içe olan bir isim.
Alevi Bektaşi toplumunu geçmişten günümüze, geçirmiş olduğu evreleri gözlemleyen ve sorunları üzerinde kafa yoran ve düşünce üretebilen ve bunu da zaman zaman dile getiren değerimiz. Zaman zaman çeşitli kurumlar kendisini söyleyişlere, panellere davet ediyorlar.
AYHAN AYDIN
Efendim programımıza hoş geldiniz. Teşekkür ederim Ayhan Bey.
Şu anda neler yapıyorsunuz, uğraş alanlarınız nedir ilk önce bunlardan başlayalım? Elbette Türkiye’de bir değişim, bir dönüşüm yaşanıyor son elli yıldır, son seksen yıldır. Cumhuriyetten bu yana, o dönüşüm içerisinde Türk toplumunun aydınlık yönde değişmesi, aydınlık yönde gelişmesi için katkıda bulunmak zannediyorum hepimizin görevi. Ben bu görevi yerine getirmeyi imkânlarımın el verdiği ölçüde uğraşıyorum.
Ama sizin de işaret ettiğiniz gibi gerçekten zaman çok kıymetli bir şey modern toplumda, neden? Zaman bulamıyoruz yaşamımızı sürdürmek için, profesyonel olarak çalışmaya çok ihtiyacımız var. İşte aradaki zamanlarımızı değerlendirip de olumlu bir iki şey yapabilirsek ne mutlu bize diyoruz. Heyecanla da bekliyoruz. Hani bir emekli olabilirsek.
Ben dilerseniz geçmişten başlayayım. Geçmiş derken sizin ağzınızdan dinleyelim Alevi/Bektaşi kültürüyle, halk kültürüyle, dedelerle, ozanlarla, türkülerle sanırım daha küçük yaşlarda tanıştınız? Elbette elbette, ben bir memur çocuğuyum. Ankara’daki çok az sayıda memur evinden bir tanesiydi bizim evimiz. Ben elli sene önce doğdum. Ankara’da Alevi/Bektaşi kesimin isimleri sık sık bizim evimizde bir araya gelirlerdi veya biz onların bir araya geldikleri evde olurduk. Tabi ne genç olsanız, ne kadar çocuk olsanız oralarda bir şeyler öğreniyorsunuz, dinlediklerinizden, izlediklerinizden. O toplumla ilgili ilk bilgileri ben sanıyorum oralarda almaya başladım.
Çok küçük yaşlardan itibaren daha sonra, işte lise ve üniversite çağlarında maalesef yok edilmiş Halk Evlerinden bir şeyler aldım.
Lise döneminde Halk Evlerin bir takım çalışmalarım katıldım. Bunlarda Halk Oyunlu eksenli, daha çok halk bilimi eksenli çalışmalardı. Ama sonradan bu çalışmalara üniversite de devam ettim.
Sonrada bir hayat tarzı oludu ve tabi Alevilik ve Bektaşilik kültürü, ben de epey bir taban da oluşturmuştu.
Bu halk bilimini daha iyi kavrayabilmek ve oradaki çalışmalarda daha iyi yararlı olabilmek için, böyle işin Alevi ve Bektaşi yanıyla ilgili yanına ağırlık verdim.
Böyle bir evde doğmuş, büyümüş olmak, sonra Türk Halk Bilimleriyle yoğun bir şekilde uğraşmak, üniversite çağlarında ve geniş bir tabanda uğraşmış olmak, tabi okuyup yazmak bizi olayın içine çekti. Çok okuduk yazdık. O yıllarda ben altmış sekiz kuşağının bir üyesiyim. Yani çok belki, çok önde, çok parlak üyelerinden biri değilim ama o kuşaktanım ve o kuşaktan birisi olarak görüyorum kendimi, gördüm de. Öğrenmeye de çok açık bir kuşaktık biz o zaman. O yıllarda Türkiye’de çok güzel rüzgâr esiyordu, yani 27 Mayıs’ın arkasından gelen, Anayasal özgürlük ortamı, tartışma ortamı bence çok önemli bir dönemdi altmış ve yetmiş arası. Maalesef sonra 12 Mart’ta bu durduruldu. Bu aydın süreç, ilerici süreç kesintiye uğradı. İşin düşün tarafı veya insanı gelişme tarafı böyle, beri yanda işte üniversiteyi bitirdik.
Tabii ki profesyonel hayata girdik. Birkaç yıl asistanlık yaptık üniversitede, sonra ayrıldık üniversiteden. Birkaç yıl sonra bir daha bir mastır yaptık, işletme mastırlığı yaptım. Benim asıl mesleğim mimarlıktır. Seksenli yıllara kadar Ankara’da yaşamım sürdü, seksen iki de İstanbul’a taşındık. Seksen ikide buna İstanbul’dayız.
Altmışsekiz Kuşağı içinde olmanız; Türkiye’de insan hakları, demokrasi, özgürlük, yani insanca yaşamdan yana olan, evrensel insani değerleri savunan, bunların mücadelesini veren, çeşitli art niyetli düşüncelere karşı, karanlık düşüncelere karşı ülkemiz insanının aydınlığından yana olan güçler içerisinde bulunmanız çok güzel.
Türkiye’nin sosyal meselelerini, tartışacağız tabi, konumuz içerisinde Alevilik Bektaşilik olduğu kadar ve Aleviler Bektaşilerde tabi Anadolu da Türkiye’de yaşıyorlar. Sünnilerle iç içe yaşıyorlar, gericilerle iç içi yaşıyorlar, aydınlarla iç içe yaşıyorlar, üniversiteliler öğrencileri var, çeşitli kurumlar var, çeşitli düşünceleri, fikirleri savunan öncüler var, öncüler kurumlar var. Hepsi birbirinin içinde olduğu için, meselelerinden birbirinden soyutlanarak, açıklana bilmesi herhalde mümkün değil.
Bu Alevilik/Bektaşilik konusunda ki araştırmalarınız, incelemeleriniz merakınız da o Altmışsekiz Kaşağı içerisin de mi oldu? Yani herhalde, şimdi tabi ben kendimi daha çok Türk Halk Bilimcisi olarak gördüm, o dönemlerde. Türk Halk bilimleriyle çok uğraştık biz, halk bilimleri denince biz de çoğunlukla sadece dans anlaşılır. Oysa Halk Bilimi tekerlemesinden masala, şiirden bilmecesine içinde dans da içeren, ama bilmem düğün törenlerinde içeren, birçok geniş bir yelpaze, o yelpaze bir şeyler yapmaya çok çalıştık.
O zaman Alevi/Bektaşi kültürün bana getirmiş olduğu birikiminin orada çok yararını gördüm.
Çünkü araştırırken şunu da görüyorsunuz, kendine Sünnî diyen, gayet Sünnî bir yaşam tarzı içerisinde yaşayan bir köye gidiyorsunuz veya bir kasabaya gidiyorsunuz, oradaki yaşamı inceliyorsunuz.
Danslarını inceliyorsunuz, adamlarını adetlerini inceliyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki hiç orada olmaması gereken bir Alevi töreni yapılıyor, uyuluyor bu işe, nedir diyorsunuz biraz kurcalıyorsunuz, sonra bakıyorsunuz ki bu adamlar son beş yüz baskısı içerisinde şu ya da bu biçimde köklerinden uzaklaşmışlar.
Üzerlerine başka bir kültür empoze edilmiş, hala eski kültürlerinden, kendi özgün kültürlerinden bir takım işaretler taşıyorlar, bir takım simgeler taşıyorlar ama bu simgeni kimliğini kendileri dahi kayıp etmiş, kendisi dahi niçin yaptığını bilmeden yapıyor bu işleri, böyle çok enteresan şeyler yaşadık.
Tabi sonra yada bu yaşam içerisinde bunlar çok bilinçli şeylerde değildir, yani ben şunu bilerek yaptım, bunu bilerek yaptım diyemezsiniz.
