BALKANLAR’DA TÜRKLER, ALEVİLER, BEKTAŞİLER

BALKANLAR’DA TÜRKLER, ALEVİLER, BEKTAŞİLER

 

AYHAN AYDIN

Anadolu ve Balkanlar; birbirini tamamlayan, tümleyen parçalar. Öyleki Anadolu’nun da, Balkanlar’ın da tarihine baktığımız zaman çok renkli, çok boyutlu, geçmişi uzun bir kültür tarihiyle karşılaşırız.

Çok farklı etnik kökenli insanın yaşam alanı bulduğu bu topraklarda birbirinden oldukça farklı dinler ve inanç sistemleri de bir şekliyle varlıklarını sürdürebilmiş. Hıristiyanlığın bir çok kolunun, mezhep ve tarikatlarının hayat alanı bulduğu bu topraklarda Yahudilik yanında farklı inançların karışımı olan yapılar da boy verebilmiş, Bogomilizim gibi. İslamiyet ise Anadolu ve Balkan topraklarına Türkler sayesinde girebilmiş. Ama İslamiyet’in Anadolu ve Balkanlar’da ilerleyebilmesi bugün kendilerine Alevi, Bektaşi gibi isimler verilen ve o zamanlar da yine farklı isimlerle anılsalar da öz bakımından bir olan Vefailer, Haydariler, Torlaklar, Işıklar vd. Kalenderi kollarıyla yani Alevi-Bektaşi İslam inancıyla mümkün olabilmiş.

Altı yüz yıl boyunca ne Anadolu’da, ne de Balkanlar’da yaşayan Alevi-Bektaşi İslam inancı birbirinden kopmuş.

1354’lü yıllarda Süleyman Paşa komutasında Evronos Paşa, Ece (İce) Sultan, Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli), Şeyh Bedreddin’in dedesi Gazi İsrail, Gazi Abdülmümin, Hacı İlbeği gibi nice eren, alp eren ve dede, baba gibi kutlu kişilerin öncülüğünde başlayan altı yüz yıldan fazla buralarda dostluk köprülerinin kurulmasına vesile olan batini temelli, tasavvuf temelli  bu büyük hareket, belki de tarihin en ilginç insan yerleşimlerinin de tarihlerinden birisiydi.

1877/1878 Türk/Rus Savaşı, 93 Harbi diye de bilinen büyük bozgundan sonra ise insanlık adına yine büyük bir trajedi yaşanmış, hiçbir tarihçinin hiçbir şekilde tam ortaya koyamadığı gibi yüzlerce yıl yurt edindikleri topraklarda yaşayan; farklı dinden, farklı kökenden, farklı diller konuşan insanlara zulmetmemiş olsalar bile Türklere, eşi görülmemiş mezalimlikler uygulanmış, milyonlarca Türk barış içinde yönettikleri, yaşadıkları bu topraklardan vahşice koparılıp atılmak istenmiştir.

Birinci ve İkinci Balkan Savaşları (1912/1913)’den sonra bir de Birinci Dünya Savaşı’nın (1914-1918) patlak vermesiyle her zaman işlerine gelince Türkleri düşman gören, gösteren, Türklerin yaptıkları sözde haksızlıkları dile getirme gayretine düşen Batılılar veya dünyanın “akıllı ulusları” bir vahşete kulaklarını tıkayarak Balkanlar’da yüzbinlerce Türk’ün canına kıyıldığını, yolda ölmeleri için her türlü zalimane yöntemlerle sürgün edildiklerini duymamış, bunu hiç dile getirmemişlerdir. Değil ki Osmanlı, Selçuklu döneminde bundan çok çok daha önce Balkanlar’a yerleşen buraları yurt edinen Türkler, Anadolu’ya geldikleri 1000’li yıllardan çok önce bu topraklarda şehirler kurmuşlar, uygarlığa katkı sunmuşlar, dillerini konuşmuşlardır.  Fakat bu somut gerçekler bile fazla dile gelmez, getirilmez.

