SÖMÜRÜLEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK

SÖMÜRÜLEN ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK

AYHAN AYDIN

Alevi-Bektaşi gerçeğinin ülkemizde yeniden gün yüzüne çıkmasından sonra kimi sömürücüler de hemen mesleklerini yapmaya koyuldular. Bunlardan bir kısmı Sünni kökenli, bir kısmı Alevi kökenli, bir kısmı sözde Marksist kökenli, bir kısmı Kürtçü, bir kısmı Şii (Caferi) gibi guruplardı.

Sünni kökenliler içinde tarihler boyunca olduğu gibi ezeli hastalıklarından kurtulamayan kimi yazarlar, kurum ve kuruluş temsilcileri, hatta siyasiler ardı ardına kendi kafalarındaki Aleviliği-Bektaşiliği gerçeğiymiş gibi anlatmaya, kendi kafalarındaki fikirleri her yolu kullanarak dayatmaya başladılar. Yani tarihi değerleriyle yaşayan Alevilik-Bektaşiliği değil, Alevileri Bektaşileri Sünnileştirerek, yozlaştırarak, Alevilik-Bektaşilik bünyesindeki inanç-kültür-felsefe birikimlerinin içini boşaltmak için kimi “kardeşlik, barış, birlik vd.” Yaldızlı sözler adı altında oyunlarını sergilemeye koyuldular. Bir de üstelik Alevilere-Bektaşilere kendilerince akıl vermeye, yol gösterme yarışına girip, Aleviliği –Bektaşiliği, Alevilere-Bektaşilere öğretmeye soyundular!

Piyasada yayınlanan binlerce kitap içinde gerici, tutucu yayınevlerinden çıkanlar başta olmak üzere bir kısmı ilahiyatçı, milliyetçi, maneviyatçı, mukaddesatçı kimlikleriyle dört koldan sömürülerini sürdürdüler.

Sünniliği, yüzyıllardır başaramadıkları yozlaştırmayı yaymak için yazdıkları kitapları, çıkardıkları dergileri, bazı dergilerin özel sayılarını, broşürleri, CD’leri, panelleri, söyleşileri, konferansları kullandılar. Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi, Hz. Hüseyin’i, Kerbela’yı, Aleviliği, Bektaşiliği kendi kafalarındaki şekliyle halka taşıyarak tarihi tahribat yapma yarışına giriştiler. 

Alevileri-Bektaşileri; eğer Müslümansalar(!), camiye davet ettiler, ramazan orucu tutmalarını, cemi bırakmalarını salık verdiler. Nefeslere türkü dediler, semahlara oyun dediler, Kerbela Olayı’nı basit bir olay, erenlere bağlılığı Allah’a şirk koşmak, Yunus’u zaman zaman söyledileriyle haddini aşan sıradan bir adam yerine koydular.

Cemevi cümbüş evi oldu, cem “gulu gulu dansı” oldu, Nusayri inancından olanlar “Sapık Alevi Mezhep” oldu. “Mum Söndü” yapıyorlar, ana bacı tanımıyorlar diye bin dört yüzyılın en adi hastalığını bu çağda da yaşattılar. Alevilerin-Bektaşilerin yapmış olduğu ibadetler “küfür, İnkar” oldu.

Bugün ülkemizde Mezhep temelinde bölücülük yapan, Alevilerin - Bektaşilerin “kafir” olduğunun ima edildiği günlük gazeteler yayınlanmaya başlandı. Bir de şimdi sağcı-gerici, “ileri demokrat” iktidar yalakalağına soyunan bir takım sözde gazeteciler yargıda, bürokraside Alevilerin hakimiyetlerinin olduğu, Türkiye’de gelişmenin önünde, statükocu, ordu taraftarı, Suriye’deki gibi devleti ele geçirmiş bir Alevi varlığının olduğunu, azınlıktaki Alevilerin, ülkeye yön verdiğini, çoğunluktaki Sünni vatandaşların mağdur edildiği edebiyatına girişmişlerdir. Tarihler boyunca her türlü iftiralara uğrayan Alevilere yeni bir iftira dalgası da kendisine ”gazeteci” diyen bir takım soytarılarca yapılmaya başlamıştır.