Genç insanlar yetiştiriyorlar, eğitiliyorlar, sanırım o ikisi birbirini üstüne benim çok ileri yaşlarımda kolay örtüş meye başladı. Belki ömrümün ilk otuz senesinde, otuz beş senesinde ben öyle böyle, işte oraya da, buraya da koşan bir adamdım. Bunların hepsinde bir şeyler yapıyordum.
Ama Anadolu Sosyolojisini, Türk – İslam Sosyolojisini, Arap – İslam Sosyolojisini birbirinden, berrak bir şekilde ayırmak için, yaşımın epey ilerlemesi gerekliydi.
Tabi burada şu da Türkiye’de Arap – İslam’ın da bir kalkışması vardı.
Özellikle yetmişden sonra Arabistan kalkıştıkça da bu çelişkiler derinleşti, o derinleştikçe biz daha net de görür hale geldik. Yani 1963’te, 1965’de o kadar net olamayan ayrımla, o kadar net olmayan çelişkiler seksenlerde, doksanlarda maalesef çok daha belirgin hale geldi toplumun hayatında. Ben dolayısıyla böyle bir bilimsel eğitim geçmediğim için, bu konuda diyorum ki, ben şunu şurada yaptım, bunu burada yaptım, bunları hepsi empozeme şeklinde gelişti açıkçası.
Enerjisini, toplum enerjisiyle özdeşleştiren, yani toplum içerisinde bir koşuşturma içerisinde olan insanlar herhalde zaman zaman farklı zenginlikleri de çok yoğun yaşıyorlar, ondan ona da geçiş de zor olmuyor. Halk Bilim çok önemli. İnsan halkının ürettiği, yaratığı şeyleri bilmeden, belki de bu konularda sağlıklı bir perspektif de çizemiyor. Türküsü, manisi, fıkrası, hepsi sosyal bir gerçekliğin ifadeleri aslında. Toplumun tarihi, toplumun kitabı belki de oralarda yaşıyor, özellikle doğu toplumunda, belki doğu bütün dünyaya toplumlarında bu var. Batı da bu var.
Ama bizde daha çok sözlü kültürle gelen bir geleneğimiz var. Nasrettin Hoca tabi ki halk bilgisi, halk filozofu olarak adlandırılırken, boşuna adlandırılmıyor sanırım.
Sizin böyle çok büyük bir avantajınızla olaya bakışınız çok dikkat çekici.
Şimdi efendin aslında bu avantaj Anadolu’nun avantajı. Bu benim avantajım değil. Anadolu’nun bu avantajını yakalayan bilen ve yakalamayan arkadaşlarımız var. Ben tesadüfen yakalamışlardan birisiyim. Türkiye’de ta on dokuzuncu yüz yılda başlayan, bir kimlik sorunu var. Osmanlının son döneminde de var bu kimlik sorunu, çağdaşlaşırken nasıl çağdaşlaşacağını bilememiş Anadolu Toplumu. Çünkü on altıncı yüzyılla on dokuzuncu yüzyılda arasında Arabistan gelip adeta geçmişiyle bağını kesmiş Anadolu toplumunun, yaşamını yani entelektüel yaşamını sürdürememiş bu toplum, aslında çok entelektüel bir toplumdur.
Anadolu kırsal kesim toplumu, gerçekten dünyaya bakışları, hayata algılayış biçimleri bu günün ölçüleriyle çağdaştır. Yani hiç tartışmasız çağdaştır.
Anadolu Alevi/Bektaşi toplumunun, hayatı algılaması ve hayatı yaklaşımı ama üç yüz, dört yüzyıllık bir Arabistan basıncı bu toplumun ilişlilerini kesmiş, geriye izler kalmış ve bu yüzdeden biz bir kimliksizliğe düşmüşüz, kendimizi batının karşısında nereye koyacağımızı bilemeyen bir toplumuz biz.
Türkiye’nin son otuz yıldır ciddi sorunlardan girdiği tartışmalarından birisi, Avrupa Topluluğuna girelim mi girmeyelim mi?, yok onlar bizi beğenir mi beğenmez mi?, gibi çok saçma sapan kimliksiz tartışmalar oluyor Türkiye’de. Siz de görüyorsunuz bunu hepimizde görüyoruz.
Aslında bu toplumun kendi özündeki birikimleri bir türlü gün ışığına çıkartamayacak biçimde sağırlaştırmış olmasında, bu sağırlığı delip geçtiği bildiği zaman, Anadolu toplumu kendi kimliğine kavuşur. Kendi kimliğine kavuştuğu zaman da böyle batılılaşmakmış, bilmem, Avrupa Topluluğu imiş falan bunlar sorun olmaktan çıkar.
Çünkü zaten önünde adam beş yüz yıl önce, yedi yüz yıl önce bu güne yakın, çok daha yakın bugün dünyanın bugününe, Anadolu kitleleri olarak ve Anadolu Alevi ve Bektaşi toplumu olarak, şimdi bu çelişkiyi yakaladığınız yerde bu çelişkiyi gördüğünüz yerde hem bu kadar sade gerçeklerinin görülememesi sizi baya üzüyor, yani bu toplumda ve birde bu geriliğin, az gelişmişliğin gelişmeye çalışmanın ne kadar yolsuz gittiğini, ne kadar çok enerjinin, ne kadar çok insanın enerjisinin yanlış hedeflere kilittlenme, yanlış hedeflere yönlenme yüzünden yok edildiğini de görüyorsunuz.
Bunlar hem çok üzücü, hem çok yıpratıcı şeyler, birde bunları biraz farkınızdaysanız ortaya çıkarmak birazda görev hepimiz için. Anadolu toprağı on bin yıllık bir toprak; bereketli ve kutsal bir toprak. Çünkü onlarca ulus gelip geçmiş ama birikimlerini buralara bırakarak, tarih sahnesindeki yerlerini almışlar.
Yoksa tümüyle bir kültürün yok olması düşünülemeyeceği gibi bir ulus da buharlaşıp havaya uçamıyor. Bütün kültürler birbirini destekleyerek. Besleyerek tarih sahnesindeki onurlu yerlerini alıyorlar. Asurlulardan Hititlere kadar Bizans veya Osmanlıya bu gününüze kadar bu uzanan bir gerçek.
Bu Anadolu ve Rumeli toprağında Orta Aysa dan dan Balkanlara gerçektende sazıyla, sözüyle, sevgisiyle, dostluğuyla bu halk kültürünü yaratan, bu halk kültürü var eden, ozanların, dedelerin, aşıkların, zakirlerinin, bilgelerin yaratmış olduğu Alevilik/Bektaşilik konusuna biraz değinelim, doğuşunu, gelişimini, bu Anadolu toprağında özellikle serpişmesini, kök salmasını biraz öne çekelim ne dersiniz? Herhalde şöyle başlamakta fayda var. Sekizinci, dokuzuncu yüz yıllarda ta Orta Asya dan batıya doğru büyük ve uzun bir göç başlıyor. Bu göç beş yüz yıl sürüyor.
Bu beş yüz yıl içerisinde Orta Aysa toplulukları batıya doğru gelirken işte Horasan’dan başlayarak tek tanrılı inançlarla tanışmaya da başlıyor.
Bir yandan Arap yarımadasından kuzeye doğru, İslam yayılmaya çalışıyor, bir yandan da Orta Asya’dan batıya doğru gelen uzun bir yolculukta ki bugün Türk, Türki dediğimiz kavimler geliyor batıya doğru. Maveraünnehir’de de galiba buluşma noktası başlıyor. İlk çiçeklenmesi başlıyor bugün Alevi/Bektaşi dediğimiz inanç sisteminin.
Şimdi tabi göçebe hayatlardan gelmekte olan toplumların yerleşik Arap Toplumun töresiyle yaşaması olası değil. Bu aykırılığı yakalayan gayet önemli bir insan Pir Ahmet Yesevi Hoca, göçebe kültürün, bizim o sırada yaşamakta olduğumuz göçebe kültürün tek Tanrı inancıyla İslam’ı özüyle yorumlanmasını başlatıyor.