Biz Türkler her zaman başımıza vuruldukça daha azla yetinen, masum, alçakgönüllü bir millet olarak “tevekkül” sahibi olmuşuz, bu hale dönüştürülmüşüz. Elbette şimdi zaman değişti, Balkanlar’da nice devletler kuruldu. Şimdi kalkıp bu ülkelerin iç işlerine karışılamaz. Fakat burada yaşayan Türkler, dilleri, kültürleri yok edilmek istenen insanlarımız, Osmanlı’dan önce buralara gelip uzun zaman geçtiği için artık çok ayrı yapılar gösterseler de özü bizim gibi olanlar… Ve damgamız olan  zamanında on binlerle ifade edilen ve yıkıla yıkıla, yakıla yakıla, yok edile edile sayıları her geçen gün azaltılan ve kültürümüzün, inancımızın altın taçları tarihi eserlerimiz; dergahlarımız, tekkelerimiz, camilerimiz, hanlarımız, hamamlarımız, kapalı çarşılarımız, yollarımız, kalelerimiz, köprülerimiz, konaklarımız… binlerce ama binlerce ata yadigarı… öz varlığımız olan yapılar; bunlar ne haldedir, bunların yok edilmemesi için daha fazla çalışılamaz mı?...  Yüzyıl içinde on binlercesi yok edilen bu eserlerden geriye kalanlar hiç değilse muhafaza edilemez mi?.. 

En önemlisi de oralarda yaşayan halkımızın daha fazla yanında olarak, onların kültürel yönden yozlaşmalarının önüne geçmek, dillerini, inançlarını, kültürlerini yaşamaları konusunda daha fazla mücadele verilemez mi? Elbetteki yapılabilir tüm bunlar. Ama nerede bu irade, nerede bu anlayış?

Balkanlar’da hangi inançtan olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun altı yüz yıl boyunca açların karınlarının doyduğu, çok uzaktan bacasındaki dumanın tütmesinden orada bir yaşam ve davet bulunan dergah ve tekke bacaları yolda kalmışlara bir klavuz ve Hızır olarak yetişen, sadece Alevilerin/Bektaşilerin değil, herkesin can damarları olmuştur. Buralar bir ilim irfan; eğitim-kültür merkezleri olarak da sadece Türklerin değil, tüm Balkan halklarının hafızalarındaki temel aşk, sevgi, muhabbet “ocakları”na dönüşmüşlerdir.

Geniş toprak parçalarının verimli kullanıldığı ve çevreye bir bereket getiren, dervişlerin eğitimle ve yaşam koşullarıyla olgunlaştıkları, kitapların okunduğu, büyük ozanların yetiştiği bu inanç merkezleri aynı zamanda dinlerin ve dillerinde birbirleriyle kaynaştıkları bir köprü vazifesini görmüşler; Türk kültürünün ve İslamiyet’in bu topraklarda benimsenmesinin de temel yapı taşları olmuşlardır. Fütüvvet ehli, kamil insanların, erdemli insanların, Tanrı’ya, Hakk’ı insanda gören gönül erenlerinin, kökenlerine bakmadan tüm kapılarını çalanlara sadece gönülleni, ellerini, yüreklerini değil hayat tecrübelerini de aktararak umutsuz, işsiz, mutsuz insanlara hayır kapılarının açılması için rehberlik yaptıkları bu binlerce ışık yuvası Balkanlar’ın hayat kaynaklarından birisi olmuştur.

Erenler, alp erenler, dedeler, babalar, ozanlar Horasan’dan kalkıp geldikleri ve dünyada eşi benzeri olmayan güzellikteki bu coğrafyada Balkanlar’da (Rumeli’de), dört bir tarafta çerağlarını yakmışlar ve aynı zamanda gönüllerde kandil olarak nadanlara karşı Hakk ve hukuk savaşçıları olarak Türk kültürünün, dilinin, edebiyatının buralara taşınmasını, buralarda altı yüz yıl yaşamasına vesile olmuşlardır. Yaraların sağaldığı, dertlilere derman sunulan bu ocaklar, insanlığın şifa merkezleri olmuş, Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da belki de bazen daha fazla bu pınarlardan beslenmişlerdir. Kutlu kişilikleriyle binlerce erene ev sahipliği yapan Balkanlar’da Anadolu toprağında olduğu kadar yatırlar, türbeler yapılmış, insanlar onlara her zaman hayır duada bulunmuşlardır. Doğru olmayı, dürüst olmayı, insan olmayı öğütleyen bu Alevi-Bektaşi inanç ve toplum önderleri dedeler, babalar temiz ahlaklarıyla, herkesi kucaklamalarıyla, bilgileriyle, alçakgönüllü olmalarıyla insanların kalplerin kazanmışlar, onların gönüllerinde silinmez yerler edinmişlerdir. Onların anıları her zaman taze olarak yaşamaktadır.