Bir gurup “gazeteci – araştırmacı” ise yaptıkları yazı dizileri ve yayınladıkları kitaplarda yaşayan, olan Aleviliği-Bektaşiliği değil, kendi kafalarınca oluşturmak daha doğrusu görmek istedikleri Aleviliği-Bektaşiliği aktarmak için yalan yarışına girmişlerdir. “Siz niye camiye gitmiyorsunuz?, O olayların (Kerbela vd.) arkasından yüzyıllar geçmiş bunları bırakın artık. Bunlar birliğimize zarar vermiyor mu? İslam’da tek ibadet yeri camii değil mi? Dinimiz bir, Peyganberimiz bir, kitabımız bir, bu dernekler ve yazarlar halkın kafasını karıştırıyorlar. Halk arasında bir ayrım yok, herkes camiye gidiyor zaten, herkes ramazan orucu tutuyor, küçük farklılıkları büyütüyorlar bölücüler, bunlar ülkemizin birliğini istemeyen, dış güçlerin uzantısı insanlardır. Bakın Kürtlerin haklarını savunduk başımıza neler geldi, şimdi aynı şey Alevilik’te de olmasın” tarzında yazılar, kitaplar yazan bir takım “gazeteci – araştırmacıların” yazdıkları ortalığı doldurmuştur. Dedelere, halktan insanlara tek yanlı, yönlendirici sorular sorulmuş, alınan yanıtlarla kendi görüşlerine dayanak oluşturmak için bir zemin yaratılmak istenmiştir.

Kimi yazarlar, profesörler de İlahiyatçılar ya, Arapça, Farsça biliyorlar ya, kimi Alevi yazarlar, kurum ve kuruluşlar kendilerine kucak açıyorlar ya, her biri bir Alevi uleması, üstadı, yazarı, dahisi kesiliverdiler karşımıza! Bizde yalan riya yok. Alçalmadan gerçekleri bir bir söyleyeyim; Bu yol; Şeyh Bedreddini mollalaştıran, Makedonya Harabati Baba Dergahı’nı işgal eden gerici gürühun avukatlığına soyunan, Balkanlar’da Bektaşileri üç beş bin kişiden, ibaret sayan Kerbela Olayı’nı hafife alıp inancımıza saldırıp bizi Sünnileştirmek isteyen, Bulgaristan’daki Alevileri Sünni gibi gösteren, namazı, orucu Aleviliğe sokan sözde yazar ve akademisyenlerle yürünmez, bu yol bunlarla insanlarımıza anlatılamaz. Onların yazdıkları yazılar, kitaplar taraflıdır, bilimsellikten yoksundur, asimilasyona hizmet etmektedir.

 

Sevgili Okurlarım,

Çok iyi anlayacağınız gibi burada “Sünni Yazar” söylemiyle Aleviliği – Bektaşiliği yalan-yanlış yazanları hedef aldık. Çok iyi biliyoruz ki, sizler de bilin ki, Alevilik-Bektaşilik’le ilgili belki de en bilimsel doyurucu araştırmaları bir kısım Sünni kökenli bilim adamları yapmıştır. Buna örnek olarak Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ı gösterebiliriz. (Şimdi TOBB’da) Ocak; Tarafsız, bilimsel, doyurucu, birinci kaynaklara dayanarak mükemmel eserler ortaya koymuştur. Bir gazeteci olarak, sanatçı olarak Fikret Otyam’ın bu inanca, kültüre katkıları saymakla bitmez.  Onlarca saygın bilim adamı, yazar, gazeteci Alevi-Bektaşi Yolu’nun aydınlığında sayısız eser vermişler, bu yola büyük katkıları olmuşturlar. Onları emeklerinden dolayı selamlıyorum.

Birileri de devlete hakim olan Sünni anlayıştan aldıkları güçle, Diyanet İşleri’nin örtülü veya açık destekleriyle, yurt içindeki - dışındaki kimi güç odaklarıyla işbilirliği halinde, Sünnileşmiş kimi Alevi kökenli asimile olmuşları da kullanarak Alevi köylerini, beldelerini, ilçelerini, yörelerini, ocaklarını, Alevi merkezlerini eritmişlerdir-eritmektedirler.