İşte sanıyorum bizim Alevi/Bektaşi dediğimiz inanç sisteminin ilk çiçeklenmesi bu Hoca Ahmet Yesevi tekkesinden sonra batıya doğru geliştikçe, gelişiyor. Anadolu zaten çok zengin bir yer. Ben geçenlerde Londra’da bir konferansa çağrıldı. Karadeniz kıyılarında metal ticaretinin, Karadeniz’in metal ticaretindeki önemi diye bir konuda konuşma yapmam istenmişti. Ben konuşmayı hazırlarken biraz da şu Anadolu’nun rengini anlatım falan diye, bir konuşmanın başına biraz konuyu renklendiririm diye biraz araştırma yaptım. Anadolu’da ne var ne yok diye. Yani geçmişimizde ne vardı bunu araştırdım. Bugün bütün Karadeniz kıyıları çok az gelişmiş maalesef Ukrayna’dan da az gelişmiş. Çok kaba bir araştırma yapınca gördük ki Anadolu ve Karadeniz kıyıları Kafkasya kıyıları dediğimiz yerler, bilmem Bulgaristan dediğimiz yerler, dünya tarihi ilk metal ticaretinin yapıldığı, ilk metal üretimini yapmış yerler. Bundan dört bin sene önce çalışmış bu toprak. Hatta işçi ithal etmiş biliyor musunuz Anadolu. Anadolu’da madenlerde çalışacak işçileri Avrupa’dan getirmişler. Aradan birkaç yüz yıl geçtikten sonra, biz gidiyoruz batıda ki madenlerde çalışmak için.
Anadolu’da zengin müthiş bir zenginlik var. Ben fark ettim enteresandır diye söylüyorum, bundan üç bin sene önce Hititler’de borsa var borsa! Adamlar zaire borsaları kurmuşlar, metal borsaları kurmuşlar, beş kilo altın getiren, bilmem on sekiz kilo gümüş alır, demişler.
Üç kilo gümüş getiren, beş katar buğday alır, demişler. Bunların başına devlet personeli yerleştirilmiş ve inanılmaz bir büyük bir ambarlar kurmuşlar Anadolu da. Anadolu böyle bir yer. Yani biz gelirken boş bir yere gelmemişiz, ama o çok zengin kültürün üzerine çok sağlıklı bir inançla gelmişiz.
Kul hakkı, insan hakkı, eşitlik bunlar zaten Anadolu’nun o gün ki kaosunda çok da beklenen çok da istenen, çok da özlenen kavramlar.
Bu yorum yani Horasan’da yapılan yorum bu kadar insanca, bu kadar insan sevgisiyle, bu kadar sıcak, bu kadar dostça gelince tabi batıda bu bir anda gelişmiş. Yani Anadolu’ya biz silahsız falan gelmişiz, kabulde gömüşüz. Sayın başkanımız İzzettin DOĞAN sık sık belirtir, tabii herkes için çok çarpıcı bir gerçektir, tahta kılıç kuşanıyor biliyorsunuz dervişler, ocaklardan batıya doğru giderken yani savaşa gidiyorsun ama bu savaş kimseyi kesmeden yapılacak bir savaş.
Dostça yapılacak bir savaş, insanca yapılacak bir savaş. Tabi böyle ulunca Anadolu bütün bu işin neredeyse bir anda patladığı bir anda çiçeklendiği bir yer olmuş.
Anadolu’da kurulan birlikler de, Anadolu’da kurulan devletlerde sanıyorum bu felsefeyi benimsedikleri sürece çok kolay kuvvetlenmiş ve büyümüşler. Bu felsefeden uzaklaştıkları zaman yok olmuşlar. Dolayısıyla böyle bir zenginliği biz taşımışız Anadolu’ya. Horasan Erenleri, Anadolu Erenleri, Rum Bacıları, Rumeli Dervişleri, değişik gruplara değişik isimler vermişiz. Onlar işte bu zenginliği taşımışlardır.
Biz CEM Vakfı’nın ilk yıllarında hepimizin çok iyi tanıdığımız, iyi kötü bir iki deyişini mutlaka bildiğimiz ama deyişin sözlerini merak ettiğimiz ve analiz etmediğimiz sayısı oldukça fazla olan Anadolu Erenlerini bu toplumun, bu insanların söylemleri üzerinde biraz daha düşünmesini sağlamaya katkıda bulunmak için birçok etkinlik yapmıştık.
Bence çok faydalı bir çalışmaydı, çok olumlu bir çalışmaydı. Sürdürmek isterdim ama tabi tercihler ve beğenileri besleyemedim.
Bizim İstanbul’a, kente gelmiş insanlar günlük yaşam kaygısı içerisinde veya yaşam telaşı içerisinde her halde zaman da ayıramadılar. Bu işe çok fazla, o günlerde elimize bugün ki kitle iletişim araçları yoktu, radyomuz da yoktu, dolayısıyla bu çok açılmamış, bir çalışma halinde ama tekrar edilmesi gerek zannediyorum aydın kesimle Türkiye’de düşünmüş insanlarla, düşünen insanlarla el sıkışmak için çok güzel bir ortam oluştu. Orada biz biliyorsunuz Ruhi Su Vakfıyla, Korusuyla ortak programlar yaptık. Birçok sanatçı dostumuz geldi, bazı çalışmalarımıza, düşünen insanlarımız geldiler. Yunus Emre’ler konuşuldu, bilmem Abdal Musalar konuşuldu. Çok güzel toplantılardı, çok iyi şeylerdi, çok da fazla yapmak isteriz. Şimdi birimlerde yapıyoruz, teker teker aynı işi, sanıyorum bunu daha ilerde biraz CD’lerle falan almak lazım. Yani artık toplumun beğenisi değişti bu beğeniye uyacak araçlarla topluma yaklaşmak gerek. Her halde böyle bir dizi CD dizi kaset yapmamız lazım. Kısa konuşmalar, müzik, belki görsel malzeme kullanmamız lazım. Ama mutlaka ve mutlaka Anadolu Erenleri, Horasan Erenleri ve bu Erenlerin uç verdiği taraflardaki inanç sistemleri veya düşünce sistemleri anlaşılmalı ve yorumlanmalı.
Peki, onların düşüncelerinde saklı olan inanç anlayışı nasıldı? Bugün biliniyor belki Hacı Bektaşi Veli’nin, Abdal Musa’nın, Pir Sultan’nın Tanrı’yı algılayış şeklinin farklı olduğu biliniyor.
Ama siz ne dersiniz onlar Tanrıyı, insanı, toplumu, yaşamı nasıl algılıyorlar? Yaratılmışı hoş göreceksin, yaradan ötürü, diyor, Yunus. Bence bu bizim felsefemizde çok önemli köşe taşlarından birisidir. Her yaratılmış yaratandan bir esintidir Alevi/Bektaşi inancında. Dolayısıyla yaratılmışla yaradan arasında bir bağ görüyor insanlar ve bu bağın kuvveti bir bağ olduğunu, her yaratılmışın yaratanın bir parçası olduğunu var sayıyorlar. Tabi bu dehşetli bir sivil toplum anlayışı getiriyor. Bulundukları toplumda kimse kimsenin hakkını yemiyor, yiyemiyor ki o da Allah‘ın bir parçası; sen münkirsin, sen yezid sin, sen bilmem nesin bunları aramıyor Alevi/Bektaşi önderleri. Alevi/Bektaşi önderleri birlikte insanca yaşamanın şartlarını oluşturmakla uğraşıyorlar. Çok farklı bir dünya kuruyorlar o günde, yani düşünün o günün Anadolu’sunu kavimler kargaşası var. Binlerce kavim, on binlerce aşiret üzerinden haçlılar geçiyor.
Gerçekten bir hengâme. Bu hengâmede adete böyle büyük bir sükunetle bir şeyler yapmaya çalışan bir Hacı Bektaş çıkıyor, Abdal Musa çıkıyor, Şahkulu çıkıyor, Karacaahmet çıkıyor...
Hacı Bektaş bir domuz yavrusunun dahi işkenceye tabi tutulmasına karşı çıkıyor. Bir domuz yavrusunu bile boynuna çan bağladıkları için insanların cezalandırmaya uğraşıyor. Diyor ki o yavruya işkence edemezsiniz. Yani onun da yaşama hakkı var, vurabilirsin, öldürebilirsin, ihtiyacın varsa yiyebilirsin, zararlı ise yok edebilirsin ama işkence edemezsin, diyor. Şimdi bunlar tabi çok önemli noktalar. Anadolu Erenlerinin Anadolu yaşamına empoze ettiği çok önemli noktalar.
Ahilik diye bir inanç düzeni, bir yaşam tarzı var. Yine o dönemlerde Anadolu’ya taşınmış bunun kökleri Orta Asya da ortak, diye bir düzen var. Moğol İslam inancın da var bu şey, ama Anadolu’ya gelirken çok değişiyor. Çünkü Anadolu’da her türlü yelpazeden insan var; Ermenisi var, Rum var, Pontusu var, Asuru var, Suryanisi var, her şeyi var Anadolu’da. O zaman Anadolu Ereni diyor ki: “Kardeşim burada inanç önemli değil, burada ustalık ve namus önemlidir.” Sen işini doğru yapıyorsan, adam gibi yapıyorsan önde olabilirsin, arkada olabilirsin. Nitekim işte Osmanlı ilk dönemlerini ben sık sık gündeme getiririm biliyorsunuz, Kanuni Sultan Süleyman’ın ustası Ahi, kendiside çırak Amasya’da Amasya değil abi Trabzon şehzadeliğinde kuyumculuk öğreniyor.
Ahi ve çırak ustası bir Rum, o da Ahi Rumlar bilmem lonca başkanı oluyor. Ermenilerden kalfalar oluyor, Ermenilerden bilmem grup başkanları oluyor, şeyh olan var, Ahi şeyhi olan var yani, Ahi Evren inancı bırakmış bir tarafa, Yahudi’ymiş, Sünenîymiş, Aleviliymiş, bilmem Müslüman’mış bunu bırakmış adamın bu toplumda bir görevi var. bu görevi doğru yerine getirdiği müddetçe benim aramda da yeri var demiş. Bu nasıl bir uzlaşım? Bu uzlaşıya bugün Batı topluluğu ulaşmaya çalışıyor. Şimdi Avrupa topluluğu dediğimiz yerde bu yapılmaya çalışılıyor. Yani Fransızlığı, İtalyanlığı bıkalım kardeşim işte kim hangi işi iyi yapıyorsa, onu yapalım, diyor Avrupa Topluluğu.
Sen bunu Ahi Evren gibi bir Anadolu Ereni ile sekiz yüz yıl önce taşımışsın bu toprağa, bunlar tabi ki kazınıp ortaya çıkarılması gereken gerçekler. Edebali gibi Anadolu Erenleriyle Osmanlı Kayı Boyu, o zaman Osmanlı değil, Kayı Boyu yazları yayla çıkacak ağırlıklarını Bilecik tekfurunun hazinesine bıraktırıyor. Sonra dönüyor adamlar Bilecik tekfurundan da mallarını sayarak alıyor, sonbaharda, Şimdi bu konsensüsü kim sağlıyor? Bakıyorsunuz Ortodoks Hıristiyan anlayışında böyle bir konsensüse kapı yok. Arap – İslam anlayışında da böyle bir konsensüs yok. Nereden çıkıyor bu? Diye kurcalıyorsunuz, altında Edebali çıkıyor veya üstünden çıkıyor. Yani şimdi nasıl bir devletler hukuku anlayışı getiriyor ki Anadolu Ereni Anadolu’ya bu devletler hukuku anlayışı üstünde iki yüz gürültüsüz, parıltısız koskoca bir imparatorluk kuruyorsunuz. Osmanlının ilk yıllarının bütün çizgileri Anadolu Erenleri tarafından konmuş. Bir toplumun gezilen toplum olmaktan millet olmaya dönüşebilmesi için üç tane temel şey lazım, bir devletler hukuku olması gerek, bir medeni hukuk olması gerek, bir ticaret hukuk olması gerek, bu üçünü organize ettiğimiz zaman o toplumun niteliği belirlenir. Bizim Osmanlı İmparatorluğu diye çok övündüğümüz imparatorluğunun medeni hukukunu Hacı Bektaş Veli ve onun gibi insanlar kurmuşlar, ticaret hukukunu Ahi Evren kurmuş. Bugün hala bu günün ölçüleriyle çağdaş bir ticaret hukuku vardır Ahilikte. Bugün zaten bizim ticaret odaları, meslek komiteleri dediğimiz, ihracat örgütleri fala bunların hepsi var. O yılların düzeninde bir de devletler hukuku var yani devletler hukuk olmadan devlet olunmaz.
Devletler hukukunu da Edebali kurmuş yani Anadolu Erenleri aslında insanlık tarihi içinde çok önemli insanlar, sadece bizim için Alevi Bektaşi inancından falan yok yani biz Alevi Bektaşi olarak sahip çıkarız. Çok da saygı duyarız ama bu adamlar gerçekten dünyanın rengini değiştirmiş.
Aslında Anadolu’da ilk başlarda bir Alevi/Sünni ayrımı sorunu da yok? Elbette. Ortak değerler bunlar. Meselâ Osmanlı fütuhatına bakın batıya doğru gelişmişiz, ta Viyana’ya kadar nasıl gitmişiz? Yeniçeri diyoruz gittiği yerde bir asmadan üzüm alırsa o üzümün bedelini mutlaka öder.
Şimdi böyle gelen bir işgalciyi büyük ihtimalle Orta Avrupa’nın o günkü beylerinin ve lortlarının işkenceleri altında ezilen halk herhalde büyük bir sevinçle karşıladı. O yılların Orta Avrupa’sını ve Batı Avrupa’sını düşünürseniz adamın evlendiği gece karısını beyefendi kullanıyor insanın, batıda böyle kurallar var biliyorsunuz. Gerdek gecesinde böyle yatmak zorunda kız, beyefendi öyle istiyor. Çünkü bilmem dünya tarihini en büyük işkencecileri Balkanlar’da biliyorsunuz. Kazıklı Voyvodası var, başkaları var. Sonra ise buraya Alevi Bektaşi inancı geliyor. Burada diyor ki hepiniz kardeşsiniz hepiniz tanrının bir unsurusunuz. Birbirinizi sevin, sayın, kardeşçe yaşayabilirsiniz, bu toprakta burada fut ulat kolay olamaz mı?
Cumhuriyet dönemine doğru tarihi seyrimizi devem ettirelim. Osmanlı iyice büyüyor, büyüdükten sonra siyaset, politika tabi ki önem kazanıyor. Fütuhat sırasında siyaset önemli değildir, büyümelerde herkes kucaklaşır, ama büyüyüp de şöyle bir durunca ondan sonra işte güç odakları belirlenir bu güç odakları belirlenmesi bir, ikincisi tabi Türk Aşiretlerle o gün artık yönetici haline gelmiş Osmanlı arasında da bir yapısal değişim geçiyor. Meselâ Akkoyunlular, Karakoyunlular bunlar daha Türk kalıyorlar, daha göçer kalıyorlar ama Osmanlı artık biraz yerleşmiş, İstanbul’u almış, Edirne’yi almış, Bursa’yı almış, düzeni kurmuş. Bu çelişkinin ilk patlak verdiği nokta Otluk Beli Savaşı 1483, yada yani dönüşümün ilk patlak verdiği nokta bu Otluk Beli biliyorsunuz ki iki Türk boyu arasında ki bir savaşın adı. Aslında Osmanlıyla, Akkoyunlular arasında bunlarla birlikte bir de aynı dönemde Safevi yücelişi var. Safeviler de Anadolu’da Osmanlının altını oyuyorlar, Osmanlı burada ya batıya doğru yönelme zorunda ki felsefesini kaybetmiş durumda daha fazla gidemiyor. Doğu güvence altına alabilmek için de toplumun da yabancılaşmaması gerekiyor, yabancılık başlamış, artık sarayda toplumdan uzaklaşmış Türk’ten 1500 yılında saraya da acemce konuşuluyor.