Balkanlar’a Türk göçleri sürekli devam etmiştir.

Alevi-Bektaşi İslam inancının yayılması sürerken bazen de ters yönde göçler de olmuş; Balkanlar’dan da Anadolu’ya yoğun göç dalgaları yaşanmış. Tarih bunu böyle yazıyor.

Dolayısıyla Anadolu’nun da kültür ve inanç dünyasının zenginliği neyse Balkanlar’ın da kültür ve inanç dünyasının zenginliği aynıdır.

Buradaki Türk hakimiyetinin ve iskan politikalarının farklılığı Balkanlar’ı altı yüz yıl Anadolu’dan koparmadan gerek devlet yönetiminde, gerekse toplum yaşamında hep önemli ve canlı olmasını sağlamıştır.

Fakat ne hikmetse cumhuriyet tarihinden sonra iş tersine dönmüş, bizler çarçapuk unutmuşuz Balkanlar’ı.

Niçin unuttuk, nasıl unutturulduk, bilmiyoruz ama ortada çok ciddi bir hatanın ve eksikliğin olduğunu seksen yıl sonra bile hala inkar etmeye kalkıyoruz.

Bu unutuşun tek nedeni altı yüz yıl boyunca Türk hakimiyetinde olan topraklarda çeşitli devletlerin kurulmuş olması mıdır? Oradaki Türk nüfusunun az olması mıdır? Zaman içinde yanlış politikalarla Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanımızın sürgün sayılabilecek zorlamalarla “Anavatan”a “davet edilmeleri midir”? Tüm bunların sorunun yanıtı olduğunu sanmıyorum.

Tuna boylarını aşıp Viyana kapılarına kadar uzanan bir büyük kültürün yaşatıcılarına acaba Türk Devleti biraz ayıp etmedi mi?, hala bu ayıp devam etmiyor mu? Aynen Anadolu’da olduğu gibi, Balkanlar’da da inancını, kültürünü yaşama konusunda türlü sıkıntılar çeken milyonlarca Türk, binlerce Alevi/Bektaşi her türlü zorluğa karşı hayat mücadelesi verip, bir zamanlar birlikte yaşadıkları, hatta hakimette oldukları halde herhangi bir ayrımcı muameleye tabi tutmadıkları bazı ulusların devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar düşmanca muameleye tabi tutulmalarına rağmen dillerini unutmamış, inançlarını unutmadan cemlerini yapmayı sürdürmüşlerse bunda bir hikmet aramak gerekir.

Elbette Osmanlı yönetiminde ve hatta cumhuriyet döneminde de Anadolu’daki Aleviler’in yaşadıkları dramlara karşı, hala bu inanç canlı bir şekilde yaşıyorsa bunda bir hikmet aramak lazım.

Buradaki hikmet Alevi-Bektaşi İslam inancının ve bu inancı yaşatanların Ehlibeyt aşkıyla, Alevi-Bektaşi tasavvufuyla kendi varlıklarını, her şart altında yaşatmak isteklerinden başka bir şey değildir.

O nedenlerle Balkanlar’da da yaşasa, Anadolu’da da yaşasa, İran’da da yaşasa, Suriye’de de yaşasa dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Alevilerin-Bektaşilerin ortak, kollektif bir bilinçlerinden bahsetmek, aslında yozlaştırılmak istense de ortak bir “belleklerinin” olmasından bahsetmek gerekir.