Sünnileştirmek hastalığını psikolojik bir baskı aracı olarak kullanarak, muhtarları, bir kısım dedeleri, hocaları da kullanarak uygulamışlardır. Hatta Sünnileşmiş, Şiileşmiş (Caferileşmiş) kimilerinin kurdukları dernekler, örgütler, vakıflar halkımızı yozlaştırmaya giriştiler, Alevi köylerine zorla camii yaptırmaya, zorla Kuran Kursu adı altında gericiliğin işlendiği kurslar açmaya giriştiler. Bilinçli dedesi olmayan, ozanlık geleneği kurutulmuş, cemleri yürümeyen, bilge insanlarından yoksun, Aleviliğini Bektaşiliğini yaşayamayan geniş kitleler bağnazlığa teslim edilmiş, o zalim, gerici kafaların insafına bırakılmıştır.

Devlet içinde yuvalanmış kimi faşist yapılarca, yurt dışındaki bağlantılı güç odaklarıyla, Türkiye’deki devrimci-demokrat-aydın-laik kesimi sindirmek, korkutmak, kendi dünya görüşlerini devletin tümüne hakim kılmak isteyen çeteler Türkiye’de toplu katliamlar yapmışlardır. Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta yapılan faşist katliamlarla Aleviler, devrimci, demokrat, aydın kesim hedef alınmış, Türkiye’yi parçalamak, bir faşist/şeriatçı devlet modeli, ABD. Güdümünde parçalanmış bir Türkiye yaratma oyunları sahneye konulmuştur.

Peki, bütün bunlar olup – biterken, ortalık yangın yeriyken; İstanbul’da, Ankara’da kurulu Alevi derneklerini, vakıfları, dergahları, birlikleri, federasyonları Anadolu’daki ve Rumeli’deki, Suriye’deki, Irak’taki, İran’daki ve birçok yerdeki samimi, inancını yaşatma konusunda yalnız kalmış canların yanında görebiliyoruz muyuz?

Bugün Batı Anadolu’da; Kütahya’da, Afyonkahisar’da büyük bir Sünnileştirme yarışı sürmektedir. Devlet destekli Sünni İslam, egemenliğini her yolu kullanarak Alevilerin azınlıkta oldukları, cemin, dedenin, ozanın, bilim adamının, cemevinin olmadığı yerlerde kurmak istemektedir. Bu uğurda harcamayacağı para, yapmayacağı oyun yoktur. Devlet denilen Sünni ve sağcı yapılanma bu uğurda insan canı, onuru başta olmak üzere her şeyi yok etmeyi planlayarak darbelerine devam etmektedir.

Bugün belki Alevilere Bektaşilere karşı toplu bir kıyım söz konusu değildir ama “mahalle baskısıyla” kıyaslanmayacak ölçüde bir büyük “psikolojik baskı, Sünnileştirme dayatması” zulüm derecesindedir. Sadece batıda değil, Samsun’da Havza’da, Tokat Turhal’da, yurdun dört bir tarafında bu baskı hissedilmektedir, dört koldan Sünnileştirme çalışmaları sürmektedir. Daha otuz kırk sene önce onlarca Alevi köyü olan Diyarbakır’da bugün kaç Alevi köyü vardır?

Varsa bir babayiğit Anadolu’nun doğusunda Ramazan Orucu tutulurken, sokakta yemek yesin bakalım, neyle karşılaşıyor? Bu Aleviliğe-Bektaşiliğe baskı değil de nedir? İş yerinde, Okulda, Kışlada devletin her kademesinde Alevilere  - Bektaşilere yönelik baskı ve zulüm devam etmektedir.

Kimi Alevi kökenli yazarlar, kendine aydın diyenler ise tamamen safsatalardan oluşan, bir bilimsellik taşımayan, başka eserlerden çalıntılarla dolu, uydurma, yalan-yanlış kitaplar; dergilerde, internet’te binlerce makale, deneme adı altında yozlaşmayı, bozulmayı artıran yazılar yazdılar.

Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşların başına geçenler, buraları ele geçirenler, buraları babalarının çiftliğine, kendi özel aile şirketlerine dönüştürmüşlerdir. Bazı Cemevlerinin, dernek ve vakıfların başına geçen yönetici adı altında, başkan adı altında şarlatan, hırsız, inançsız, şuursuz, bilinçsiz insanlar buraları sömürdüler, sömürmektedirler.

Dernek demek, vakıf demek, dergâh demek; inançta, kültürde canla başla çalışmak demektir, halka hizmet etmek demektir, insan yetiştirmek demektir, aydınlık kapıları açmak demektir, tarihe, yola, inanca sahip çıkmak demektir, halka bilgi aktaracak okul demektir.

Dernek demek, vakıf demek; tarihi tekke ve dergâhları, ocakları, dedeevlerini onarmak yaşatmak demektir, gerçekleri arayıp bulmak demektir, ozanlarına, yazanlarına sahip çıkmak demektir.

Dernek demek, vakıf demek; erenlerin aydınlık yolununu tüm dünya insanlığına anlatmak, göstermek demektir, Osmanlı Arşivlerini, diğer ülke arşivlerini taramak demektir, dünyanın dört bir yanındaki Alevilere-Bektaşilere sahip çıkmak demektir, yurt dışında yayınlanan kitapları Türkçe’ye kazandırıp halkın ilgisine sunmak demektir.

Dernek demek, vakıf demek; alanda araştırmalar yapmak demektir, dedeleri yetiştirmek için okullar açmak demektir, başarılı öğrencilere sürekli yeteri kadar burs vermek demektir, yurt yapmak demektir, Alevilerin-Bektaşilerin özde farklı olmadıkları Devrimci, demorkat, aydın, laik, Atatürkçü, yurtsever kurum ve kuruluşlarla, bu düşüncelerde olan yazarlarla, aydınlarla, bilim adamlarıyla işbirliği yapmak demektir.

Yoksa yönetici, başkan demek; kesilen kurbanları iç eden, soygun ve talan anlayışıyla halkın birer lira bağışlarıyla ilerlemesini, yaşamasını istedikleri cemevlerini sömüren asalaklar tayfası, baskılar karşısında pusan, haksızlar karşısında susan, korkak insanlar topluluğu demek değildir. Bilim adamlarına kapılarını kapatan, bilimsel çalışmalar yapmayan, işi gücü dedi kodu, plav pişirip et yedirmek olan, cenaze kaldırmanın tek amaç olduğu cemevleri halkın dertlerine derman olamaz, gençlerimize yeni kapılar açamaz, yaralarımızı saramaz.

Sosyalist ve Marksist olmak bir yetenek, bir hayat tarzı, bir siyasi görüş olarak saygı duyulması gereken ideolojiler olabilir. Ama ne yazık ki, kendi dünya görüşleriyle yorumlamaya çalıştıkları bir inanç sistemini özünden soyutlayıp, tamamen kişisel kimi “buluşları, önermeleri, tezleriyle” kılıktan kılığa sokma yarışında olan kimi yazarlara Marksist yazar diyebilir miyiz? Kişi Marksist, Sosyalist olabilir, bu doğaldır. Ama bir kişi Aleviliği-Bektaşiliği özünden soyutlayıp Marksist görüşleri doğrultusunda yorumlamaya çalışırsa, bir de üstelik kendi kafasındaki yalan yanlış bilgilerle dolu Marksist görüşleriyle açıklamaya çalışırsalar, Alevliği- Bektaşiliği, yani özünde bir inanç olan bir yapıyı Marksizm olarak anlatırlarsa bundan zırvalamaktan başka ne sonuç çıkar?

Bir kısım yazarlar ise Aleviliği-Bektaşiliği farklı dinlerin basit bir karması, eski inanç önderlerinin, tanrıların, tarih öncesi geleneklerin devamı olarak göstermek için kitaplar yazmışlardır, yazmaktadırlar. Luvi’lere, Hititlere Aleviliği dayamak, Hititlerin on iki tanrısıyla On İki İmamlar arasında bağlantı kurup “keşif(!)”ler yapmak bilimin, araştırmanın, kaşifliğin çok basite alındığı bizim gibi ülkelerde olabilir sadece. Şimdilerde kimi derneklerce el üstünde tutulan bir mimar arkadaşın yazmış olduğu safsatalardan oluşan eserler Aleviliği anlatamaz, tanıtamaz.

Aleviliği-Bektaşiliği Hıristiyanlığa dayamak isteyen, Alevileri Hıristiyanlaştırmak için sinsi oyunlar dörtnala devam etmektedir. On binlerce İncil ücretsiz olarak Alevisiyle Sünnisiyle halkımıza dağıtılmıştır-dağıtılmaktadır.

Kimi Kürtçü yazarlar ise Aleviliğin tümüyle Kürt Uygarlığı’nın bir ürünü olduğunu, eski Kürt örf, adet, gelenk ve görenek, inançlarının sonucu olduğunu söyleyip onlarca kitap yazmışlardır.

Kimi Türkçü kafalar ise Alevi-Bektaşi inancını sadece ve sadece Türk kültürünün bir ürünü olduğunu işleyen eserler yazmışlardır.

Bazıları da Şiiliğin Alevilik’le aynı şey olduğunu ısrarla yaymak istemektedir. Son yıllarda yüzlerce kitap-kitapçık yayınlanmayı, hatta Kutsal Alevi-Bektaşi mabedlerine turlar düzenlenmekte, insanlarımıza bu ziyaretler esnasında zorla namaz kıldırılmakta, bu amaçla dernek ve vakıflar kurulmakta, yasal olmayan kimi “Caferi Evleri” kurulup özellikle Aleviler hedef alınmakta, kimi Şii-Caferii-Alevi etkinliği adı altında İran Molla rejiminin propagandası yapılmaktadır. Şimdilerde takip ettiğimiz gibi bazı dede ve dernek başkanı taslaklarını ağlarına geçiren bu anlayışa Anadolu Rumeli Aleviliği-Bektaşiliği geçit vermeyecektir.

Tüm bunlar birer sömürüdür.

Alevilik-Bektaşilik sahipsiz farz edilmiş, ortam boş bulunmuş, bilim adamları, üniversiteler, gerçek araştırmacılar,  gerçek dedeler, gerçek babalar, gerçek ozanlar, gerçek gazeteciler, gerçek sanatçılar olaya yeteri kadar el atmadıkları için meydan sırtlanlara kalmıştır.

Yazdığı kitaplar sayesinde para kazanmak isteyen, kendini siyasette pazarlamak isteyen sömürücüler ortalığı sarmıştır. Bütün bunlar en büyük yaralarımızdır. Aşmamız gereken özümüzle yaşadığımız Alevi-Bektaşi inancının, geleneğinin önündeki bu engelleri kaldırmaktır.

Yolumuz ulu bir yoldur. Yolumuz aydınlık bir yoldur. Yolumuz yetmiş iki milleti bir nazarda gören ulu erenlerin kurduğu yüce bir yoludur.

Alevilik-Bektaşilikte ırk, renk, cinsiyet ayrımı yoktur. Kâinatı kendi özünden, varından var eden, taşıran, fışkırtan Tanrı tüm canlıları aynı aşkla yaratmıştır. Tanrı-evren-insan bir bütündür. Bu inançta, bu öğretide hiç bir ırkın, cinsin, dilin, insan topluluğunun bir diğerinden üstünlüğünden söz edilemez. Ayrıca yaratılmış tüm canlılar kutsaldır. Önemli olan bu ulviyete ulaşmaktır. İnsan mazlum ve masumdur. İnsan barışsever ve zalimdir. İnsan çok iyi ve çok kötüdür. Dünyayı zindana çeviren de insandır, cennete çeviren de yine aynı insandır. Her şey insan denen bu küçük kainatta vardır, saklıdır. Her türlü iyilik ve kötülük insandadır, insandandır. Önemli olan Tanrı katına çıkmakta değildir, Tanrılaşmak da değildir, kötüden arınıp iyi olabilmektir, bir melek olabilmektir. Zaten insan melek olursa Hakk’a da ulaşır. Ona doğru yol alır, Ona kavuşur.

Yolumuz; Onikiimamlar’ın, Ehlibeyt’in yolunu süren, Kırklar Meclisi’nde cem olanların yolunu süren; “Enel Hakk” deyip canını bu yolda feda eden yani Tanrı’yı insanda gören, İnsanı yücelten Hallacı Mansurların, Yezit zihniyetini yıkıp aydınlık kapılar açan Cüneyt Bağdadilerin yoludur.

Yolumuz; Zalime karşı ayaklanan, başkaldıran Baba İlyas Horasani’nin, Baba İshakların,  “Ete kemiğe büründüm-Yunus diye göründüm” diyen Yunusların, “ Gel yine gel-Umutsuzluk kapısı değildir bu- Olduğun gibi gel” diyen Mevlanaların, “Ellerin kabesi var benim kabem insandır” diyen Hacı Bektaşların yoludur.