Şah Hatayi Türkçe yazıyor. Yani çok enteresan bir çelişki bu savaşın bu çelişkinin sonucu, Osmanlı kendisine bir inanç dayanağı aramak zorunda ve işte Mısır’ın fethinden sonra Halifeliği getiriyor buraya. Halifelikle birlikte bir çok El eser’den yüzlerce kadı getiriyor yani Arap – İslam’ı getiriyor buraya, alternatif bir inanç sistemi olarak. Çünkü Arap – İslam daha hiyerarşik bir düzen, öyle bir hiyerarşi düzende yönetimin daha kolay olabileceği düşünülüyor her halde o yıllardan Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlıyı Osmanlı yapan inanç sistemi revizyona tabi tutuluyor ciddi bir şekilde, bu revizyon Aleviler Bektaşiler çok olumsuz pay alıyor. Aleviler Bektaşi kesimim üzerinde büyük baskılar başlıyor. Sadece Alevi Bektaşiler değil Osmanlıdaki diğer azınlıklara da bu dönemden itibaren baskı yapılmaya onlara kefere denmeye başlanıyor. Yok bilmem bir yüz yıl bakıyorsunuz Yahudiler siyah kuşakla, bilmem efendin Ortodokslar sarı kuşakla, gezecekler diye şartlar çıkıyor Osmanlı kentlerinde. İşte yok bilmem bazıları ata binemez eşeğe biner, deniyor. Yani sadece Alevi Bektaşi değil Arap – İslam yücelmeye başladıkça Osmanlı toplumunda, toplumun her kesimine büyük baskılar gelmeye başlıyor. Ve bu baskılar zaten Osmanlı’yı kuran, Osmanlıyı Osmanlı yapan, devlet yapan konsensüsü yok ediyor. Hoşgörüyü yok ediyor, hoşgörü yok olduğu için de Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlıda her hangi bir olumlu gelişme görmüyorsunuz.
Orada Osmanlı İmparatorluğu donmuştur. Bir tabi böyle büyük bir imparatorluk bir elli altmış sene bir zarar görmeden idare eder. Ondan sonraki padişahlarda sadece miras yedi çocuklar gibi satıp satıp yiterek Osmanlıyı bitirmişlerdir. Çünkü uzlaşması kalmamış, inancı kalmamış, felsefesi kalmamış bir toplumun devlet olarak sürmesi mümkün değil, mutlaka bir değişime uğrayacak, Osmanlıda bir değişimde yıkılma gibi bir değişim olmuş tabi, bu arada Osmanlının düşüne kesimi var. Aydın kesimi var çok azda olsa bu aydın kesim on dokuzuncu yüz yılda itibaren zaman zaman sesini duyurmaya çalışmış ama maalesef başarılı olamamış.
Bu aydın kesimde de yine Alevi Bektaşi insanların yine çok yoğun olduğu, çok kalabalık olduğunu görüyoruz, Namık Kemal’i, Mithat Paşa’sı yani Osmanlıda olumlu bugüne kadar izini taşımış ne gelmişse bizim iftihar ettiğimiz bir olaydır. Farkında olmadan bizim Sünni ve Arap –İslam’ın temsilcisi güçlerin de, örnek diye gösterdiği güçlere baktığınız zaman, Osmanlının son dönemde bunların hepsisinde nedense yine Alevi Bektaşi inancın taşıyıcılarını görüyorsunuz. Sonuç malum Osmanlı yok Türkiye de yok, bizde yok hiçbir şey yok dağılmışız. Bir avuç insan çıkıyor bu bir avuç insan sadece inançlarıyla, bu yok olmuş darmadağın olmuş ülkede yeni bir dünya kuruyorlar, yeni bir hayat kuruyorlar.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tabi korkunç saygı değer bir çaba, inanılmaz çağdaş bir davranış içine giriyorlar. O toplumundan böyle bir inanç sistemi, o toplumdan böyle bir aydınlık nasıl fışkırdı? O da her halde Anadolu’nun şansı sanıyorum. On üçüncü yüz yılda Anadolu için şanslı, ama yirminci yüzyılda da Atatürk gibi bir kimliğinin ve onun ekibini buralarda olması da çok büyük bir şansıdır. Bu topraklar için bu toplum için ve Cumhuriyet kuruluyor. Cumhuriyetten sonrasını herkes çok iyi biliyor.
Ondan sonrasında ilk dönem zaten herhangi bir dinsel bir motifi yok. Cumhuriyet Laik bir kuruluş o nedenle Alevi Bektaşi toplumu da çok rahatlar. O gün Cumhuriyet toplumunun, cumhuriyet inancının en ciddi destekçileri Aleviler. Tabi bin dokuz yüz ellilerden itibaren aynı Osmanlı toplumunda demin söylediğimiz bin dört yüz seksen üçten sonra, nasıl siyaset Osmanlı toplumunu bitirmişse, bunun benzeri bir süreci, Cumhuriyetimiz de yaşadı maalesef bin dokuz yüz ellilerde. Tabi şimdi iletişimler çok hızlı olduğu için değişimler de çok daha çabuk oluyor. Ellilerden itibaren Türkiye’de yine Arap – İslam anlayışı hâkim gelmeye başladı. Yine iç siyaset oyunları hile dubara bunlar öne çıkmaya başladı. Elliden sonra maalesef çok ağır ve çok sıkıntılı dönemler yaşadı Türkiye Cumhuriyeti.
Evet, birçok kişi biliyor dediniz, ama bilinmeyen birçok noktalar var tabi. Kırdan şehre göç beraberin de sıkıntılar getirdi, merceğimizi burada biraz odaklayacağız, siz de bu sosyal uyanış içerisinde, söyleyişinin başında belirttiğimiz gibi, devinim içerisinde bulunan insan olarak, bir aydın olarak, o dönemde ki çalkantıları da çok iyi gözlemlediğinize eminim, şimdi Alevi Bektaşi toplumu tabi ki Cumhuriyetin erdemlerine getirdiklerine, değerlerine sahip çıkıyorlar. Laikliğe demokrasiye, insana ilişkin getirdiği her şeye canı gönülden destek veriyorlar.
Fakat tabi bu arada bir farklı konu olabilir ama Atatürk Devrimlerinin Anadolu topraklarını içinde ilerleyememiş olduğu gerçeği var. Bunda tabi ki basiretsiz yöneticilerin, sizin de başta söylediğiniz gibi; halk evlerinin, okumanın, yazmanın, düşünce enstitülerinin, köy enstitülerinin yasaklanmaları, Anadolu insanının devremi tümüyle kavrayamaması, belki bugünkü sancılarımızın ana unsularından birisi. Bunu da özellikle belirtmek gerekiyor. Doğru.
Anadolu Alevlisine de belki tam anlamıyla ulaşamadı o devrim bilincine. Fakat yüz yıllar ötesinden zaten o aydınlığı inancında, kültüründe taşıyan Alevi o sıcaklığı kendilerinde doğal olarak buldular. Özellikle genç bedenler, sosyal farklı canlanışlarla karşılık buldular, işte sosyalizm, sosyal demokrasi, sol düşünceler, fikirler Alevi gençlerinin kendisine daha yakın bulduğu düşünce akımları oldu. Onlar bu yapıda çabalar içerisine girdiler. Fakat klasik manada, otantik yapıdaki bizim dedelerin, babalarının, ozanların, Anadolu Erenlerin devamcılarının, yaşadıkları, olanlar tarafından yaşatılan Alevilik; kırdan şehre göçtüğünde bir kimlik bunalımı yaşadı. Çok.
Kültürel temelde büyük erozyonlara uğradı. Sosyalist sol içerisinde bulunan Alevi gençlerinin önemli bir kısmı, da tarihsel değerlerini yeteri kadar öğrenme olanağından mahrum kaldılar. Bu da bize bugün çok büyük sancılar içerisinde bulunan bir toplumsal yapı getirdi.
Burayı biraz açalım, yani kırdan şehre göçmüş, büyük şehrinin varoşlarında bulunan, ekonomik ve sosyal - kültürel yönden buraya adapta olamayan, geçmişte yaşamış olduğu zengin birikimleri de tanıma olanağından mahrum bir büyük kitle bir zamanlar da sosyalist dalgaya kapılmış. Şimdi ne yapacağını bilmeyen bir kitleyle, gençlerle, toplumla karşı karşıyayız.
Cemevleri yükseliyor, radyolar açılıyor, gazeteler var, dergiler var… Ama ciddi bir sosyal sorunumuz var? Evet, Ayhancığım doğru. Ta işin başında değindiğimiz kimlik bunalımı var. Anadolu’da çok çağdaş bir kimlik var. Ama bu çağdaş kimlik maalesef yaşayanlar tarafından algılanamıyor. Algılanmayacak kadar uzakta ve geride kalmış. Türk toplumu, genç bir toplum. Bugünkü toplumumuz çok genç bir toplum. Kentlere yığılmış. Kentlere yığılmakla beraber kültür bunalımına da düşmüşüz. Arabesk kültür, diye bir çıkmış, büyük bir hızla toplumun pençesine almakta ve ezmekte. Beri yanda Arap - İslam gayet sistematik bir şekilde bir takım kaynaklar tarafından desteklenmiş o da bir kimlik önermiş, aslında o da bir kimliktir. Kolaycada bir kimliktir, yani o grubun adamı olursan çok da fazla şeyler yapmana gerek olmaksızın, işte günde birkaç kere camii giderek, Cuma namazlarına katılarak, bir kimlik sahibi olabiliyorsun. Bu kimliğin insanı veya bu kimliğin sosyal tarafı çok önemli değil. Köyden kente gelmiş adam bir boşluk içerisinde, kendisini bir grubun parçası olarak tarif etme ihtiyacı var. Köyde insan bir köyün adamı olarak tarif ediyor kendisini, o bir kimlik oluyor. Ama kente gelip de milyonluk kentlerin kenarlarında kaybolduğu zaman bu insanlar Alevisi de, Sünnî de, dehşetli bir kimlik bunalımına içine düştüler. Ve bu kimlik bunalımı içersinde bir Sünni kesimden geldiği düşündüğümüz arkadaşlarımız veya Sünni kesimdeki insanlar kendilerine biraz daha sağda kimlikler aradılar. Alevi tabandan gelen insanlar da biraz daha demokrat kimlikler aradılar, inanç sistemleri dolayısıyla. Ve sonuçta sizin söylediğiniz gibi solda ve CHP’de Aleviler fazlasıyla yoğunlaştılar, ancak bir şey daha eksikti; yani bir de bu kitleleri anlayan aydın kesimin bu hareketlerin önderliğini de yürütmesi gerekir.
Maalesef tabi ben Türk aydınına çok küskün ve kırgın insanım. Türk aydınları son yüz elli yıldır kentlerde yaşayan halkını tanımadan aydın olan, işte daha çok okudukça aydın olduğunu düşünen; bir kısmı da gerçekten de batılı ölçüde aydın olan, ama batı aydını olan insanlardan oluşur oldu. Türk aydını olamayan bir insan grubu, çok değerli evet, çok bilgili doğru, ama bilgilerin de hala Anadolu’dan gelen bir aydın gibi değil. Adam yani Fransa’da da doğa bilir, o adam Almanya’da da doğabilir, biraz batı vatandaşı olmuş, yani aydınlığı batılılaşmak, batılılaşmağı batının hayat tarzını veya batının değerler sistemini anlamak olarak algılayan insanlar çoğaldı. Ama iş bu değil. Batılı olmak gibi düşünerek kabul etmişiz biz batıyı, aydınlanmayı. Özellikle Osmanlını son yüz yılında böyle oldu. Adamlar Fransızca öğrenmişler, Fransızca eğitim görmüşler, Almanca öğrenmişler, Almanca eğitim görmüşler. Ama burada ne oluyor? Kardeşim, Yozgat’ta ne var, Çorum’da ne var? Onlardan hiç merak eden olmamış, araştırmamış. Dolayısıyla toplumundan müthiş kopuk bir aydın kitle doğmuş. Anadolu’da yaşayan yine bu toplumla beraber yaşayan ama bu toplumu pek tanımayan halkla ilişkileri kapıcıları üzerinden sürdüren bir Anadolu aydını var. Bu Türk aydını maalesef tabi benim söylediğim bir kesimi kapsıyor, elbette çok çok değerli, bu toplumu tanıyan, yüzlerce büyük araştırmacılarımız var.
Ama o araştırmacıların etrafında kenetlenip o araştırmacılara destek vereceğimiz yerde biz bu kimlik bunalımını aydınımızın da yaşadığını düşünüyorum. Ve aydınlarımız toplumdan o kadar uzak kalmış ki toplum garip bir şekilde parçalanmış Türkiye’de. Şimdi bakın CHP’ye veya Türkiye’de ki demokratik gelişmeye, CHP’nin tabanı Alevi Bektaşi kesim. Oy potansiyelinin yüzde seksen beşi Alevi Bektaşi kesimden, ama çoğu zaman CHP yönetimiyle Alevi Bektaşi arasın diyalog yok.
CHP yöneticileri Aleviler arsında bir kopukluk var. Tabi ki diğer partiler ve örgütlerle aynı şekilde belki sorunlar var. Elbette yani bir defa Alevi inanç sistemi itibariyle ve yapısı itibariyle ancak demokrasi gönülden benimsemiş partiler arasında yer alabilir. Kendine demokratım diyen veya demokrasiyi hedefine varmak için araç olarak kullanan gruplarla Alevilerin yakın bağı olamaz. Kesin tarihi bir gerçektir bu o zaman Alevilerin gideceği belliydi fakat maalesef o gittiği yerin yöneticileri de Alevi nasıl olsa bir yere gidemez diyip, Aleviyle ilgilenmeden başka işleriyle uğraştılar dolayısıyla toplumsal uzlaşmayı kaybettik, kuramadık. Atatürk’ün kurmaya çalıştığı, bir dönemde gayet düzgün yürüttüğü o toplumsal barış ortamı, maalesef ellilerden itibaren hatta kırık beşlilerden itibaren, yok olma yolunda. Bence Türkiye’nin geri kalmasına önce biz sebep oluyoruz. Sonra belki batıdakiler bir şeyler yapıyorlar. Bazıları belki bizim ilerlememizi istemiyorlar. Ama sen eğer bilinçli bir toplum olsan herhalde seni durdurmak o kadar kolay olmazdı.
Şimdi ben tabi ki hep toplumsal değişimlerden söz ediyoruz. Aleviler içerisinde tabi ki bu yoğun olarak görülüyor. Büyük şehirlerde işte Cem evlerini görüyoruz, dernekleri görüyoruz, vakıfları görüyoruz. Çeşitli örgütlenme modellerini görüyoruz, işte yoğun olarak belli partiler içerisinde yer alma çabalarını görüyoruz. Bunlar hep işte belli bir kimlik arayışını, kimliğini ifade etme sancısını, yansıtıyor. Fakat çok ciddi problemler var burada, bu da çözülebilmiş değil. O parti örneklerinde de gördüğümüz gibi aydınların bakışı belli, diğer kesimlerin bakışı belli. Alevi aydını, Alevi yazarı, çizeri dediğimiz insanların da aslında bu toplumdan çok uzak olduğunu üzülerek görmüş oluyoruz. Nedir bunun çaresi? Yani ne yapacağız, nasıl bir örgütlenme modeli, nasıl bir vakıf, nasıl bir dernek modeli, nasıl bir aydın modeli yaratacağız ve şu anda yaşadığımız problemleri nasıl aşabileceğiz? Şimdi efendim tabi Alevilerin problemi değil Türkiye’nin problemleri diye bakarsak daha derli toplu bakarız. Türkiye genç bir toplum köyden kente inmiş kente ne yapacağını bilemiyor. Kente yaşamayı öğrenmemiz lazım, kente yaşamak sivil toplum örgütlenmesi dediğimiz, örgütlenmeyi gereksindi yor bize. Sivil toplumun örgütlenmesi için çok sayıda dernek, çok sayıda vakıf, çok sayıda parti lazım bu partileri artık liderler aramaktan vazgeçip, inanç sistemleri aramamız lazım, yani inanç derken illa hi dinsel inanç değil. ben bu toplumun bu Anadolu’nun yeşil olmasını istiyorum der gider, tema vakfında görev yaparsın, bu da bir inanç sistemidir. Toplumunu kurtarıyorsun, toprağını kurtarıyorsun bir şeylerden, ben çocukların eğitimden şöyle bir pay alması istiyorum der ve gider çocukların iyi bir eğitim görmesi için dernekte örgütlenirsin. Yani batı çağdaş yaşam çok sayıda sivil toplum örgütünü birbirin içine girit şekilde girmesiyle oluşuyor. Talebelerini yükseltiyorlar kendilerini anlatıyorlar, bir iletişim kuruluyor. Bu iletişim kurulduktan sonra sorunlar çözülebiliyor. Şimdi biz Türkiye’de gelecek bir iktidarı bizim bütün sorunlarımızı aynı anda ve bir seferde çözmesini beklemişiz. Böyle bir şey olamaz. sen sorununa sahip çıkarsın devletten yardım istersin, sorunları sen çözeceksin. Alevi Bektaşiler bu gerçeğin bence yine erken vardılar Anadolu’da bir yanda devlet kullanılarak, devlet araç haline getirilerek, diyanet işleri bir davasal örgütlenme bütçeden büyük bir yararlar gören, bütçeden büyük kaynaklar aktırılan, bir yararlar gören bir davasal örgütlenmenin alternatifi olarak kendi daracık ve küçük imkanlarıyla mahalli dernekler, vakıflar gibi falan yerlerde örgütlenmeye çalıştılar. Arkasında ki bütün dev imkanlara rağmen imam hatip okulları ve diyanet işlerinin başaramadığı kadar hızlı ve çabukta örgütlenebildiler. Bu yine Anadolu toplumunun çağdaşlığı, yine bu toplumda sağlam tohumlarını sayesinde olmuştur. Alevi Bektaşilerini kurduğu yüzlerce derneğe büyük bir sevgiyle baktık biz, ben de öyle baktım. Vakıfta ki tüm arkadaşlarım da öyle baktı. Bu günde bakmaktayız, çünkü bu toplumun önünü açılması örgütlenmeden geçecektir. Üstelik bu örgütlenmenin sadece Alevi Bektaşi örgütlenmesi olmasını istemiyoruz biz, biz istiyoruz ki Alevi arkadaşlarımız bir çok yerde görev yapsınlar. Alevi arkadaşlarımız eğitim vakıflarında da görev yapsın, kültür merkezlerinde de görev yapsın, gitsinler tiyatrolarda da çalışsınlar, efendim çevreyle ilgili duyarlıklarını, çevre ilgili derneklerde ve vakıflarda dile getirsinler ve geliyor bu meselâ bizim İzmit birimi tema vakıfla bir çok, birlikte iş yaptı. Biz şimdi deniz temiz turnapa denen grupla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Çünkü çağdaş bir inancın temsilcileri yaşadıkları yerin düzgün, temiz olmasını, yaşadıkları çevreninde çağdaş olmasını aramak zorundalar. Karanlıkta en büyük mücadele böyle yapılır. Karanlıkla dövüşmeye lüzum yok. Karanlık zaten tarihin mahkum ettiği bir şey, sen sadece ileriye bakarsın, sen örgütlenirsin, sen demokratlaşırsın, sen çevreden daha iyi, daha güzeli aramaya başlarsın karanlık bulunduğu yerde kalır, göçer.
Evet Türkiye ve insanımızın aydınlık yüzü için bunlar gerekiyor. tabi CEM Vakfı sizin belirttiğiniz gibi Anadolu’da bu tasavvuf çığırını yaratmış erenlerin, dedelerin, babaların bu şıklığı yolunu sürerek bu köklü bir kültürü yeniden gün yüzüne çıkartıp, sorunlarını çözmek için büyük bir mücadeleler verdi. Sizin kimliğinizde de bir takım sosyal aktiviteler de daha fazla yer aldım. Özellikle bunlar içerisinde üzerinde durulması gereken noktalarda biriside şu çok güzel örnekler verdiniz. teme ve diğer kurumlarla iş birliği aynı zamanda tabi ki bize yakın yani Alevi Bektaşi düşüncesine, felsefesine yakın Galata Mevlihanesini Yaşatma Derneği işte bu kültürü araştırmak, tanıtmak isteyen bir Rehberler Odası veyahut çok daha farklı Ruhi Su Vakfı, yani bu Anadolu toprağında yine filizlenen insanlara güzel şeyler vermek isteyen kurumlarla CEM Vakfını yakınlaştırıp, bir şeyler ortak çalışmalar yaparak bu topluma güzel mesajlar verdirttiniz, yani sizin de çalışmalarını yadsınamaz bu konuda.
Ama bu zaten bizim görevimiz ben Aleviyim eğer Bahçelievler de oturuyorsam, Bahçelievler güzelleştirme derneğinin tabi üyesiyim zaten ve ben oranın daha güzel, daha iyi bir yer olabilmesi için benim çocuğumun daha iyi bir hayat yaşayabilmesi içinde çalışmayalım. Yani bu günkü çağdaş yaşam ve kent yaşamı bunları gerektiriyor. Bütün Alevilerinde toplumda ki her türlü devrime açık olması gerekir ve katılımcı olması gerekir.
Temel sorunlarımızdan birisi bu mu, yani olması gerekiyor Aleviliğin özünde bu var ama
ne kadar işte adım atılabiliyor.
Temel sorunlarımızdan birisi bu değil, Türk toplumunda böyle bir örgütlenmeler yok. Bu gün taşın altını kaldırdığımızda zaten bütün bu tür örgütlenmelerin altında yine bizim arkadaşlarımızın, bizim insanlarımızın itici güç olduğunu görürsünüz. Ama bunu artırmamız kitlelerimize mal etmemiz gerek. Türk toplumunda sivil örgütlenmesi var, çok da iyi yürüyor da Aleviler bundan uzakta falan değiller. Türk toplumunun sivil toplum örgütlenmesini sağlayabilmesi için Alevilerin çalışması lazım, yani bu ikisi çok farklı şeyler ben var olan bir harekete Alevilerin entegre olması anlamında bir şey söyleyemiyorum çünkü yok Türk toplumu örgütsüz. Türk toplumunu örgütsüzlüğü zaten siyasetin bu kadar karanlıklaşmasını, bazı noktaları ele geçirmiş olan insanların çok kolay at oynatabilmesini sağlıyor. Türk toplumu örgütlenmek zorunda, Anadolu toplumları örgütlenmek zorunda, bu örgütlenmeyi de yapabilecek grup bu örgütlenmenin itici gücü Alevi Bektaşilerdir.
Alevi Bektaşilerdir ama yani onlar adına kurulan yani dernekler, vakıflar her halde?