İşte bugün Bulgaristan’da, Deliorman’da cemler sürüyorsa, bugün Yunanistan’da Seyyid Ali Sultan aşkına sazlar çalınabiliyorsa, bugün Makedonya’da Harabati Dergahı’nda, dergahın malları yağmalanmaya çalışılırken hala bir avuç insan hayatları pahasına mücadele verebiliyorlarsa, bu Alevi-Bektaşi İslam inancının ortak değerlerinden kaynaklanmaktadır.

Altı yüz yıl Balkanlar’da kültür ve inancın yaşamasına devam etmesi için, orada bulunan insanlarımıza ulaşmak için, sorunlarını çözebilmek için, onların tanıtımlarını yapabilmek için, çok zor ama onurlu bir işi yaparak bir Balkan politikası oluşturulmalıdır. Bu politikayı hem Türkiye Cumhuriyeti, hem Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşları, hem de araştırmacı/yazarlar yapmalıdırlar.

Bu çerçede her zaman Alevi İslam inancının evrenselliğine katkıda bulanan çalışmaları desteklemek gerekir. Bu konuda çok somut adımların atılması gerekir.

 

 

Yüzyıllar Boyunca;

Aleviler-Bektaşiler; büyük erenlerinin, velilerinin sayesinde İslam’ın Tasavufi yorumunun yaşatılmasını dolayısıyla Batini İslam anlayışının Balkanlar’da yayılmasını sağlamışlardır.

Balkanlar’da (Rumeli’de) Aleviler-Bektaşiler Türkçe’nin bir millet dili olarak yaşamasına büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Balkanlar’da (Rumeli’de) Aleviler-Bektaşiler kurdukları yürlerce tekke, dergahlarla inançlarını özgür bir şekilde yaşamış ve yaşatmışlardır.

Balkanlar’da (Rumeli’de) Aleviler-Bektaşiler Balkan topraklarının yurtsever, barışsever, aydın insanları olarak toplum önderliği yapmışlardır.

Balkanlar’da (Rumeli’de) Aleviler-Bektaşiler içlerinden yüzlerce büyük ozan, düşünür, dede, baba çıkararak Türk Kültürü’nün, Töresinin, Gelenek ve Göreneklerinin bu topraklarda çok canlı bir şekilde yaşamasını sağlamışlardır.

Rumeli dedimiz bu kutsal bereketli topraklarda cemleriyle, semahlarıyla, sazlarıyla, nefesleriyle, kurbanlarıyla, giyim ve kuşamlarıyla bir büyük inanç ve kültür zenginliği yaratan Aleviler-Bektaşiler, Alevilik-Bektaşilik dediğiniz bu inanç sistemine yeni ufuklar açmışlardır.

Rumeli’de daha çok Bektaşi bilinir. Bektaşilik bir tarikat olarak, bir kurum olarak buralarda yerleşmiş, kendisini kabul ettirmiş, bu yola girenler sevgi ve saygıyla anılan insanlar olmuşlardır.

Rumeli’de yaşatılan kimi Alevi Bektaşi merkezli bayramlar, törenler, adetler birçok yerde kaybolmuş gibi değerlerimizin de buralarda yaşamasını sağlamıştır.

Tüm Rumeli’de Balkanlar’da Alevi Bektaşi ulularının, ozanlarının yazmış oldukları eserler bu manada Anadolu’dakilerle yazılı kültürümüzün de çok önemli parçalarını oluşturmuştur.