Yolumuz; kan uykularından uyandırlıp öldürülen, Fazlullah Hurufi’nin, derisi yüzülen Nesimilerin, çırılçıplak bir dar ağacına asılan Şeyh Bedreddin’in, Şah sevdasından vaz geçmeyen İmam Ali’nin yolunda asılan Pir Sultanların, Hacı Bektaş Dergahı’nı kutlu yolunda başı vurulan Şah Kalenderlerin kurduğu ulu bir yoldur.

Yolumuz; Seyyid Hüseyin Gazilerin, Seyyit Battal Gazilerin, Sarı Saltukların, Seyyid Ali Sultanların, Kızıldeli Sultanların, Abdal Musaların, Kaygusuz Abdalların, Otman Babaların, Sultan Süceattin Velilerin, Akyazalı Sultanların yoludur.

Yolumuz; Demir Babaların, Sersem Ali Dedebabaların, Balım Sultanların; Şah Hatayi, Fuzuli, Virani, Nesimi, Teslim Abdal, Muhittin Abdal gibi yüzlerce büyük ozanın kurduğu ve sürdüğü ululardan ulu bir yoldur.

Yolumuz; Ebul Vefaların, Zehiri içip parmaklarından akıtan Ağuçanların, cansız duvarları yürüten Baba Mansur’ların, Yılanı eline kamçı alıp arslanlar yürüten Seyyid Mahmud Hayranilerin, Hacı Kureyşlerın, Şah Haydarların, Cemal Sultanların, Kemal Sultanların, Karacaahmetlerin, Şahkulu Sultanların, Güvenç Abdalların, Sarı İsmaillerin, Veli Babaların, Hamza Babaların... dahi nice nice binlerce dedenin, babanın, ulunun kurduğu ululardan ulu bir yoldur.

Bu yolda; mert dayanır, namert kaçar, gelme gelme, dönme dönme denir. Gönül kırmak en büyük günah, insana hizmet, insanlığa hizmet en büyük ibadettir. Bu yolda; üretim vardır, sevgi vardır, saygı vardır, dostluk vardır, açıksözlülük vardır, ozan vardır, pir vardır, mürşit vardır. Dar vardır, didar vardır, özünü dara çekip el pençe divanda insanlığın önünde, bu dünyada, halk mahkemesinde hesap varma vardır bu yolda.

Nefsini terbiye vardır; dört kapı – kırk makam vardır, edep vardır; edilen dilene beline sahip olmak vardır bu yolda. Hizmet esastır, dervişlik hayat boyu süren en yüce makamdır bu yolda. Kurban vardır, İmam Hüseyin’in sancağı altında toplanacak kurbanlara sayılır bu yolda kurbanlar. Ama en büyük kurban İmam Hüseyin gibi en sevdiklerinin canlarını zalimlerin atlıları altında, inancı için hayatta ilke edindiği değerler adına feda etme erdemliliği vardır bu Alevi Bektaşi yolunda.

İmam Ali gibi yiğitler vardır bu yolda... Babası da olsa, çocuğu da olsa ayrım yapmadan herkese eşit davranan adil yöneticilerinin yoludur bu ulu yol. Muhammed’in nuru sarar alemi bu yolda, Muhammed Ali Hakk’ın özünden gelen nurdurlar, Kırkların Cemi’nde kadın – erkek, küçük – büyük, Arap-Türk-Acem bir üzüm tanesinden mest olmuşlar, Aşk şarabından içip semah dönmüşlerdir.

Bu inancın özünde olan insanlığa hizmet etmektir. Her kim ki insanoğlu için, dünya için iyi bir iş yapmış o iyi bir insandır, dahası onun dinine, diline, rengine, kökenine bakılmaz. Yani insanları kafir diye ayırmak, yok saymak yoktur bu inançta.

Alevi-Bektaşi Yolu’nda Tanrı’ya korkuyla değil, sevgiyle varılır.

Gerçek sevenler için bu yolda korku yoktur, ölüm yoktur, son yoktur.

Bu yolda varlık vardır, birlik vardır, dirlik vardır, insanlık vardır.

Bu yolda olanlara aşk olsun, ne mutlu onlara…