Onlar adına kurulan dernekler, vakıflarda zaman içinde bu görevi yapacaklardır. Çünkü dernekler, vakıflar kurulur. İyisi yaşar, kötüsü yaşamaz ama iyiyse de kötüyse de insanları bir araya getirme işlevini görür. Birbirimizle beraber yaşamayı öğreniriz, biraz kavga ederiz, sonra kavgalarımızdan ders alırız. Deriz ki biz orada dövüştük, burada dövüştük artık şurada kol kola girmenin çaresini arayalım. Yani ben bu örgütlenmelerinin çok gerekli olduğuna ve bu örgütlenmeler içerisinde bu toplumun eğitim gördüğüne inanıyorum. ve bu eğitimin sürmesi gerektiğini de inanıyorum. dolayısıyla da bir çok Alevi Bektaşi arkadaşımızın da söylediğinin tersine, ben bu çeşitliğinin ve bu renkliğinin yaşamasını istiyorum. Şimdi bizde şöyle bir inanç var, kuvvetlenelim, bir olalım güçlü olalım doğru evet ama bir ve güçlü olabilmeyi sağlayacak kadar birikimimiz yok, iletişimimiz yok, birbirimizi çok iyi tanımıyoruz. Bu toplumda tanımıyor birbirini, toplum darmadağın, biz darmadağın bunların içerisinde nasıl birlik çıkarırsın, birliği yolun bir çok derneğin, bir çok vakfın zamanın içinde süzülerek yirmi yıllık, otuz yıllık bir süreçte süzülerek bir politikalarını oluşturması, siyasetlerini oluşturması, politika derken, siyaset derken illahi parlâmentoya gitmek anlamında değil tabi ama her dernek, yani Çengel Koruma Derneğinin de bir politikası, bir siyaseti vardır. Çengelköy için geçerli bir hedefler koymuş o araya, aynı şekilde Alevi dernekleri ve vakıfları da iç siyasetlerini ve politikalarını uyuşturacak, koyacak ve sonunda belki otuz tane kırk tane kuruluş olacak. Ben böyle bir tek kuruluş herkes bizim kuruluşun çatısı altında falan hiç bu söylevin bekçiliğini yapmadım. Hiç de bu konuda çağrı falan çıkartmadım farkındasınız her halde, geçmiş yıllardan da benim istediğim Alevi toplumunun sivil toplum örgütlenmesi içerisinde yerini almasıydı, dernekleriyle, vakıflarıyla, cem evleriyle iyi yada kötü yürüyen örgütlenmeleriyle ama örgütlenmen meleriydi.
Bu güzel fikirler, güzel düşünceler elbette ki bu kurumların başında bulunanlara da mesajlar veriyor.
Sadece insanları bir cendere içerisine sokup, birleştirdik, yakınlaştırdık, şu vakfın, şu derneğin toplantısına katılırdık, katılmamalıydık, şu dernekler şöyle, bu dernekler böyle, şu vakıf şunu yaptı, şunun başkanı şöyle, dedikodulardan bir türlü kendimizi sıyıramıyoruz toplum olarak, Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşların başında bulunan dostlarımızın da sizin gibi aydınlarımızım bu engin fikirlerini örnek almaları gerekiyor her halde, evet var bu felsefede bu kültürde bu inançta bu cevher bu öz var. ama maalesef ona katılma, ona kaynaşma, onunla birleşme şeyimiz yok. Meselâ siz onu da haber vermiş olalım yine bu güzel çalışmalardan birisini yapıyorsunuz. Ayın on dokuzunda yine rehberler odasıyla beraber ortak bir etkinlik var. onların düzenlediği bir etkinlik var. sizde burada konuşmacı olarak bulunacaksınız, yani çağrılan yere gitmek gerekiyor, bulunmak lazım, konuşmak lazım.
Çağrılan yere elbette gitmek gerek. Şimdi artık “balım olsun sineği Bağdat dan gelir” zamanı değil. balım var diye bağıra bağıra dolaşmak zorundasın sineğin peşinden balın sahibi koşuyor artık, dünya değişti, iletişim değişti dolayısıyla elbette çağırıldığımız yere gitmek gerek bu ayın on dokuzda yapacağımız şey, Anadolu inanç sistemlerini profesyonel rehberlere anlatan bir seminer bu, burada Ermeni patriği de, Katolik kilisesinin temsilcileri de bu sevi cemaatinin temsilcileri de konuşacak ben de konuşacağım, bir Bektaşi babası, bir Mevlevi dedesiyle birlikte geçen yılda yapmıştık bunu çok da hoşuna gitti rehberlerin bizim Alevi Bektaşi rütielerinin rengiyle, çeşidi bu sene işte aynı şeye devam ediyoruz. Biz birde şunu yapmaya çalıştık. Alevi Bektaşi sisteminin insani yanlarını ortaya çıkartmaya çok çalıştık. Hatırlarsınız bir on kasım cemleri yaptık ilk defa Türkiye’de topluma sunduk cemi ve bütün inanç sisteminin insanı noktalarına ağırlık vererek yaptık, bu yirmi bir martta Malatya’da yapmayı düşünüyoruz, buna benzer bir etkinliği ben bu etkinlikleri ülkeye yayma yanlısıyım, olabildiğince birimler arasında yapmaya çalışıyorum. Ne kadar çok kültür faaliyetini yapabilirsek biz o kadar çabuk kimlik kazanırız. Bu kimliği başkaları da tanır, yani ben çok enteresan şeylerde yaşıyorum, çok enteresan olaylar da yaşıyorum. Bizim ilk on kasım cemimizde bir azınlık arkadaşım davetliydi. Bu azınlık arkadaşım annesiyle birlikte gelmiş. Annesi de yaşlıca bir kadın cem birlenirken nişan göstermekte birbirinin omzunu öper. Benim sende hakkım kalmadı. Dünyada helalleştik şimdi ahirette bakalım denirken yani ceminde başında oluyor rütiel. biliyorsun sen, bu azınlık olan arkadaşım annesi ağlamaya başlamış, cem bitene kadar ağladı diyor annesi arkadaşım annesi için yani, şimdi bu tabi Alevi Bektaşi olmak değil orada yapılan şey, orada insanların birbirleriyle helalleşebileceğini görmek, o helalleşmeyi o kadar yumuşak ve ustaca yapabilmek, ondan sonra bambaşka bir dünyayı terk edebilmeyi, bizim kadar azınlık bir arkadaşımız da, bizim inanç sistemiyle hiçbir ilgisi olmayan başka insanlarda çok büyük bir sevgiyle karşılıyorlar. Yani biz asıl bunları yakalatmamız lazım, bunu bizim toplumumuz da yakalamamıştır zaten, biz yakaladıkça bizim kimliğimizde kuvvetleniyor, kimlik bilincimiz de kuvvetleniyor, bir de bizi görenler ve bizi tanıyanlarının onları ne kadar kolay kucaklayabileceğimize inançları var tabi, bu gün sabah yine bir oldukça saygın bir beyefendiyle bir telefon konuşması yaptık. Beni ceme ne zaman götüreceksiniz diye soruyorlar. Bu kimliği gün yüzüne çıkartmak zannediyorum şu anda öncelikli görevimiz ve algılamak algılatmak.
Bu kimliği meydana çıkarırken, algılatırken, algılarken sizin gibi aydınlarımıza çok görevler düşüyor. Sizde çok layıkıyla onu yerine getirmeye çalışıyorsunuz ama kendisine aydın denen derneklerin, vakıfların, dergahların, yönetici olarak başında bulunan dostlarımızın da fazlaca bir şey yapmamaları sadece
Yapıyorlar yapıyorlar.
Pardon sadece şunu yapmaları gerekiyor. bir şeyler yaptıklarını biliyorum da, fazlaca bir şey yapmamaları sadece, o arkalarında ki bin yıllık o köklü kültüre şöyle biraz bakmaları ozanların deyişlerini okumaları, nasıl hangi yollarla bu günlere gediklerini, geldiklerimizi de şöyle bir düşünmeleri yeterli olacak sanırım evet sayın Doğan BERMEK size çok teşekkür ediyoruz. programımıza katıldınız, renklendiriniz bizi bilgilendirdiniz.
Ben teşekkür ediyorum efendim. İnşallah sıkılmadınız.
Sıkıldıklarını hiç sanmıyorum, bu zevkli söyleşiden dolayı tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
Söyleşi; Cem Radyo’da, 12.02.2000’de yayınlanan, Dosttan Dosta programındaki söyleşi.