Bugün de yine çeşitli baskılara karşın Türkler, Aleviler-Bektaşiler Balkanlar’da bir araya gelmeye çalışıyorlar. Dernekler, vakıflar kuruluyor. Sempozyumlar, söyleşiler, paneller, şölenler, anma etkinlikleri her türlü imkansızlıklara karşın  toplumumuzu kaynaştırıyor. Bunlar güzel gelişmeler. Ama bunlar yetmez. Her Türk insanının, her Alevi Bektaşi insanının, kurum ve kuruluşunun gerek Balkanlar (Rumeli)’da yaşayan, gerekse oralardan Türkiye’ye göç etmiş soydaşlarımızın varlığını, onların zenginliklerini görmeleri gerekir. Bir Bektaşiliğin, Bektaşi Babalarının varlığını, sürülen Babagan Bektaşi Kolu’nun, Balım Sultan Erkanı’nın, Seyyid Ali Sultan’ın (Kızıldeli), Ali Koç Baba’nın, Şeyh Bedreddin (Bedreddini-Gülşeni), Akyazılı Süreği’nin, Otman Baba Süreği’nin Babai Alevi-Bektaşi topluluklarının varlıkları bir büyük zenginlik olarak kabul edilip bu konuda araştırmalar yapılmalı, bu inanç kollarından olan süreklerin yaşaması, asimile olmaması için çalışmalar yapılması gerekir. Bu konuda Alevi-Bektaşi kurum ve kuruluşlarının herhangi bir duyarlılıklarının olduğunu söylemek mümkün değildir. Kimi Araştırmacı-yazarlar konuya el atmışlar ama her alanda olduğu gibi bilgi kirliliğine yönelenler de olmuş, gerçekleri çarpıtıp yazanlar çıkmıştır. Anadolu’daki Alevi inanç önderleri olan dedelerin de bir kısmının halen Bektaşiliğe, Bektaşi Babalarına mesafeli duruşları ortadan kaldırılmalı, bir kaynaşma sağlanmalıdır. Bu konuda CEM Vakfı’nın atmış attığı çok önemli tarihi çalışmalar vardır. Bunlar devam etmeli, geliştirilmelidir.

Büyük Rumeli alp ereni Sarı Saltuk’un, Rumeli’nin fetihçisi Seyyid Ali Sultan- Kızıldeli Sultan’ın, Otman Baba’nın, Akyazılı Sultan’ın, Demir Baba’nın, Hüseyin Baba’nın, Yunus Abdal’ın, Sersem Ali Dedebaba’nın, Dikmen Baba’nın, Hıdır Baba’nın, Elmalı Baba’nın, Ali Koç Baba’nın, Musa Baba’nın, Nefes Baba’nın, Balım Sultan’ın, Gül Baba’nın ve daha nice yüzlerce, binlerce himmeti var olası erenlerin, velilerin, dede ve babaların ve onların yanında bu topraklarda ölümsüz dizeler yazmış; Virani Abdalların, Muhyiddin Abdalların, Seyyid Ali Sultan Dergahı’ndaki Sadık Abdal’dan, Şahkulu Sultan Dergahı’nda yetiştikten sonra Bulgaristan’da nice canlara yol gösteren son dönem Bektaşi babası, ozanı Haydar Cemil Baba’ya kadar nice ozanların yaktıkları meşaleler, yaktıkları çerağlar, açtıkları yollar Türk kimliğinin, Alevi-Bektaşi kültür ve düşünce sisteminin çok önemli ana halkalarından birisidir. Balkanlar’ı, Balkanlar’da (Rumeli’de) Bektaşi varlığını, kültür ve inanç dokusunu anlamadan Aleviliği-Bektaşiliği tam olarak anlamamız mümkün değildir. Yani tarihsel boyutuyla, üretimiyle, dedeleriyle, babalarıyla, ozanlarıyla, düşünürleriyle Rumeli’deki bu varlık ve Anadolu’ya göçmüş aynı yoldan, boydan, soydan insanların üretimleri anlaşılmadan biz de kendi tarihimizi, inancımızı, kültürümüzü tam olarak kavrayamayız, yaşatamayız, geliştiremeyiz.

Bu konuda üniversiteler yanında, araştırmacı-yazarlara ve özellikle Alevi Bektaşi Kurum ve Kuruluşlarına büyük görevler düşmektedir. Çünkü her çağda yaşanan sorunlar bulunmaktadır. Her çağın sorununu da çözüm odaklı bir zihniyete, güce sahip olmalıyız.

DOSTLAR BAĞINDA GÖNÜL SEYYAHI (Alevilik - Bektaşilik / Denemeler, Yurtdışı Gezi Notları), ÜRÜN YAYINLARI, 2013, ANKARA (ÖNSÖZ), SAYFA: 82-86

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile