KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR - DENEMELER (2.)

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR (DENEMELER) – (2014)

KENDİSİYLE BAŞBAŞA KALMAYA KORKAN YAZAR

 Ayhan Aydın

 Yazar kendi kendisine, aslında ben kendimle baş başa kalmaktan mı korkuyorum? Diye sordu. Uzun süre düşündü. Kendi kendini dinledi. Hemen aklına; zaman zaman gözünün önüne gelen,  büyük ağaçlarla çevrili olsa da önünde tüm uzay boşluğunu görecek yıldızların arkasındaki bir kocaman boşluğa oturduğu kurumuş ağaç gövdesinden bakan bir genç çocuk geldi. Onu zaman zaman düşlerine çağırıyor, o çocuğun gözünden dünyayı ve uzayı izlemeye çalışıyordu. Ama en çok da uzaya, yıldızlara bakan bu çocuk nedense ayı pek sevmiyordu. Hâlbuki zaman zaman da düşünmemiş değildi, ben niye ayı sevmiyorum, diye. Dolunay olduğu zaman ki aydınlığın yerini başka hiçbir aydınlık tutamaz, diyen kendisi değil miydi? Peki, niye ayı değil de gökteki yıldızları hele hele de en uzakdakilerini devamlı izliyor, gözlüyor, onları özlüyordu?

Dünyaya ve uzaya;  o omuzları biraz sarkmış, düş kırıklıkları yaşasa da gözlerindeki sevgi pırıltısıyla bakan bu yazarın yaşamı nasıl bir yaşamdı?

 

Yazar Ayhan Aydın'ın resmiSürekli sergilere gider, hangi kente gitse o kentin müzelerini, özellikle de orada resim denen büyünün tablolarının olup olmadığını sorar, onları nihayetinde arar bulurdu.

Peki, resimdeki büyü nasıl bir büyüydü, neden saatlerce baksa usanmayacak bir heyecan ve mutluluk veriyordu kendisine? Hiç bir fotoğrafın büyüsü ona resmin büyüsünü vermiyordu. Heykeller ise zaten veremezdi. Sadece ağzını açık bırakan insan bedenini ve özellikle de çoğu erkekler elinden çıkmış olsa da, kralları, savaşçıları, tanrıları hele Apollo’yu yeniden bedenlendiren elleri düşünür, buna Mimar Sinan’ı da katmadan edemezdi. Çünkü ona göre Mimar Sinan sadece bir heykeltıraş değildi onun elleri de ruhu gibi, insan bedenini yapacak büyüye sahipti. O camilerin tüm detaylarında, o köprülerin tüm kıvrımlarında bir heykeltıraşla birlikte Tanrı’nın kendisine verdiği bir tılsımlının da ruhu vardı, eli vardı, gözü vardı. Kutlu nefesinden efesinden nefes üflemişti Mimar Sinan eserlerine. Artık Hurufiliğin de etkileri olan Bektaşiliği kendine rehber edinmiş, Pir Hünkar Hacı Bektaş’ın ismini her daim zikreden Yeniçerilerin askeri olduğu kadar manevi olan dünyaları da belki onun bedeninin bir yerlerinde gizliydi. Evet heykel ve mimari bunlar çok çok etkileyiciydi, büyülüydü, kendini çıldırtıyor, mutlulktan mutluluğa sürüklüyordu. Ama ne çare ki, tüm bunlar bile resmin büyüsünü ona vermeye yetmiyordu. İlle de resim diyordu, ille de resim. Tabii ki yağlıboya baştaydı ama sulu boya, guaj, kara kalem kısacası resmin her türünü seviyordu. Acaba tümünü seviyor muydu? Belki de tam değil. Bir Van Gogh delisi olduğu gerçekti ama gelin görün ki, yeryüzünde doğayla ilgili ne kadar resim var onun en büyük aşkı aslında onların tümünü görebilmekti.

Yeryüzündeki tüm doğa resimlerini görebilseydi ne kadar mutlu olurdu!

Ama o yine de doğanın içindeyken; bir akarsuya bakarken, ormanın derinliklerinde kuytu köşelere bakarken, sıra dağların arkasındaki ufuk derinliğine bakarken, göllere, barajlara, derelere, kuşlara, koyunlara, gün doğumuna, gün batımına, denize, baltasıyla odun kesen köylüye, dumanlı yaylalara, yaylalardaki insanlara, ahşap evlere bakarken, sisli havalara, yağmurlu, karlı havalara bakarken de aynı duygularla dolup taşıyordu.

Yüce bir yaratıcıya yani Hakk’a inanan bir insandı. Tüm kâinat onun varından var olmuştu. Her bir yerde, doğanın içinde yüce yaratıcının yani Hakk’ın bir izi vardı, tümü Allah’ın bir yansıması, bir parçasıydı zaten şeksiz şüphesiz; tüm insanlar, tüm canlılar, tüm doğa ve evren...

İşte şimdi son bir yıl içinde okuduğu yüzlerce eser içinden duygu dünyasına kapı açacak bir kaçını tekrar hayal etti: Paulo Coelho’nun Simyacı’sı, Gogol’un Ölü Canlar’ı, Cengiz Aymatov’un Gün Olur Asra Bedel’ini. Birden şaşırdı. Niçin ilk çırpıda bunları sıralamıştı? Hâlbuki o daha çok şairlerin dünyasında olan, nerde ne kadar şiir varsa okumak arzusunda olan bir şiir tutkunuydu, belki de tam anlamıyla delisiydi! Evet, binlerce şiir kitabı okumuştu. Bu bir abartı değildi. Türk Edebiyatı’nın hemen tüm çağdaş ve halk ozanlığı geleneğindeki ozanlarının eserlerini hatta onlarla ilgili yazılanları da çokça okumuştu. Dünya şiirinin devlerini de çevireler marifetiyle de okumuştu. Zaten ne yapabilirdi yabancı dil bilmiyordu ki, bilse ne olacaktı, her yabancı dil bilen yabancı dilden şiir mi okuyacaktı, okuyurdu?   Ah ille de Fransız şiiri, ille de Fransız şiiri ona bu şiiri ve Fransız şairleri sevdiren ise Erdoğan Alkan’ın çevirileri olmuştu: Gérard de Nerval, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Baudelaire, Mallarmé, Aragon, Pablo Neruda... Birden aklına gelmişti aslında kendince bir aydınlanma kitabı olan Emile Zola’nın Gerçek kitabıysa onun çok etkilendiği romanlardan birisi değil miydi?

Ve elbette son bir yılda da yüze yakın kitap okumuştu. En son Sone Yayınları’ndan çıkan 25 kitabın tümünü bir çırpıda yutmuştu. Ama demek ki aklında olanlar bunlardı. Diğer araştırma kitapları dışında. Neydi onu bu kadar etkileyen bu kitaplardaki? Yalnızlık ve macera arayışı mı? Farklı karakterler, doğanın büyüsü, çarpıcı konular mı? Yoksa çekip gitme arzusu, yolculuk, trenler, atlı arabalar ve uzay boşluğundan bir yardım umma hissi miydi?

İşte yazar o delikanlının gözünden uzaya bakarken bunları düşünüyordu. İçi öylesine farklı duygularla doluydu ki tarif etmesi imkânsızdı.

Fırtınalar içinde kıvranan bir gemi gibiydi. Bir sakinlik arayan bu gemi aslında deniz süt liman olduğu zaman ise sıkıntıdan patlardı! Hırsla yol almalıydı, nice denizleri aşıp hedefine doğru hızla ilerlemeliydi. Hiçbir şeyin onu durdurmaması gerekirdi. O kendi kendine çizdiği yolda, hiç durmadan, rotasından sapmadan yol almalı, hedefindeki işi tamamlamalıydı. Bu onu çok gerse de, bazı insanlarla çatışsa, çarpışsa, onun hedefini kendileri için bir tehdit olarak algılayanların her türlü haince saldırılarına rağmen o gemi yol almalıydı. Ne yapıp yapıp hedefine ulaşmalıydı. Ancak öyle iyi bir kaptan olabilirdi. Elbette sakin sakin huzurlu, çocukların uyku halindeki gibi sonsuz mutluluk halindeki gibi de yol almalıydı. Ama bu her zaman olmazdı. İnsanın her günü birbirinin aynısı olamazdı. Hayat sarsıntılarla dolu bir okyanus gibiydi. İnsan dolup boşalmalı, yeni hayat tecrübeleri içinde; yeni şeyler, yeni yerler keşfetmeliydi. İnsan yaşadığı müddet boyunca yeni insanlar tanımalı, her bir adanın, yarımadanın, denize dökülen her bir akarsuyun öyküsünü dinlemeliydi o geminin kaptanı.

Bu gemi bir uzay gemisi olsaydı ne olacaktı peki? Uzayın sonsuzluğunda nice yıldızları, galaksileri aşan uzay gemisinin amacı ne olabilirdi? O da yeni yerler, yeni canlılar, yeni maceralar peşinde olmaz mıydı, olamaz mıydı? Peki, bu uzay boşluğuna bakan çocuk gerçekten uzayda bir yolculuk mu yapmak istiyordu, yoksa başka bir hayal peşinde miydi? Bunu bilmek mümkün müydü? Çünkü insan zihninden, hayal dünyasından nelerin geçtiğini kestirebilmek mümkün müydü? Saniyeler içinde o kadar farklı hayaller kurup, ondan ona, ondan bir diğerine geçebilir ki bu hayallerin bir kısmı diğerini kurarken unutulur gider, belki de hiç hatırlanmaz bile sonsuza kadar.

Ya bu çocuk bu hayalleri yıldızların altında belki de bir ay ışığı altında yaparken bunu sadece yaşamından, okuldan, ailesinden, çevresinden sıkıldığı için değil de sadece bir fantezi olsun, diye kuruyorsa? O zaman sıkıntılı bir ruh haliyle kurulan hayallerle, her şey gerçekten yolundayken kurulan fantezi hayaller arasında ne gibi farklar olabilirdi? Yazar bunları hayal edince şaşırdı. Bir anda neler de düşünmüştü!

Ya bir tren kaptanı ne yapardı? Uçsuz bucaksız ovaları, vadileri, dağları, tepeleri, tarlaları, gölleri, akarsuları aşarken bir tren ve o treni kullanan kaptan ne düşünürdü?

Evet... Sararmış, bozarmış, türlü renklere bürünmüş, alıyla, moruyla, soğuk rüzgârların kavurduğu akçaağaçların yanından, birden kalkıp havalanan ördekleriyle göllerin kenarından, karlı dağların eteğinden geçip giden bir tren ve onu kullanan kaptan her seferinde aynı duygularla mı uyanıyor, uyuyordu...

Bir tren hayal edin... Atlantik’den Pasifik’e kadar iki okyanus arasında yol alsa... Dünyanın tüm evlerinin, tarlalarının, dağlarının, binalarının, mevsimlerinin yani tümden doğanın bir özetini görebilir miydi? Rüzgârın biraz da olsa hafiflettiği köle gibi çalışan çiftlik işçilerinin, bir dilim ekmeğin peşinde sanki çalıştıkça biraz daha kısalmış gibi görünen yetim çocukların hayallerini biraz olsun yakalayabilir miydi bu tren ve bu trenin kaptanı...

Evet, yazar sıkıntıdaydı, şiirler, resimler, güneş altındaki veya ay altındaki canlı doğaya rağmen, gezilere, sonsuz sohbetlere rağmen sıkıntılıydı.

Ama yazar düşününce bu sıkıntısının biraz da kendisinden, uzun zaman önce unuttuğu, kendi kendine unuttuğu bir özelliğinden kaynaklandığını bu sabah keşfetti.

Yahu dedi kendi kendisine uzayla dolusun, hatta aşağılardan uzaya bakan gibi uzaydan dünyaya bakan belki de onun ruh ikizi olan,  bir başka Küçük Prens’in var, yüz binlerce tablo resmin var, milyonlarca dize şiirin var, binlerce tanıdığın var,  yüzlerce dağ, deniz, ırmak, göl var... Binlerce vaşakların var, kaplanların, ceylanların, yüz binlerce kuşun var...

Tanrı vermiş her şeyi… Herkese verdiği gibi sana da vermiş işte. Tüm hayatı sana da vermiş…

Sen bir şeyi unutmuşsun şimdilerde...

