AĞAÇ VE HAYAT

AĞAÇ VE HAYAT

Çok Kısa Bir Öykü (Deneme)

Ben artık bu ağaçta ve bu ağaçla yaşayacağım dedi dertli adam. Mademki bu kadar uzun yaşamış, mademki, onca yıllar boyunca her türlü zorluğu yenmiş, yanmamış, yıkılmamış, yok olmamış o zaman ben bu ağaçla yaşayıp, tüm dertlerimin dermanını bu ağaçtan öğreneceğim. Yaz, kız, güz diye bir şey yok eğer olursa dallarının üstün yapraklar ve çiçekler, türlü meyveler elbette bana da yeter, bana da yeter. Eğer o büyük gövdesinin içinde rüzgârın dövdüğü günlerde geçireceğim bir derin ovuğu varsa, benim yerim yurdum da orası olur artık.

Bu kadar hayvan, börtü böcek benden akıllı mı, ya da ben onlardan aptal mıyım? Bunca yıl, dünyada yediğim darbeler, çektiğim çileler yetmez mi? O kadar tilki, sansar, saksağan, karınca benden çok mu akıllılar? Yok, yok bırakmam ben bu ağacı daha, ölsem de bırakmam. Hem kim bana ne diyecek, Allah aşkına? Yeryüzü tüm canlıların yurdu değil mi? İster dağ başında bir kovukta, ister bir tümsek de, ister bir dere kenarında artık neresi olursa olsun, tüm canlılar bir yer yurt edinmiyorlar mı? Ben de bir canlıysam elbette sığınırım bu zulaya. Zekeriya Peygamber olamam elbette ama onun torunlarından bir ademoğlu değil miyim nihayetinde? Bunca sızı, bunca ağrı, hem nereye gideceğim ki bundan sonra? Gidebilecek bir yerim mi var, bir evim mi var, bir yurdum mu var? Sarılırım, sızlayan sırtımı sürterim, dallarına koyarım ağrıyan başımı.

 

Güneşin doğuşunu da, batışını da izler dururum dost bildiğim kuşlarla. Benden kaçarlar mı onlar? Zaman zaman ceylanlar da gelir benimle ağacın yemişlerinden yemezler mi? Ne olacak şurada bir göze, ilerde bir dere yok mu hem de? Aklım başımdan sıyrılmış, ben de benzememiş miyim zaten divane halimde, o kutlu ağacın kökünden ayrılıp uzanan bir büyük dalına. Onun yamacına kurulsam, kim fark eder ki beni zaten.

Bu ağaçların türlü cilveleri de vardır, kimi zaman süt verir, kimi zaman bal akıtırlar gövdelerinin kimi göz göz olmuş yarıklarından. Yok yok üşümem, uykuya yatarım, uykusuz geçen nice nice yıllarımı anar anar çaresizce kokusunu tütsü bilir, ilaç bilir ısındıkça ısındığım kovuğunda uykulara, düşlere dalar giderim…  Gidemediğim diyarları, sohbet edemediğim insanları hayal ede ede düşlere dalar giderim… Bu inziva belki de çok mu çok iyi gelir bana da. Tüm gamım, kederlerim teker teker çeker gider de, başı dumanlı dağlar gibi, benim de başımdan ağrılar, sızılar bulutlara karışır uzar gider çok uzaklara doğru.

Derken, çocukları düşünürüm, yetim çocukları, mazlum çocukları, şehit çocuklarını… Örselenmiş bedenlerinde ağrılarını büyük adamlardan bile çok usta gizleyen, susan, olgunlaşmış bedenleri düşünürüm. Günler boyunca aç yatan, susuz yatan, yorgun ruhları düşünürüm.

İşte o vakitler bana dert ortağı olmasını istediğim bilge ağaca daha çok, daha çok sarılırım.

Anlat bana derim bilge ağaç, ulu ağaç, gövdesi tüm insanlığı saran ağaç. Ağaç dede…

Sakalların olsa dünyanın en temiz, en ak yünleri olurdu… Üşüyen bedenimi bir yorgan gibi kaplar, bazen de mutsuz yüzlerine gülücükler getirmesi için yeryüzü çocuklarına pamuk şekeri olurdu o kutlu sakalların…

Hele anlat, anlat hele pembe yanaklı bir ak dede gibi gördüğüm, başı göğe ermiş, dallarında yüz bin kuş şarkı söyleyen Ağaç Dede…

Anlat hele, anlat; yok mudur, bu insanoğlunun yaşadığı dertlerin, kederlerin, savaşların, zulümlerin bir sonu?

Sen çok görmüş, geçirmiş, bir bilge olmuşsun…

Taa ki Homeros’tan bu yana binlerce gerçek kahin görmüş, onları işitmiş, belki de özü senden değil mi kitaplarını okumuşsun, bunlara vesile olmuşsun?

Nedir şu insanlar da ayrım, gayrım? Nedir bu kan, revan? Ne adınadır bunca işgal, bunca gözyaşı?

Böyle düşündü dertli, yorgun, epey de bezgin olan çileli adam… Böyle, böyle avuttu kendisini.

Böyle bir hayal kurdu masa başında iki dakikada…

Ne güzel bir şey yaşamak, iki dakikada insan aklına geleni hemen yazabiliyor. Bu bir düş de değil üstelik… Ne der ki, kendisine sığının, el açan yalvaran, evsizim, yurtsuzum, ilaçsızım, çaresizim, sızım çok diyen yoldan geçen garip yolcuya bilge Ağaç Dede…

Elbette;

Ah evladım ah, ceylanlarla, cerenlerle, kumru kuşlarıyla, sülünlerle, baykuşlarla, kurtlarla, tilkilerle, çölün tozlu rüzgârları, zemherinin karlı kışlarıyla ben kardeşim, karındaşım, yoldamış, hısımdaşım, öz müsahibim.

Senin dertlerini alsam, baş tacı edip sana derman olsam, senin gibi yola düşmüş milyonlarca insana ne yapacağım onu düşünürüm.

Beş on çocuğa pamuk şekeri versem, yeryüzünde çalıştırılan milyonlarca gözü yaşlı çocuğa verecek kadar şekerim yok ona ağlarım.

Sen çok üşümüşsün, sana bir yorgan yapsam aksakallarımı, sınır kapılarında yüz gündür bekleyen sefiller var onlara yetiremem o kadar yok pamuğum, yünüm yok, onlara yanar içim, göynür özüm…

Ah Evladım;

Ben kurt ile kuzuyu dost ederim etmesine ama insanoğlu denen bir namert var, ne yediği ekmeğin, ne de içtiği suyun kadrini bilir, onlara gözelerimden verdiğim ak süt gibi değerli ilaçlarıma acırım, onları içer iyi olurlar, yine silah yaparlar, yine birbirini kırarlar, oyunlara gelirler, ah oğul, ona yanarım…

Sen geldin, benden yer, yurt, sığınak istiyorsun. Çok yoruldum, çok ezildim, çok bezginim diyorsun… Ben ne yapayım ey yolcu, ey oğul, ey deli gönüllü evlat...

Hangi birinizi bağrıma sarayım, yer, yurt vereyim; bu dünya o kadar nankör oldu ki, o kadar yüreği yaralı var ki her yerde, hanginizi bir birinizden ayırayım da bağrıma basayım?

Var git, var git oğul, var git garip yolcu…

Ben hancı isem, artık yolcuları kabul edemiyorum, dert ile doldu, hicran ile doldu, gözyaşıyla doldu içim…

Var git, seni bağrına saracak bir başka yurt bul, var git, uğrun açık olsun, sana güle güle diyebiliyorum, ne yapayım…

 

Ayhan Aydın

19 Haziran 2020

(Sayın Ali Rıza Bayzan’ın sayfasında bu ağaç resmini görünce şimdi yazdım.

Meksika’da bulunan Árbol del Tule)