Kendi kendine kalmaktan niye korkasın ki; seni yaşama bağlayan hayal gücünü zaten yalnızlığına borçlu değil misin sen? Niye bundan korkuyorsun, bol bol yalnız kal, bol bol hayal kur, hayal kurmaya devam et... Zaten senin besinin bu... Neydi seni bu kısır döngüye düşüren güç? Bilinçli olarak engellenmen, yalnızlaştırılman, işe yaramaz, hoyrat, yabancı gibi görülmen mi çalıştığın yerde? Yoksa tüm bunların etkilerini biraz da kafanda büyüterek sıkıntıya düşmen ve yıllar yılı boşu boşuna aldığın o ilaçlar mı? Seni senden alan, seni tanınmaz bir insana dönüştüren sıkıntıların bir nedeni de bu doktorlar ve ilaçlar olmasın? Ben yalnızım, ben korkuyorum, ben uyuyamıyorum dedikçe sana reçete zoruyla içirilen ilaçlar mıydı yoksa seni mahveden? Vah... vah... vah... Yazarım benim? Bu kahrolası ilaçlar mı seni mahvetti... Acaba öyle miydi? Belki de tam değil ama yine bunun büyük bir etkisi vardı...

Yalnız kalmak, kendi kendinle baş başa kalmak, düşünmek, hüzünlenmek, korkmak...

Ne vardı bunda... Uyursan uyursun, uyumazsan uyumazsın... Bir saatlik uyku da sana yetmiyor muydu? Bu durumda olan ama çoğunun itiraf edemediği yüz binlerce insandan birisi de sensin. Ne olacaktı kendini denize mi atacaktın çok bunaldığında? Hani daha yapacak çok işi olan iyi bir kaptan olup hayat sınavını tamamlayacaktın?

Hani kafanın içindeki haritayı tamamlamak için her türlü insanca yolu kullanıp yoluna devam edecektin?

Yüz gram şundan, elli gram bundan, yetmedi üç yüz gram daha olsun... Vah yazarım vah... Vah Küçük Prensim vah...  Bu ilaçlara seni kim alıştırdı, Allah ona akıl vereydi, izan vereydi, o ilaçları o alaydı... Sen ilaçlarını zaten alıyordun... Ne gereği vardı... Müzikle beslendin, sevgiyle beslendin, muhabbetle beslendin, sinemayla, Anadolu’yla, Rumeli’yle beslendin... Şiirle, resimle, doğayla beslendin, kitaplarla, dostlarla beslendin? Ne gereği vardı bunlara...

Yalnız kalmakmış? Ula ula her zaman yalnızdın zaten sen... Hayatta kim yalnız değil ki üstelik... Her birisi karısına, anasına, babasına, çocuğuna, işine, arabasına sarılarak yalnızlığını yok saymak, unutmak istemiyor mu? Evinde yapayalnız yaşayan bir insan elbette yalnız olur... Bu kadarı doğaldır da zaten... Ama sen niye yalnız olasın?..

Her şeyinle o kadar çoğulsun ki, kimse senin kadar çok değil...

Uzay boşluğunda gülünü sularken, onu hainlere koklatmazken, orada duran Küçük Prens’in var.

Sen zaman zaman gidip sohbet ettiğin, söyleştiğin onca insanla ve bazen seni ziyaret edenleri ağarlarken, sen bir makinist, bir uzay kaptanı olarak hiç bir zaman durmayan, durmayacak, duramayacak bir gezgin olarak, bir maceracı ve üreten bir yazar olarak niye sıkılasın ki?

Seni bu ilaçlar mahvetti, hain, çirkin, bencil insanlarla birlikte...

Vah yazarım, vah Küçük Prensim vah... Kendi kendime yalnız kalmak... Bir devrim yarattın kendi kendine üç ay önce ayaklarının altında çiğnedin o ilaçları...

Üç aydır yavaş yavaş kendi kendine fısıltı halinde sormaya çalışıyorsun; ben neden korkayım ki yalnız kalmaktan, kendimle baş başa kalmaktan, kendimi dinleyip, yalnızlığım içinden içimdeki çağlayanı uyandırmaktan?

 

Geçen Seneden Bir Yazı (2014)…

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile