BEN

YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR

 

KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR

 

(ÖYKÜ VE ŞİİR DENEMELERİ)

 

 

 

 

AYHAN AYDIN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

Küçük Prense Mektuplar…(DENEMELER)

 

NORMAL OLMAYAN DUYGULAR…

 

 

Küçük Prensim;

 

Bu seneye de çoğu sene olduğu gibi bin bir düşünce, karamsarlık, iç çekmeler ve belirsizliklerle girdim. Gerçekten de Yazar Ataner Yıldırım’ın dediği gibi benim psikolojim mi bozuk acaba!

Ne dersin tatlı meleğim benim. Ben kendimin normal mi, anormal mi, psikolojisi sağlam mı, psikolojisi bozuk mu olduğunun farkına tam varamadan yeni bir yıla daha girdim. Bu aslında benim canımı çok yakıyor. Çünkü benim psikolojim bozuksa bunu tam bilmeliyim, yok iyiyse onu da bilmeliyim. Ben anormalsem bunu böyle kabul etmeliyim. Öyle değil mi tatlım? Avrupa’da bir geziye birlikte çıktığımız, kendisine hiçbir vaatte bulunmadığım halde, 9 gün boyunca insanların sırtından geçinen, ama yatacak yatak bile bulamayınca yolumuzun mecburiyetten ayrıldığı; sözde kişisel gelişim uzmanı Ataner Yıldırım geri dönünce benim psikolojimin bozuk olduğunu, benim anormal bir insan olduğumu söylemiş ortak dostlarımıza! Adam hem yazar, hem kişisel gelişim uzmanı, hem de psikolog elbette o beni benden daha iyi gözlemliyordur, öyle değil mi, uzayın sonsuz boşluğunda meraklarıyla kâinatı her an keşfeden, benim tatlı prensim!

Şimdi efendim diyeceksin ki bu çok mu önemli? İşte karan bole yaşayıp gidiyoruz hepimiz de… Bu niye bu kadar önemli olsun, denebilir, deyil mi?

Sen bu kadar kendini düşüne düşüne, kendinle didişe didişe zaten yarı deli olacaksın, bunu böyle bil!, diyebilirsin.

Elbette seni anlıyorum dünyalar tatlısı. Ama sorun burada bitmiyor işte. Ben kendi kendime bu soruları defalarca defalarca soruyorum. Ama boşuna değil elbette bu soruşlar. Şimdi yoğun bir iş koşuşturmam yok. Çok iyi biliyorsun günümü tam anlamıyla dolduruyorum ama bu tam çözüm değil. İnsanın kendisini kendi kendisiyle tam baş başa kalmaktan alıkoyacak bir işinin, saatlerini ona vereceğin bir uğraşısının olması gerekir. Elbette benim saatlerim dolu. Hem de ne dolu. Bazen bakıyorum gün bitmiş, kafamdakileri, o gün planladıklarını, ziyaretlerimi tam yapamamışım. Ama sen de, ben de biliyoruz ki, bu başka bir şey. İş bazen gerçekten ilaç gibi bir şey oluyor. Ama şimdilik iş yoğunluğu kadar yoğunluğum var. Kendi işimi kendim planlayıp, kendim yapıyorum. Hiç bu kadar hayatımı kendi başıma yönettim uzun bir dönemim olmamıştı. Ama geçen sene bir yazı yazmıştım hani, “kendi kendisiyle baş başa kalmaya korkan yazar” diye. Evet. O da başka bir hikâyeydi öyle değil mi Küçük Prensim?

Şimdi ise her şey kendi elimdi. İster ağlarım, ister gülerim; ister saatler boyunca bir yazının, bir söyleşinin ardından çeker giderim; ister sinema, ister televizyon, ister ziyaret, ister gezi, isterse uzun mu uzun bir gezi… Hepsini yapabilirim. Bu da bir imkân, bu da bir fırsat. Bu da benim hayatımın bugüne kadar olan belki de en büyük şansı.

En tatlı çağında yaşamın belki de, bir Russell Crowe yakışıklılığında ve olgunluğunda bir dönem. Bu Hakk’ın bana en büyük lütfüdür belki de…

Bende nerde o yiğitlik ve mertlik ki, bu güzelliği de kendime mal edeyim, ondan yararlanıp sevineyim. Ben üzülmeliyim, ah vah etmeliyim, öldüm, bittim demeliyim. Feleğe de, dünyaya, da, düzene de, hoşuma gitmeyen herkese de veryansın etmeliyim; küfretmeliyim, ağız dolusu. Sövmeliyim bir güzel hayata. Hıncımı alamazsam bir daha, bir daha küfretmeliyim.

Kadir kıymet bilmezlerin elinden perişan oldum, bu nankör toplum ve sözde dernek başkanları, sizlerden bu topluma bir şey olmaz, sizler bizleri mahvediyorsunuz, deyip sayıp sövmeliyim.

Oh! Biraz rahatlar, rahatlar bir daha, bir daha, bir daha…

Veryansının, küfrün sonu mu gelir? Küfür bokstan bile daha iyi öfke boşaltıyormuş.

Pek güzel de, Küçük Prensim benim anlamadığım neden hala benim öfkelerim boşalmıyor?

Neden bu kadar öfke doluyum? Kendi kendime öfke patlamaları yaşıyorum?

Kendimi harap bitap düşürünceye kadar kendimi geriyorum, yoruyorum, azalarımı ağrıtıyorum?

On iki senedir süren uykusuzluğun temelinde bu öfke mi var acaba?

 

Küçük Prensim;

Biliyorsun fazla alkol, sigara kullanmam. Şimdi hiç almıyorum. Fazla alanlara da şaşıyorum…

Yahu alkol dedim de, şimdi düşünüyorum da, her gün zam geliyor bu merete.

Be tatlım, bu gerçekten çoğu insanın elinde kepaze olan sıvı, birilerine de çok büyük yük bindirmiyor muydu?

Düşünüyorum da birisini mesela adam bir büyük rakıyı içiyor günde. İyi de adamın fazla bir geliri yok. Bir de çocuklarını okutması gerekiyor. Ama adam görmüyor ki gözünün önündeki vahşeti. Çocuğunun okul parası için kıvranıp dururken, o bir rakı parasının en az iki çocuğu daha okutabileceğini idrak edemiyor veya etmiyordu. Onun gibi on binlerce aptal yok mu bu ülkede? İçki senin neyine pezevenk? Aileni dağıtıyorsun, çocuğunun paralarını çarçur ediyorsun, bir de içmeyi de bilmiyorsun, kararını bilmiyorsun. Bu bir eğlence mi, erkekliğini, insanlığı veya dünyada yaşadığını tüm dünyalılara gösterme gayreti mi?

Pardon ya… Yine bir küfür savurmuşum. Senden ve senin gibi tüm küçük prenslerden ve prenseslerden bin kez özür diliyorum canım benim.

Bir de canım geçen bir televizyon programında çok ilginç bir hikâye dinledim. Bu bir eğlence mi? Dedim de aklıma o geldi. İster inan, ister inanma tatlım, ABD.’de 33 yaşında iki gül yüzlü çocuk babası bir adam, bir oyuncak manyağıymış. Evet, evet oyuncak manyağı… O binlerce oyuncağı olan, onlarla oynayan, onlara ait bir oda ayarlayan bir adammış. Ama bu adam işi o kadar ile götürmüş ki, kendi çocuklarıyla değil de, o oyuncak bebekleriyle oynuyormuş, biliyor musun Küçük Prensim. Karısı diyor ki; bu gidişte onu boşayacağım. Eve ekmek getirmiyor, paraların tümünü oyuncaklarına yatırıyor, kendi çocuklarının yemek paralarıyla da oyuncak alıyor.

Her gün hangi eve gitsem bir evlenme ve evlenememe ve boşanma konusu açılıyor. Gerek kendi çevremde, gerek tüm Türkiye’de, gerekse de tüm dünyada evlilikler yıkılıyor. Ama öyle az uz değil, paldır kültür yıkılıyor. Aman Allah’ım, onlar da mı, olamaz böyle bir şey, denile denile binlerce evli çift daha evleneli bir yıl olmadan boşanıyor.  Böyle bir toplumda evlenmezsen, dünyanın en kabahatli insanı sen oluyorsun. Niye evlenmiyorsun? Sanki nedenini veya nedenlerini söylesem sihirli değneği var ellerinde hemen çözüverecekler toplumun tümü birden.

Anam, bacım, gardaşım siz gidin ilk önce toz konduramadınız sizi şok eden boşanmaların önünü alın, kapatın bu yaraları, binlerce, on binlerce çocuk telef oluyor. Ondan sonra benim ve benim gibi evlenmek istemeyen müzmin bekârlara sıra gelsin.

Veya daha iyisi komşuluk ve akrabalık ilişkilerim çok sıcak olduğu için izlemek zorunda kaldığım “evlilik programları”ndaki çiftlere yardım edin, cancağızlarım. Elinizdeki sihirli değneğin neresini artık onların neresine değdirirseniz mutlu olurlar bilmiyorum ama evliliği çirkin bir kara mizaha dönüştürenlerle uğraşın. Sonra da boşananlara, ayrılanlara çareler bulun.

Bir de düşünün toplum olarak bunda bu boşanmalarda bizim hiç mi bir kabahatimiz, günahımız yok? Diye iyi bir düşünün bakalım. Gerçekten bu toplumun bu boşanmalarda hiç mi kabahati yok?

Bence o kadar çok ki!

Bir kere kara taburlar gibi insanların üstünü çökmeyin evlen, evlen, evlen diye insanları intihara sürükleyecek kadar baskı yapmayın şu insanlara. Evlilik iyidir, kutsaldır, güzeldir. Eyvallah, eyvallah, eyvallah. Ama yeter be! Bir toplum düşün ki, Türk toplumu gibi kara bir ölüm gibi insanların üstüne çöksün; evlen, evlen, evlen diye öyle psikolojik filan değil bazen eli silaha gidecek şekilde evlen baskısı yapsın. Bir kere bu zulüm bitsin. Kimse kimseye baskı yapmasın, insanlar kiminle, nasıl, ne zaman, hangi yaşta evleneceklerse ona kendileri karar versin. İnsanları özgür bırakın. Akraba evliliği, eş dost gördü evliliği, namuslu evliliği, işi var evliliği, çok akıllı evliliği, uslu evliliği… Diye diye insanların hayatını karartıp, yok ettiniz be!

Toplumsal normlar, yasaklar, engeller, beğeniler şunlar bunlar belirler olmuş evlilikleri. Mezhepçilikler, Irkçılıklar, Zenginlikler, Fakirlikler, Güzellikler, “İthal Gelin – İthal Damat” Yurtdışı zorlama evlilikleri, Miras bölünmesin evlilikleri, onda benim emeğim çok evlilikleri, hala- amca- dayı akraba zortlatmaları… Nedir lan bunlar? Dünyanın açık hava müzesi diyoruz; açık hava hapishanesine çevirdiğiniz güzel yurdumuzu… İstediğinde evlenemezsin, istediğin işe giremezsin, istediğin yerde oturamazsın, Sen Alevisin, Sen Sünnisin, sen Bektaşisin, sen Türksün, sen Kürtsün, sen Lazsın, sen Karadenizlisin, senin başın açık, senin başın kapalı, senin kaşın kara, Sen Tuncelilisin, yettiniz artık bitirdiniz ülkeyi be!

On binlerce insanın hayatını altüst ettiniz? Kim etti? Bu ülkede yaşayan herkes; sen, ben, o, bizler, onlar, şunlar…

 

Gördün mü işte Küçük Prensim;

Birisi içki içer erkekliğini (!) gösterir… (Önünü açsa kaç santimlik erkek olduğunu gösterse belki daha az zararlı olur)(!)

Birisi de benim iki çocuğum var ama ben onlardan da daha küçüğüm dercesine oyuncalarına sarılıp kendi âleminde yaşamayı tercih eder…

Bir yanda; Zorla evlendirilenler, toplumsal baskıya boyun bükenler, kendi kişiliğini geliştiremeden çocuk sahibi olmak zorunda bırakılanlar...

Kimisi intiharı, kimisi boşanmayı, kimisi yasak aşkı, kimisi serseriliği tercih eder…

İşte gördün mü bak, meseleler birer birer açılıyor… Hayata karşı dürüst olamayanların hayat hemen karşılarına nasıl da çıkıyor birden.

Diyeceksin ki, başta ne dedin, nasıl başladın, şimdi konuyu nereye getirdin? Salatalık yapmada üstüne yok!

Kızma benim Küçük Prensim hemen.

Demek istiyorum ki, kafam karmakarışık elbette sana salatalık yapacağım. Keşke kuzu haşlama yanında bir de tereyağlı pilav yapsam, sonra da kendi hazırladığım künefeyi sana ikram edebilseydim ne de güzel olurdu!

Benim psikolojim mi bozuk, yoksa bozuk değil mi? Ben normal miyim, anormal miyim? Demiştim hani sana. Sana bunu sormuştum. O yüzden mevzuları biraz açayım dedim ama neyse pek hoşuna gitmedi sanırım...

Başka bir yere gidelim seninle öyleyse, bir başka yoldan yürüyelim o zaman.

Hüzünlüyüm, çok hüzünlüyüm Küçük Prensim.

Ben bunu sana demeyeceğim de kime diyeceğim? Kime derdimi anlatacağım. Gönlüm çiçekler gibi açmıyor, hep kapalı, hep kapalı. Ruhum daralmış, sıkılmış sürekli sürekli kaçmak, çok uzaklara gitmek istiyor; bedenim ise örselenmiş, yorgun, argın bir yerde yatıyor. Ben ise başka bir yerdeyim. Bazen ruhumun gözünde bir köşeden kendime bakıyorum; Yorgun bedenime bakıyorum. Çok üzülüyorum, ağlıyorum, isyan ediyorum.

Peki, ben tüm bunları hak etmediysem bu halim ne benim?

Neden bu labirentten çıkışı bulamıyorum. Neden her geçen gün daha çok kaybediyorum yollarımı?

Bu son zamanlarda artan bir dert mi, yoksa çoktan beri var olan bir dert mi? Bunu da tam çözemiyorum. Çözüm yolunu bulamıyorum. Kime gitsem, kime derdimi desem, hiç kimsede, hiçbir yerde çaresi yok. Adeta herkes bunun tek çaresi sende, diyorlar. Yani kendi yolumu bulmamın çaresi bendeymiş.

Pek anlamıyorum,  kaybedip de bulamadığım yolun dertlerinden hasta olmuşum, bunun dermanı sende, diyorlar. Bu çok garip. Gerçekten de çok garip. Bu doğru mu? Bu doğru olabilir mi? Dertlerle yoğrulmuşum, yoğruluyorum, yollarımı kaybettim, hastayım, uyuyamıyorum, huzursuzum, tatsızım, neşesizim, hayattan umudumu kestim, az uz değil ağzımın tadı kalmadı, diyorum. Herkes diyor ki; biz bir şey yapamayız, bunun dermanı, bu dertlerinin dermanı sendedir, sende. Sendedir de sende. Sendedir de sende…

Bunu büyütme, çıkar çaresi bir gün önüne, diyorlar. Kafaya takma diyorlar. Kaybettin yolu bir gün sen, kendin bulursun, diyorlar…

Ben dertlerinden biraz da zevk alan birisiydim, bunu itiraf ediyorum, bu yönümü çok iyi biliyorum. Ama bu çok fazla. Bunu ben kaldıramam. Bu dertler bana zarar, ziyan getirir. Hem de çok…

Ben perişan olmuşum, dağılmışım, örselenmişim, kendimi toparlayamıyorum. Yok, illa ki, kendi derdini kendin çöz, diyorlar. Hasta olan, hastalığını iyi edebilir mi? Lokman Hekim olsam, kendi derdimin çaresi olabilir miyim, kendi kendime? Kendi kendimi iyi edebilir miyim?

Dün bir yerdeydim, bir baktım bir çalı kuşu gibi birisi içere girdi, çıktı. Ciddiyetsiz, samimiyetsiz birisi. Bu benimle konuşmuştu daha önce. Yağlı ballı hani.  Şimdi ise bakıyorum da hiçbir ciddiyeti yok. Ben ona değer vermiştim. Bu sadece dün, önceki gün, bir hafta önce, bir yıl önce yaşadığım bir şey miydi? Hayır. Bir konu daha açıldı işte hiç ummadığım bir yerden.

 

Küçük Prensim;

Ben kimseyi tanıyamıyorum, dostumu düşmanımı seçemiyorum. Eskiden benim hiçbir zaman düşmanım olmaz, diyordum. Dünyadaki tüm insanları bir ve eşit gören ben, herkesin iyiliğini isteyen ben, alçakgönüllü, sevgi dolu ben bunu diyordum. Ama anladım ki, öyle düşmanlarım oluşmuş ki, her birisi ekmeğimin, aşımın, yaşamımın düşmanları olmuşlar. Kahpe sırtlarlar gibi benimle uğraşır olmuşlar. Kendi kendimden utandım. Bu kadar düşmanı edinmiş olmam beni çok çok üzdü. O zaman bu benden kaynaklanmıştır mutlaka, dedim. Ama dönüp bakıyorum; Ben 45 yaşında, kendimi bildim bileli, hep aynı benim. Hep aynı Ayhan Aydın, yeryüzünde hiç kimsenin üzülmesini, zarar görmesini istemeyen, herkese eşit ve bir olarak bakan, herkesi insan olarak gören bir garip ben. Bunca yıl içinde değişip bir başkası hiç olmadığıma göre, kendimden emin olduğuma göre, demek ki, bu dünyada bana da düşmanlık edecekler de varmış.

Bırakalım onu…

Ben düşmanımı dostumu seçememek bir yana arkadaşlarımı da seçemiyorum. Şimdi biraz daha düşününce insanları gereğinden çok daha fazla nasıl yücelttiğimi, onlara hiç olmaması gerekirken ne kadar da çok değer verdiğimi, şimdi büyük bir üzüntüyle görüyorum.

Değer verdiğim, sevdiğim insanların aslında beni onları sevdiğimin yüzde biri kadar sevip değer vermediklerini, insanlar için aslolanın kendi menfaatleri olduğunu, menfaat ilişkileri bitince ilişkilerin de bittiğini veya bitme noktasına geldiğini derin bir üzüntüyle nasıl da gördüm.

 

Ey Küçük Prensim,

Aslanların pençelerinin izleri gibi ruhumda insanların benlik izleri var.

İnsanlar meğerki ne kadar nankör, ne kadar çıkarcı, ne kadar bencil varlıklarmış!

Bana düşmanlık yapanlar yüksek egolarıyla, hayvanca dürtüleriyle beni yok etmek için bana saldırırken, bunları çok büyütmemiş, önemsemiştim. Ama şimdi sanki duvarlar kalktı aradan, zaman geçti her şey yalınlaştı; benimle yaşamım arasına, kişisel gelişimlerimin, işimin, meraklarımın, koşuşturmalarımın arasına örülen- örülmek istenen duvarları, benim soluğumu kesmek için uzanan elleri çok daha net bir şekilde nasıl da görüyorum. Onlardan gerçek anlamda nefret ediyorum.

Bir de sözde dost, akraba, arkadaş veya yakın görünün insan müsvetteleri… Birçoğunun çıkarları ve egolarıyla hareket ettiklerin nasıl da net olarak görüyorum şimdi.

Meğerki sırtlanların dünyasındaymışım, erenlerin dünyasında dolaşıyor sanırken kendimi!

Eline beline dilene sahip olması gerekenlerin bir kısmı meğerki namussuz, şerefsiz, ahlaksız, hırsız, menfaatperest, bencil, insanların ekmeğiyle oynayan kansız aşağılıklarmış!

Defalarca, defalarca, defalarca düşünmüştüm tam sonuca ulaşmadan. Ama güneş kadar gerçek olan bir gerçeği şimdi daha iyi anladım.

Bir insan olarak eksiklerim de olsa, kabahatlerim de olsa; bana karşı yapılanlar savaş cephelerinde birbirinin boğazını acımadan kesen katil savaşçılarınkiyle kıyas edilebilir.

Bunca ağrımın, sızımın, öfkemin arkasında acaba bunların büyük etkisi mi var Küçük Prensim?!

Bunca haksızlığa uğramamın hıncı mıdır acaba, bir türlü içimden söküp atamadığım?

Yalnız olmak büyük tehlike!

Hani yukarda söyledim ya, evlen, evlen, yalnızlık Allah’a mahsustur, diyorlar insanlar.

Evet, yalnız insan mutsuzluğa daha yakındır anlayışı var. Bu belki de doğrudur. Hani dedik ya evlenenler ne yaptı, çoğu boşandı, diye. Elbette tüm dünya böyle değil, iyi kötü evlilikler sürüyor. Hem de ne sürme yetmiş yıl kadar büyük bir mutlulukla sürenler var. Çok mutlu evlilikler var. Ama yalnızlıkla mutsuzluk arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır? Bu kesin olmayan bir önerme sonucu olabilir. Her yalnız insan mutsuz değildir, her yalnız olmayan insan da mutlu değildir. Bu doğrudur. Ama evet, yalnızlık insanın mutsuzluğunu arttırabilir.

Ben kesinlikle evlenmeden hayatını sürdürme kararında olan birisiyim.

Bu benim kendi yaşamım. Bir ölçüye kadar kendi kendime yetebiliyorum. Ama bu halimden memnunum. Evlenmeden yaşayıp öleceğim bu dünyada.

Gerçek anlamıyla işiyle, uğraşlarıyla, yazılarıyla, hobileriyle, kitaplarıyla, komşu ve akrabalarıyla, doğayla iç içe olan, yaşamın kendisiyle dolu olan Ayhan Aydın, gerçek anlamda yalnız bir insan değil.

Hayatı tümüyle boş, yalnız yaşayan bir insan değil. Gerçekten de hiç yalnız değil.

Ama elbette yine de eve gelince herkesin kastettiği gibi bir neşe “aile, eş, çocuk” eksikliği ben de de mutsuzluğu tetiklemiş olabilir. Bunu kabul ediyorum. Ama yalnız yaşamak mutsuzluğun nedeni değildir. En azından tek başına değildir. İnsanlar tek başlarına çok mu çok mutlu yaşamlar sürebilmektedirler.

Evham…

Evet, biraz yukarda söyledik. Bazı insanlar gereğinden fazla evhamlıdırlar. Ben de bu durum var sanırım. Bu da mutsuzluğumu arttıran bir nedendir sanırım.

Sığındığım Hobilerim;

Küçük Prensim;

Her zaman bilirsin okumak bir ihtiyaçtır benim için. Ama benim en büyük hobilerimden birisi akademik, okunması gereken kitaplar dışında özellikle de şiir okuyarak kendi dünyamı zenginleştirmektir.

Sinema benim olmazsa olmazımdır. Hayatımın ayrılmaz bir parçasıdır. Sinemanın bana faydalarını saymakla bitiremem. Sinema Salonuna girince bir başka dünyaya yolculuğum başlar ve benim kişisel dünyamı zenginleştiren, benim ufkumu açan, bana moral veren, bana derinlik katan en büyük hobim sinemalarımdır yani her birini merakla izlediğim filmlerim…

Geziler ise benim can ilacımdır.

Daha nice şeyler…

Fotoğraf çekmek bana yine büyük bir mutluluk alanı yaratıyor.

Yahu daha nice şeyler derken gerçekten hobilerim benim için yeterli mi? Daha da zenginleşmem gerekmez mi bu konuyu? Hani zaman zaman kendi kendime aldığım kararlar vardı? Dil öğrenmek; İngilizceye mutlaka başlamak, öğrenmek gibi. (Çok da başarılı olamazsa da çok ciddi bir adım da atmamıştım bu konuda) Resim kursuna başlamak, geziler ama özellikle bir düzenli gezi sistemde yapılar gezilere katılmak…

 Ya da ne oluyor bu hayallere; bir batıyor, bir çıkıyor, bir kayboluyorlar.

Bu belki de tüm insanlar için geçerli; hepimiz hayatımızı değiştirmek için kendi kendimize veya eşimizi, sevgilimize, çocuklarımıza söz veriyoruz ama hiç birini yerine getirmiyoruz.

Nice yeni adımlar atacağız, kendimize yeni uğraş alanları yaratacağız, hobilerimizi çoğaltacağız, hayatımız zenginleştireceğiz, ama yapamıyoruz değil mi?

Evet, Küçük Prensim, işte durum bu.

En ilkin bu hobileri geliştirmek, çoğaltmak gerekir.

Yeni yılda ilk adım bunlarla gelmeli. Ama her sene sonunda olduğu gibi bir adım atmamış olarak yılı kapatmamak dileğiyle, diye kendime söz veriyorum (yalancıktan olmasın), seni gözlerinden öpüyorum.

Haydi, bakalım sana iyi seyirler; kâinattaki yıldızlara iyi bak. Ben mutlaka uzay boşluğunda bizden başka canlıların var olduğuna inanıyorum, onları görürsen ilk bana haber ver, kimseye çaktırmadan onlara takılıp buralardan kaçarken en büyük gezime adım atmış olurum…

Sana iyi seyirler, bana iyi horlamalar…

Bay, bay, tatlım…

 

2014 Sonları…

 

 

 

 

 

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

Küçük Prense Mektuplar…(DENEMELER)

 

ESKİ COŞKULAR NEREDE KALDI?

 

 (2011’de yazdığım bir yazı…)

 

Umutlarım, hayallerim, beklentilerim, coşkularım çok kuvvetliydi eskiden. Gerçi büyük sıkıntılarım oldu, üzüntülerim oldu, hayattan nefret ettiğim anlar, zamanlar, günler, dönemler oldu. Ama içimde beslediğim büyük hayaller, umutlar, sevinçler, adını koyamadığım maceraya hazır bir ruh hali beni hep canlı tuttu. Sanki bir gün bir başka dünyanın kapıları bana açılacak ben de bir kapıdan o dünyaya geçeceğim, bütün sıkıntılar bitecek ve de öyle mutlu, öyle huzurlu olacağım ki, cennetten de öte bir yaşam süreceğim, öyle bir ruh hali hiç beni bırakmadı.

Şimdi zaman zaman düşünüyorum, bunda çok fazla şiir, roman, kitap okumamın etkisi mi vardı, yaşadığım sıkıntılara karşı içimde kurduğum hayali bir dünyanın beni yaşatması mı vardı da ben bütün sıkıntılara göğüs germiştim? Örneğin liseli yıllarım da büyük sıkıntılarla geçmişti. Okulda öğrencilerle çok tartışırdım. Ekonomik durumumuz iyi değildi. Büyük zorluklarla bir dershaneye gidebilmiştim. Okulu büyük zorluklarla okumuştum. Babam çalışmıyordu. Çok sinirli, daha da kötüsü sinir bozucu birisiydi. Aile içinde huzur yoktu. Aramız hiç iyi değildi. Lise de yaz dönemlerinde, ben de inşaatlarda çalışmıştım. Bu aslında kendimi iyi hissetmemi sağlamıştı. Aile ekonomisine katkıda bulunmuştum. Ama babam tembel tembel çalışmıyordu. Annem ise çalışmak istiyor, babam izin vermiyordu. Bu konuda da büyük tartışmalar oluyordu. Üniversite de okumak istiyordum ama nasıl okuyacaktım? Ne maddi imkân vardı, ne kendimi psikolojik olarak orada okumaya hazır hissediyordum, darmadağınık bir durumdaydım.

Ama tüm bunlara rağmen içimde coşkun bir ırmak gibi akan çok güzel bir yön vardı.

Okumaktan büyük bir haz alıyordum. Edebiyattan, coğrafyadan, hele tarihten çok hoşlanıyordum. Derslerim çok iyiydi. Bunun dışında bol bol okuyordum. Reşat Nuri Gültekin’in tüm eserlerini bir çırpıda okumuştum. İlk kez bir şair olarak Orhan Veli’yi okumuştum. Şairlerle, yazarlarla aram çok ama çok iyiydi. Lise yıllarında biraz da bunlar beni ayakta tuttu. Beni bambaşka âlemlere götürdüler.

Beni canlı tutan, hayal âlemimle birlikte bana çok şeyler kazandıran okuma aşkımdı.

Gazete okuruydum, dergi okuruydum aynı zamanda. Derken Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Dünya başıma yıkıldı. İstemediğim bir bölümdü. Zorla okula kaydoldum. Babam çalışmıyor,  Annem onunla sürekli kavga ederek gündelik işlere gitmeye başlıyor. Okul masraflı. Bir arsamız vardı, onu satıyoruz. Okul masraflarını oradan karşılıyoruz. Evde huzur yok. Ben istemeye istemeye okula gidiyorum. Her şey buz gibi, soğuk, soğuk, soğuk... Evde bir gerilim, bir gerilim...

Buralardan, Ankara’dan, Mamak’tan kaçıp gitmek istiyorum, kurtulmak istiyorum.

Bu evden, bu ortamdan, bu şehirden, bu okuldan kurtulmak istiyorum... Yine kitaplara sığınıyorum. O kadar çok kitap okuyorum ki, tüm zamanlarımı kitap okumakla değerlendiriyorum. Arka arkaya onlarca şiir kitabını bitiriyorum. Romanları bitiriyorum. Alevilikle ilgili araştırmaları okuyorum. Kendimi her yönden geliştirdiğim iki yıl oluyor Hukuk’ta okuduğum yıllar. Cebeci İl Halk Kütüphanesi hem benim evim, hem okulum, hem sığınağım oluyor bu iki yıl boyunca… Hiç abartısız beş yüze yakın kitap okuyorum orada… Belki de oradaki tüm şiir kitaplarını okumuşumdur o zamanlar…

Sonunda herkesi ikna ediyorum, okul değiştirmeye. Sevgili anacığımı bile istemeye istemeye ikna etmeye çalışıyorum. Çileli annem hayatın tüm yükünü omzuna almış. Hem babamla uğraşıyor, hem beni okutmaya çalışıyor, hem evi geçindiriyor, hem de şimdi yeni bir okulla uğraşmak zorunda kalacak. Ben derslere isteksiz çalışıyorum. Puandan dolayı avantajımı kaybetmemek için bir yıl bekleyip ikinci yıl üniversite sınavlarına tekrar girip nihayetinde isteğime kavuşurum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Okulu’nu kazanıyorum. Annem her şeye rağmen seviniyor. Ama beni nasıl okutacağının düşünceleri, benden ayrı düşeceğinin karabasanları sarıyor onu.

Tüm bu süre içinde psikolojim sarsıntılar geçiriyor. Sanki İstanbul, yeni bir okul, yeni bir şehir beni iyi edecek, her türlü sorunumu mu giderecek?

1990’da annemle kalkıp geliyoruz İstanbul’a büyük hayallerle, umutlarla.

Annem gözyaşları içinde beni İstanbul’a bırakıp Ankara’ya dönmek zorunda kalıyor. Ben ise her türlü zorluğu göğüsleme kararlılığıyla, biraz da direngen bir yapıyla İstanbul’un dalgalarına atılıyorum. Kendimi boğazın azgın sularına bırakıyorum. Bir kaç ay yurt çıkması sıkıntısını çekiyorum ama bunu büyük sorun yapmıyorum. Bunların üstesinden geliyorum. Okula umutla başlıyorum. Yurtta büyük sorunlar, sıkıntılar olsa da bunu büyütmüyorum. Okul yetersiz olsa da bunu da çok önemsemiyorum. Annemi zorlamamak için her zaman idareci bir insan olduğum için iyi bir yaşam tutturarak, iyi bir yaşam sürmeye başlıyorum. Okuldayken çalışıyorum…

Bir iki yıl iyi giderken yine de eski sıkıntılar peşimi bırakmıyor. Bazı uyku sorunları, tatsız durumlar, üzüntüler, kaygılar vs. Psikologlarla tanışmamı sağlıyor. Çok hafif bir kaç ilaç almam ve bazı tavsiyelerle o kısmı atlatmaya çalışsam da ilerde büyüyecek sıkıntıların açılacak yaraların, derinleşecek açıkların boy vermesi okul döneminde görülüyor.

Her zaman bir garip yalnızlık gelip içime çöküyor.

Her zaman nefesini ensemde hissettiğim, kendi yalnızlığımı giderecek bir şeyler ararken buluyorum kendimi.

Şimdi düşünüyorum da gerçekten hep yalnız bir adam oldum ben hayat boyu; Okulda yalnız,  sokakta yalnız, yatakta yalnız, işte yalnız, her yerde, her zaman yalnız bir adamdım, hayat boyu yalnızdım aslında ben.

Bütün çoğulculuğu, çığlıkları, renkliliği, hareketliliği içinde yaşamın; hep bir yalnızlık vardı bende.

Okulda da, yatakhanede de, sokakta da, her yerde yalnız başımlaydım ben.

Bu yalnızlık beni düşündürdü, üzdü her zaman. Bu yalnızlık duygusundan kurtulamadım bir türlü.

Bu duygudan kurtulup içimde bir köşede bulunan çocuksu ve benim yine bir parçam olan çoğulcu, yanımı canlandırmak için de çok çaba harcamadım aslında. O beni gelip buldu her zaman.

Evet, yalnızdım, yalnız olmaktan biraz da hoşlanırdım, sanki bu benim yaşam tarzımdı, anlayışımdı, benimle örtüşen, beni bütünleyen, tanımlayan, tamamlayan bir yanımdı ama yine de çoğulcu bir yanım da vardı, onu da yaşatıyor, onu tümüyle yok etmiyordum. Çünkü ondan da çok hoşlanıyordum. Neşeli bir insandım aslında. Esprili bir insandım. Coşkulu, meraklı, hareketli, bereketli bir insandım. Yalnızlıktan sıkılan bir yanım da vardı. Bu nedenle insanların olduğu yerlerdeydim. Sokaklardaydım, arkadaş ediniyordum, arkadaşlarım vardı, sinemalara gitmeyi ezelden çok severdim. Bu sadece yalnız başıma bir filmi izlemek onda kendimi bulmak değil, o insanlarla, o neşe içinde olmaktı.

Ama tüm bunlar içinde beni ayakta tutanların, şimdi daha iyi anlıyorum; uzun süre kitaplar, söyleşiler, filmler olduğunu görüyorum.

Dersler, okul ortamı, derken iş ortamı, akraba ortamı her şeye rağmen okul dönemimde dört yıl her türlü sıkıntıya rağmen beni ayakta tutmuştu.

Sonrasında bir yıl da İstanbul’da böyle geçti. Yani çalıştığım dönem, yine işten atılmam, büyük hayal kırıklığı, yalnızlık, Umutsuzluk içine sürüklenmem, parasızlık dönemi... Halamlara sığınmak zorunda kalışım, ilk kitabımı yayınlama sevdam ve serüvenim bu konuda umutlarımın boşa çıkartılması, aldatılmam, öfkelerim, ihanetler, içimdeki tatlı sarhoşluklar...

1994, 1995, 1996’lı yılları unutmam mümkün değil, tüm canlılığla o yılları yaşıyorum, yaşatıyorum,halen içimde. Çok mu anlamsız bunlar… Hayır, ben her zamanımı yaşayan ve sonra da yaşatabilen bir insanım. Bu büyük bir avantaj mı, yoksa bana büyük bindiren aslında bu durum mu? Bunu da tam bilmiyorum. Yani bitmek tükenmek bilmeyen yorgunluk hallerinin nedeni bu olabilir mi? Tüm geçmişimi hiç unutmadan yaşatmak hayatımdaki tük yorgunlukların, sıkıntıların nedeni olabilir mi? Peki acaba bunun nedeni ne olabilir?...

Derken 1996-1997 Askerlik yılları...

Acemi birliğini Mamak’ta ailemin semtinde yapmam. Büyük bir mutluluk ve huzurla hatırladığım yıllar, çam ağaçları altında geçen dört ay.

Sonrasında Genelkurmay’da Kızılay’da geçen çok da eğlenceli olmayan on iki aylık subaylık dönemi. Ama her gün eve gelmenin üstelik düzenli bir maaşa bağlanmanın huzuru… İlk kez uzun sürelerden sonra maddi yönden rahatlamam. Ailede işlerin iyice düzene girmesi. Babamın öfkelerinin sinirlerinin iyice dinmesi. Annemin huzur bulması. Mutluluk dolu bir ortam.

Tüm bunlara rağmen… Ama bende sıkıntılar, üzüntüler devam ediyor.

Niye sıkılıyorum, neden üzülüyorum, hayal kırıklıklarını neden yaşıyorum bilemiyorum?

Ama bu dönem de hayal kurmalarım, geleceğe yönelik planlarım, programlarım, umutlarım yine çok canlı. Sürekli okuyorum, araştırıyorum. Alevilikle ilgili, tarih, edebiyatla ilgili okumalar, araştırmalar, söyleşiler devam ediyor. Ankara’da olmamın, akşamları sivil olmamın avantajlarını çok iyi kullanıyorum. Agresif bir yüzbaşının dışında ciddi bir problem yok ama o bana zaman zaman sorun çıkarıyor. Bunun dışında hafta sonları, akşamları durumlar iyi. Ben de bunu avantaja dönüştürüyorum. Çeşitli çalışmalar yapıyorum. Yazılar yazıyorum. Söyleşiler yapıyorum. Kendimi geliştiriyorum. Sonunda askerlik bitiyor ve bir telefonla kendimi İstanbul’da buluyorum.

Okuldan hocam Prof. Dr. Niyazi Öktem beni çağırıyor. CEM Vakfı’nda birlikte çalışmamızı teklif ediyor. Bu bana müthiş iyi geliyor. Nerede çalışacağım, ne iş yapacağım derken iş fırsatı doğuyor. Çeşitli sıkıntılar çeksem de bunlar artık tatlı sıkıntılar. Şimdi tekrar okuldan sonra ikinci kez İstanbul’a geliyorum. Bir ev tutuyoruz annemle, eşyalar alıyoruz, böylece çalışma yaşamına daha ciddi atılıyorum. Daha önce okul döneminde bunları yaşamıştım.

İşe başlamalar, işteki atılımlar, yerleşme, ev sorunları, iş yerinde yaşanan çatışmalar, rekabetler, engellemeler, problemler vs. Bunlar bana büyük yük getirmiyor. Çünkü içimdeki büyük aşk ve heyecan önümde hiçbir engel tanımadan taşkın bir ırmak gibi önüme ne gelirse silip süpürmemi gerektiriyor.

Kısa sürede sivriliyorum.

Toplantılar, etkinlikler, konferanslar, paneller, söyleşiler vs. Çok güzel etkinlikler yapıyoruz. Bu beni çok zevklendiriyor, mutlu ediyor, coşturuyor.

Geziler oluyor, ziyaretler oluyor, koşuşturma müthiş. Dergi var, radyo var. (Cem Dergisi, Cem Radyo) Söyleşiler, programlar var. Toplantılar, etkinlikler var. Hiç boş durmaya, dinlenmeye vakit yok. Kişisel olarak yaşadığım bazı sorunları görmüyorum, duymuyorum bile. Hâlbuki onlar bir yandan birikiyor tabii ki. Vücut olarak yıprandığımın farkında değilim onları hiç umursamıyorum bile.

Yöneticilerle çatışmalarım, kavgalarım beni çileden çıkarsa bile hatta işimden etse bile, bunlar bende derin yaralar açsa bile, içimde aşk ateşi yanmaya devam ediyor. Yani duygularım, aşklarım, çalışma şevkim benden çok daha önde koşuyor, koşmaya devam ediyor.

Ama yaralanmalarım ise sürüyor.

Her gelen müdür kafayı bana takıyor, beni frenlemeye, engellemeye çalışıyor, derdimi anlatsam da derdimin dermanını genel başkandan bulamıyorum.

Yıllar böyle akıp gidiyor.

İşte ne ürettimse, ne yaptımsa, nerelere gittimse o kavga gürültü içinde yapabildiklerim oluyor. Yani zorla, kavgayla, gürültüyle, mücadeleyle bir şeyler yapmış olmuşum. Bunu şimdi iyi görüyorum, hem de çok iyi görüyorum. Ben durunca, hiç bir iş yapmadığımı görüyorum. Çünkü şimdi hiç kimse benim bir şey yapmamı, üretmemi istemiyor. Yani insanların koşmaları, iş yapmaları, başarılı olmaları aslında istenmiyor, o kişiyi engellemek için akla gelmedik yol ve yöntemlere başvuruyorlar. (Hain planlar kuruluyor, tertipler oluyor, bir hayvana yaklaşıyor bazı insanlar… Tümünü yaşadım… Hepsini de bir gün yazacağım…)

Acaba tüm işyerinde durum aynı mıdır?

İş üretmeyince sorun da olmuyor mu?

Normali bu mudur?

Ben ne kadar üretmeye çalışınca, araştırmaya, geziye, etkinliğe katılınca sorun oluyordu, şimdi yok normali bu mudur, bilemiyorum?

On beş yılın sonunda durum şudur: On beş yıl önceki merak, heyecan, azim, aşk, hayaller, direnç, gençlik, enerji, mücadeleci ruhla her türlü engelleme, imkânsızlıklara rağmen çok işler yapmak için yola çıktım. Yaptım, yaptım, yaptım.

Şimdi engellene engellene enerjimi, gücümü, umutlarımı yitire yitire fazla bir şey üretemez duruma getirildim.

Nerdeyse bildiklerimin bir kısmını unuttum.

Yeteneklerimin bir kısmını yitirdim, yeni yetenekler elde edemedim.

Kendimi yetersiz hissediyorum.

Çalıştığım kurum beni beslemedi, desteklemedi, ilerletmedi.

Ben şimdi bunun acısını, sancısını yaşıyorum.

 

Hayallerim, Aşkım ve Gerçekler...

 

On beş yıl boyunca işle ilgili yaşananlar böyleyken içimde yaşattığım en önemli düşlerden birisi de Alevilik konusunda uzman bir insan olarak Avrupa’da bir dernekte çalışan, oraya yerleşmiş, dil eğitimini almış, akademik çalışma yapmış birisi olmaktı.

Avrupa’ya karşı dayanılmaz bir istek, özlem vardı içimde... Bu bir aşk haliydi. Avrupa’nın hayali... Bambaşkaydı.

Son üç beş aya kadar bir tılsım gibiydi Avrupa bende, şehirleri, yolları, caddeleri, evleri, sokakları, parkları, insanları bir büyü kentiydi oralar.

Ben oraya gitmişim, zorlukları yenmişim, oraya yerleşmişim, düzenimi kurmuşum, artık orada yaşıyorum...

Hep bu hayaller beni yaşattı, sürükledi peşinden...

Değil on beş yıl bu yaşıma kadar hep bir Avrupa’dır benim gönlümü mutlu kılan, beni peşinden sürükleyen, hayatımın anlamı, içimdeki gizli yan. Ben oraya gidince mutlu olacağım, huzura kavuşacağım. Tertemiz sokaklar, pırıl pırıl evler, insanlar, ormanlar, neşeli çocuklar... Her şey yerli yerinde ben orada mutlu olabilirim. Yerlere kimse tükürmüyor, kimse kimseye hakaret etmiyor, kimse kimseyi renginden, inancından, siyasi görüşünden, kökeninden, görüşünden ve görünüşünden dolayı kınamıyor. Vs.

Akıl almaz bir şey oldu bir iki aydır içinde eski hisler kayboldu bir yerlere gitti sanki.

Ne oldu kesinlikle bilmiyorum.

Nasıl olur böyle bir şey, bu nasıl olur?

Oralar benim hayalimdi, her şeyimdi?

 

Evlenmeyi hiç düşünmedim. Belki zaman zaman girerdi aklımın bir köşesinden sızardı hani. Ama ciddi ciddi böyle bir plan kurmadım yaşamımla ilgili. Zor bir şey, çocuklar çok iyi ama çok zor şeyler... Ben yalnız yaşamayı kafama koymuştum zaten, sonrası nasıl olur, yalnızlıklar içinde ömür nasıl geçer, bunu çok ciddi düşünmesem de, dernekte, dergâhlarda, gezilerde, dostlarla, canlarla, Aleviler içinde kendimi mutlu hissederim, diyordum.

 

Bu bugüne kadar böyle geldi.

Tek başıma yapayalnız, çırılçıplak orta yerde kalacağımı hiç düşünmedim, hiç bir zaman.

Ruh üşümesi hiç olmadı.

Koruyucu bir yastık her zaman vardı.

Son üç yıllık büyük yıkıntı dışında yaşadığım alt üstlüklerin de üstesinde gelebilmiştim.

Ama şimdi 42 yaşındaki ben büyük sıkıntılar içinde kıvranınca yalnızlığın, çaresizliğin pençesinde yılan zehrinde çırpınan zavallı biri konumuna düştüm.

 

Peki, beni ayakta tutan, yaşama bağlayan, bana enerji veren, hayatıma neşe veren, canlılık veren şeyler nereye uçup gitmişti?

 

(2011’de yazdığım bir yazı)

 

 

 

 

 

 

 

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR (DENEMELER) – (2014)

 

GEÇMİŞLE CEBELLEŞME

 

Hayalin ötesinde, sonsuzluğun sınırsızlığının dışında mutluluğun ne olup olmadığını çok sık sormuştu yazar genç yaşlardayken.  Yaklaşık otuz yıldır sorduğu sorunun yanıtını alamadan bedbin, huysuz, kararsız, çoğu zaman karamsar sürükledi zincirler bağlanmış ayaklarından acıklı yaşamını. Çok genç yaşta ölenler vardı, intihar edenler, intihar eder gibi yaşamını tüketenler…

Niceleri geldi, niceleri geçti şu dünyadan. Niçin geldiler, niçin gittiler kimse bilmedi, bilemedi tam.  Dipsiz bir derin kuyudaymışçasına, karabasanlar içinde yolunu kaybeden yaralı bir atlı gibi öfke soluyan nice tedirgin ruhlar gezindi bu dünyada.

Niceleri örselenmiş yaşamına avuntular aradılar, niceleri, niceleri…

Şimdi de yazar zaman zaman eskilere dönerek, oralara dönmekten zevk alıyormuşçasına geçmişine uzun uzun baktı, acaba geleceğimi geçmişimde bulabilir miyim avuntusuyla.

Evet, evet zaman zaman da çok mutlu oldu gerçekten; geçmiş özellikle çocukluk elbette mutluluk kaynağıydı. Sonu uçurum olmayan çocukluk günlerinin sevgisi, özlemi, aşkı insanı mutlu kılar, tatlı bir rüyaymış gibi insana huzur verirdi.

Ama ne kadar sürer, ne kadar insanı avutur, ona teselli olabilirdi, onu teselli edebilirdi?

Yazar bunların da dalgalı denizlerde yol almak isteyen kayıklarınki gibi zor, kan ter dökerek avuntulu bir şekilde ufuktan umut beklemekten farklı bir şey olmadığını çok iyi biliyordu.

Babasıyla çatışıyordu, zaman zaman annesiyle de çatışıyordu, çevresiyle çelişiyordu, okulda aslında hiç de mutlu değildi, hep tartışıyordu birileriyle. Bambaşka bir dünyanın insanıydı ama bu dünyada yaşamak zorundaydı. Peki, nereye kaçabilirdi, nerelere gidebilirdi, kendisini nasıl mutlu edebilir, bu sıkıntıdan nasıl kurtulabilirdi?

En çok ilkokul döneminin mutluluk günlerini hatırlıyordu. Her şey balın tadındaydı, yedikçe daha çok mutluluk vereceğini bildiği ve çok yedikçe de tadı azalmayan balın tadındaydı her şey… Doyasıya oyunlar, doyasıya ders, doyasıya koşmaca...

Ama sonra o mutlu hayaller birer birer tükendi, yaşamın karamsar yüzü görünmeye başlandı. Lise dönemi hiç de mutlu bir dönem değildi. Ama resimler başka öyküler de anlatıyor, kendi kendisine yalan mı söylüyordu? Yazar yalan söylemezdi, söyleyemezdi. O yalan söyleyememe hastalığına sahipti. Peki, burada bir çelişki yok muydu? Bir yandan karamsar, umarsız, ümitsiz bir ruh; diğer tarafta sürekli okumak isteyen, araştırmak isteyen, başka yerlerin, başka mutlulukların hayalini kuran meraklı bir yürek. Bu pek ala da olabilirdi dedi kendi kendine. Ben kedimi aldatmıyorum, yalnızca insanlar ikiyüzlü. Böyle söylemekle bazı sorunlardan mı kaçıyordu? Bunu da zaman zaman kendisine sormadı değildi. Ama her zamanki gibi dürüst bir insan olduğu için bunun da doğal olduğunu anlamakta gecikmedi.

Keşke insanlar bu kadar anlayışsız, hoşgörüsüz olmasaydı...

Keşke çocuklar birlikte çalışmanın erdemine varabilselerdi...

Okul denen, bayrak denen, Atatürk denen, ders denen nimetin ne tatlı bir mutluluk kaynağı olduğunu fark edebilselerdi.

Okulda en çok öğretmenlerini sevdi ve tabii ki bazı arkadaşlarını da. Aslında okulu niye bu kadar sevdiğini hiç bir zaman da tam anlayamamış, kendisine de açıklayamamıştı. Hatta çok iyi hatırlıyordu neden acaba evine çok da yakın olmayan ilkokula okul dışında da, hafta sonları da zaman zaman gider orada arkadaşlarıyla buluşup oynamayı tercih ederdi? Hatta bir defasında onu koca yapısından dolayı kaleci bile yapmışlardı. Kocaman bir kale taşını ayağının üzerine düşürmüş, başparmağı şişmiş, morarmış, babaannesi de bir gün iğneyi ateşte ısıttıktan sonra bir batırmış içinden icran çıkınca öyle şaşırmış, öyle rahatlamıştı ki!

Dünyanın tüm sokakları onundu, tüm bilyeleri, tüm virane evleri, tüm kuşları...

Dünyanın tüm tarih kitapları bile onundu. Bir keresinde nasılsa, o zaman ilkokulda nasıl oluyorsa, okuduğu kitabın dışında da bir tarih kitabı okumuş, ders kitabıyla onun arasındaki farkları keşfetmişti. Bu onun zeki bir insan mı, yoksa meraklı bir insan mı olduğunu gösterirdi?

Hatta ilk okuduğu kitabı ölünceye kadar da unutmayacaktı; annesinin pazardan evet semt pazarından aldığı Arı Maya kitabını hiç bir zaman unutmamış, unutmayacaktı da. Orada pazarda kitap da mı satılıyordu? Resimli bir kitaptı, hem de okuması da çok kolaydı, yardıma giden bir Arı Maya ve onun arkadaşı vardı kitapta. Hatta şimdi daha iyi hatırlıyor; neden acaba annesiyle pazara gitmeyi bu kadar çok seviyordu. Çoğu insan ve çoğu çocuk bunu istemezken?

Her şeyden önce annesini ne kadar sevdiğini, ona ne kadar bağlı olduğunu hatırladı. Alış veriş yapmayı da seviyordu. Annesi az da olsa, elindeki tüm parasıyla bolca meyve alıyordu. Kendisinin en çok sevdiği şeydi bu. Ama babası hiç sevmiyordu meyveyi, meyve sevmeyen bir insan!

İlkokul, ortaokul, lise...

Bir üniversiteye de başlamıştı yazar ama o kadar çok sıkılıyor, o kadar çok sıkılıyordu ki bu okuldan, bir an önce kurtulmak istiyordu. Sadece okuldan mı; Ankara’dan, Mamak’tan, Babasından, ortamdan, çevreden... Her şeyden çok sıkılıyordu. Hayatında bir değişiklik yapması bir zorunlulukta, bir mecburiyetti. Ve ilk hayat sınavını verip İstanbul’a bir başka okulda okuma macerasına atıldı. Yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni bir çevre...

Peki, yazar bu okulda, bu şehirde aradığını bulabilecek miydi?

Annesinin gündelik işlerde çalışarak gönderdiği para olmasa değil okuması burada barınması da mümkün değildi.

Büyük bir merak, büyük bir aşk, büyük bir sevdayla bağlandı İstanbul’a, yeni okuluna... Kolay değildi hayat, birçok zorlukları içinde çoğu zaman karamsarlığa düşmeye başlamıştı yazar.

Lisedeki sıkıntılı dönemden sonra şimdi de mi bu devam edecek, bu “ruh sıkıntısı” seni hiç bırakmayacak mı? Deyip zaman zaman üzülerek, karamsar bir halde dünyaya bakmayı sürdürüyordu.  Bir kaçışın eseri mi, bir kurtuluş reçetesi araması mıydı bilinmez hayatında en çok kitap okuduğu dönem bu dönem olmuştu işte.

Başta şiir olmak üzere, edebiyat türleri, araştırmalar, incelemeler, tarih, inanç konuları...

Hiç ara vermeden okuyordu.

Okulda, okul yakınlarındaki kütüphanede, kendi satın aldığı kitapları, arkadaşlarının kitaplarını... Yüzlerce kitap okuyordu...

Zaman zaman Küçükçekmece Gölü kıyısına, kimi zaman deniz kenarına gidiyor, hüzünlü hüzünlü hayaller kuruyordu. Bazen de Kadıköy’de Moda’da aynı şekilde denize bakıp geleceğine ilişkin karamsar karamsar düşünüyordu?

Gerçi çoğu insanın zaman zaman sorduğu sorulardı; sonrası ne olacak? Sonum ne olacak? Bu berbat yaşam daha iyi olacak mı? Bir evim olacak mı? Bir sağlam işim olacak mı? Üzerimden bu yükleri atabilecek miyim?

Ama yazar her şeye rağmen okulun kendisini mutlu ettiğini görüyordu. Okula karşı bir ilgi ve sevgi besliyordu ama ne yazık ki ilkokula, lise gösterdiği aşkı şimdi gösteremiyordu. Aslında okulda aradığını bulamamıştı. Eğitiminde de, ortamından da, hocalarından da, arkadaş çevresinden de çok memnun değildi. 

Okuldan, İstanbul’dan, yaşamdan uzaklaştığını daha ilk yıllarda hissetmişti.

Hay aksi!

Bu böyle olmayacaktı, bunu böyle hayal etmemişti!

Bunu nasıl aşabilirdi? Okumak, okumak, okumak...

Başka şeylerde vardı; sürekli panellere, sinemaya, sergilere, toplantılara, etkinliklere, dergilere gitmekle; yeni yeni insanlar tanımakla çevresindeki basit daireyi aşabilir, önündeki engelleri kaldırabilirdi.

Annesinden aldığı yardım, aldığı burs ve dördüncü senesinde okulun dışında bir işte çalışması onu ekonomik yönden rahatlatmıştı. Ama karamsarlık aynı karamsarlık, kaygı aynı kaygıydı; aradığımı bulamadığım İstanbul’da ben ne yapacağım?

Üç sene yurtlarda kaldıktan sonra halasının yanında kalmaya başlamış okulu böylece bitirebilmişti. Yollar, ortamlar, insan ilişkileri kendisini yormuştu. Babasından, çevresinden, şartlardan sıkılan yazarı İstanbul’da da benzer ve daha da fazla sıkıntılarla karşılamıştı.

Daha ne olabilirdi ki!? Her şey ortadaydı; okulda eğitim düzeyi iyi değildi. Yabancı dil eğitimi yoktu. Dar gelirli bir aileden geliyordu, şimdi ise yurtta kalmak zorundaydı. Her gün gürültü, patırtı... Bir de üstelik pis mi pis bir ortam. Ama her zaman kendi meleği olarak gördüğü pırlantasının, annesinin sayesinde bunları aşabiliyordu. Annesi öyle özveriliydi ki; ekmek parasından kestiği paraları ona gönderiyor, hatta yararlı olur diye, Fransız Kültür Merkezi Dil Kursu’na bile bir dönem gitmeyi başarmıştı bu sayede.

Ama ne yalan söylemeli kendisi de çok başarılıydı. Yurttan hatırlıyordu; bu şartlarda benim okumam mümkün değil, deyip daha ilk senesinde birçok kişi tası tarağı toplayıp çekip gitmişti memleketlerine.

 O maddi sorunların, yurtlarda yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelmeyi başarmıştı.

Yani yaşamda kalmanın, hayatı idame ettirmenin yollarını öğrenmişti. Yeri geliyor; sinemadan ödün vermeden, kitaptan ödün vermeden, fotoğraf çekmekten ödün vermeden yazar, kendi beslenmesini de ihmal ediyordu. Göbeğini görenler bırak yahu; bu göbek seni yalanlıyor, hiçbir zaman yemeden durmamışın, deseler de bu doğru değildir. Parayı kontrol etmeyi üniversitede döneminde başarmıştı ama bir de bunu devam ettirebilseydi!

Hiç bilmediği semtlere giderdi, tarihi eserleri seyreder, doğa-tarih-mekân bağlamında İstanbul’u yaşamaya çalışırdı.

Hiç durmadan koşturuyor, merak ediyor, geziyor, okuyor, yeni diyaloglar kuruyor, iş arayışlarını sürdürüyor, hayatın acılı girdaplarında hep tek başına yol alıyor, almaya çalışıyordu yazar.

En çok dergileri seviyordu. Her türden dergi okuyor, her türden kitaptan hoşlanıyor, aslında her türlü ortama girmeye çalışıyordu.

Ama içinde, derinlerde bir sancısı, sıkıntısı, hüznü onu hiç yalnız bırakmıyordu. Hiç bir zaman mutlu olamıyordu. Mutlu bir insan değildi. Ama mutlu anları vardı, hayattan zevk alıyordu, hayalleri vardı, hayata dair planları vardı. Hayatı gelişigüzel yaşayan bir insan değildi. Nazım Hikmet’in dediği gibi; hayatı ciddiye alan birisiydi aslında.

Acaba zaman zaman hayatı çok mu ciddiye almıştı, sorun burada mıydı?

Düşündüğünde aslında bazı şeyleri ne kadar büyüttüğünü, kendi kendisiyle bazen çok baş başa kaldığını, kendi yalnızlığını kendisinin beslediğini hatırladı.

Yurtta, odada, göl ve deniz kenarında, kitap okurken, iş ararken, sokaklarda, insanlarlayken bile neden bu kadar yalnızdı, neden bu kadar yalnızlaştırıyordu kendi kendisini?

İnsan bu kadar yalnızlıktan, hüzünden, karamsarlıktan mutlu olamaz ki!

O da bunu biliyordu ama elinde değildi, onun yapısı böyleydi. O buydu. Bu lisede başlamıştı. Çok çok karamsardı, çok üzgün, hüzünlü, mutsuz bir insandı aslında.

Zaman zaman düşünüyor yazar gerçekten için kan ağlayan bir palyaçomuydu hayatın karşısında?

Kimseye maskaralık yapmamıştı ama hayata karşı biraz da olsa mutlu mu görünmek istiyordu? Kendisini mi kandırmak, annesini mi biraz daha fazla mutlu etmek istiyordu gerçekte?

Yoksa tüm gemiler çoktan yanmış, bütün köprüler yıkılmış mıydı?

Uzayda Küçük Prensi hiç olmamış mıydı?

Yalan bir dünyada mı yaşıyordu ilk günden beri?

Böyle tuhaf tuhaf soruları aslında zaman zaman kendisine çok sorardı. Ama hemen bunlardan vazgeçerdi. Bazen bu soruları sormakta kendisini mutlu ederdi. Ama nedense kendisiyle tam baş başa kalmaya korkuyordu yazar.

Dağ başlarında bir günlük ömrü olan bir çiçek miydi kendisi? Yoksa böyle bir çiçek mi olmak isterdi?

Ama bunca gayret, bunca okuma, yazma neyin nesiydi öyleyse?

Bunca hayat, bunca gülüş, espri, geziler, sinemalar, resimler, fotoğraflar, sokaklar...

Hepsi birer yalan mıydı, yoksa?

Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini tam bilemeyen yazarı farklı kılan buydu işte.

Müthiş derece fırtınalı bir iç dünyası vardı aslında; sürekli değişen bir ruh hali ona hâkimdi.

Kendi kendine yetişemeyen bir kişilik vardı yazarın karşısında… Dostu da, düşmanı, zenginliği de, fakirliği de, yalnızlığı da, çoğulculuğuyla kendisiydi aslında.

Bazen aynalar karşısında kişinin kendi kendisiyle konuşmasının iyi geleceği söylenir. Acaba bu doğru mudur?

Doğru olmasa bile bazen kendi kendimizle konuşuruz, kendi kendimizi yargılarız, neden ben bunu yaptım, söyledim, deriz. Aslında ben buyum, deriz. İnsan kendisiyle baş başa kalında kendini yargılar, sorgular. Yazar ise bunda bir sınır tanımıyordu (tanımıyor).

Karşımızda bambaşka bir insan var, bambaşka bir yazar vardır? kimi zaman çok karamsar, kimi zaman çok iyimser, kimi zaman umutlu, kimi zaman tüm umutlarını kaybetmiş, bitmiş bir vaziyettedir.

Bunun bir ortası yok mudur?

Yeryüzündeki her insanda olması gerekir, ortası denen şey. İşte yazarın derdi belki de buydu? Kendi kendisiyle tam tanışık, barışık değildi. Zaaflarını, hobilerin, hayallerini, beklentilerin, sınırlarını, mutluluk çizgilerini biliyordu ama tam anlamıyla kendisiyle bir bütün olamıyordu, kendisini tam tanımıyordu; çünkü tanımak istemiyordu.

Otuz yıldır kara bir hastalık gibi içinde gezen onu zehirleyen istediği hayatı sürememesiydi. Çünkü o kendini aldatıyordu; çevrenin, ahlakın, işin, ailenin, dünyanın çevrelediği hayatında kendi kendisiyle barışık yaşamıyordu! Rol yapmayı sevmiyor, dürüst bir insan gibi davranıyordu ama bu tam böyle değildi işte! Kendisini tam tanımayan, kendisine tam saygı duymayan, kendisiyle tam barışık olmayan kişi hastalıktan kurtulamıyordu. İşte yazarın hastalığının altında yatan en önemli nedenlerden birisi buydu. Her zaman olduğu gibi gereksiz şeyleri büyüten yazar, bal gibi de doğru olduğunu bildiği bazı önemli şeyleri küçümserdi.

Değerleri üzerine yaşadığını söyler her zaman yazarımız. Ama kendisi için neyin değerli olduğuna hep toplumsal dinamikler karar vermiş, hayatına bunlar yön vermiştir. Düsturların buzulları altında ezilen kişiliği, yeni şekiller alıp yaralarla her darbeden sıyrılırken, yaşama sevincini daha da fazla kaybettiğini görmesi uzun sürdü yazarın.

Sonuçta; hayatta en çok iş yerinde örselendiği sonucuna vardı.

Kişiliği, kimliği, yaratıcılığı, haklılığı ezilmiş; kemik kırılır gibi onuru kırılmış ama o, o sertlikte tavır alamamıştı bunu yapanlara karşı...

Rüyalarında onu kovalayan üç başlı, salyalı, ağzı kanlı devasa yaratıklar aslında onun yanında olan, ona hayatı zindan edenlerden başkaları değildi...

Sürekli engellerle, iftiralarla, yasaklarla, hakaretlerle, örselenmelerle geçen yıllar...

İş, aş, üretim, geleceğe bir şeyler bırakma hırsı, sözlü kültürü yazıla hale getirme; belgeleme, kayıt altına alma koşuşturmaları, halka yararlı olma idealleri görüntüsünün arkasında; bunların birer yalandan ibaret olduğunu, çevresindeki insanların inandığı tüm değerleri kendi kişisel menfaatleri için kullanan yalancılar ve hırsızlar çetesi olduğunu geç anlayan; kendi hatasının bedelini, ruhunun yarısını öldürerek veren ağır yaralı bir kişiydi artık yazar...

İdealleriyle, hep güzellikler üreten, iyiyi isteyen, araştırmayı, çalışmayı, derleyip toparlamayı isteyen; sonuçta sen burada hiç bir işe yaramadın, hiç bir iş yapmadın, denilip kapı dışarı edilen, nankörlerin elinden yaralı, işsiz yazar...

Ruhunun yarısını da kaybetmemek için artık daha dikkatli olmalıydı… Yaşamı çok seven, onu sevenlerin de çok olduğu bir dünyada başka yıllar, başka olanaklar, seçenekler de vardı…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR (DENEMELER) – (2014)

 

KENDİSİYLE BAŞBAŞA KALMAYA KORKAN YAZAR

 

Yazar kendi kendisine, aslında ben kendimle baş başa kalmaktan mı korkuyorum? Diye sordu. Uzun süre düşündü. Kendi kendini dinledi. Hemen aklına; zaman zaman gözünün önüne gelen,  büyük ağaçlarla çevrili olsa da önünde tüm uzay boşluğunu görecek yıldızların arkasındaki bir kocaman boşluğa oturduğu kurumuş ağaç gövdesinden bakan bir genç çocuk geldi. Onu zaman zaman düşlerine çağırıyor, o çocuğun gözünden dünyayı ve uzayı izlemeye çalışıyordu. Ama en çok da uzaya, yıldızlara bakan bu çocuk nedense ayı pek sevmiyordu. Hâlbuki zaman zaman da düşünmemiş değildi, ben niye ayı sevmiyorum, diye. Dolunay olduğu zaman ki aydınlığın yerini başka hiçbir aydınlık tutamaz, diyen kendisi değil miydi? Peki, niye ayı değil de gökteki yıldızları hele hele de en uzakdakilerini devamlı izliyor, gözlüyor, onları özlüyordu?

Dünyaya ve uzaya;  o omuzları biraz sarkmış, düş kırıklıkları yaşasa da gözlerindeki sevgi pırıltısıyla bakan bu yazarın yaşamı nasıl bir yaşamdı?

Sürekli sergilere gider, hangi kente gitse o kentin müzelerini, özellikle de orada resim denen büyünün tablolarının olup olmadığını sorar, onları nihayetinde arar bulurdu.

Peki, resimdeki büyü nasıl bir büyüydü, neden saatlerce baksa usanmayacak bir heyecan ve mutluluk veriyordu kendisine? Hiç bir fotoğrafın büyüsü ona resmin büyüsünü vermiyordu. Heykeller ise zaten veremezdi. Sadece ağzını açık bırakan insan bedenini ve özellikle de çoğu erkekler elinden çıkmış olsa da, kralları, savaşçıları, tanrıları hele Apollo’yu yeniden bedenlendiren elleri düşünür, buna Mimar Sinan’ı da katmadan edemezdi. Çünkü ona göre Mimar Sinan sadece bir heykeltıraş değildi onun elleri de ruhu gibi, insan bedenini yapacak büyüye sahipti. O camilerin tüm detaylarında, o köprülerin tüm kıvrımlarında bir heykeltıraşla birlikte Tanrı’nın kendisine verdiği bir tılsımlının da ruhu vardı, eli vardı, gözü vardı. Kutlu nefesinden efesinden nefes üflemişti Mimar Sinan eserlerine. Artık Hurufiliğin de etkileri olan Bektaşiliği kendine rehber edinmiş, Pir Hünkar Hacı Bektaş’ın ismini her daim zikreden Yeniçerilerin askeri olduğu kadar manevi olan dünyaları da belki onun bedeninin bir yerlerinde gizliydi. Evet heykel ve mimari bunlar çok çok etkileyiciydi, büyülüydü, kendini çıldırtıyor, mutlulktan mutluluğa sürüklüyordu. Ama ne çare ki, tüm bunlar bile resmin büyüsünü ona vermeye yetmiyordu. İlle de resim diyordu, ille de resim. Tabii ki yağlıboya baştaydı ama sulu boya, guaj, kara kalem kısacası resmin her türünü seviyordu. Acaba tümünü seviyor muydu? Belki de tam değil. Bir Van Gogh delisi olduğu gerçekti ama gelin görün ki, yeryüzünde doğayla ilgili ne kadar resim var onun en büyük aşkı aslında onların tümünü görebilmekti.

Yeryüzündeki tüm doğa resimlerini görebilseydi ne kadar mutlu olurdu!

Ama o yine de doğanın içindeyken; bir akarsuya bakarken, ormanın derinliklerinde kuytu köşelere bakarken, sıra dağların arkasındaki ufuk derinliğine bakarken, göllere, barajlara, derelere, kuşlara, koyunlara, gün doğumuna, gün batımına, denize, baltasıyla odun kesen köylüye, dumanlı yaylalara, yaylalardaki insanlara, ahşap evlere bakarken, sisli havalara, yağmurlu, karlı havalara bakarken de aynı duygularla dolup taşıyordu.

Yüce bir yaratıcıya yani Hakk’a inanan bir insandı. Tüm kâinat onun varından var olmuştu. Her bir yerde, doğanın içinde yüce yaratıcının yani Hakk’ın bir izi vardı, tümü Allah’ın bir yansıması, bir parçasıydı zaten şeksiz şüphesiz; tüm insanlar, tüm canlılar, tüm doğa ve evren...

İşte şimdi son bir yıl içinde okuduğu yüzlerce eser içinden duygu dünyasına kapı açacak bir kaçını tekrar hayal etti: Paulo Coelho’nun Simyacı’sı, Gogol’un Ölü Canlar’ı, Cengiz Aymatov’un Gün Olur Asra Bedel’ini. Birden şaşırdı. Niçin ilk çırpıda bunları sıralamıştı? Hâlbuki o daha çok şairlerin dünyasında olan, nerde ne kadar şiir varsa okumak arzusunda olan bir şiir tutkunuydu, belki de tam anlamıyla delisiydi! Evet, binlerce şiir kitabı okumuştu. Bu bir abartı değildi. Türk Edebiyatı’nın hemen tüm çağdaş ve halk ozanlığı geleneğindeki ozanlarının eserlerini hatta onlarla ilgili yazılanları da çokça okumuştu. Dünya şiirinin devlerini de çevireler marifetiyle de okumuştu. Zaten ne yapabilirdi yabancı dil bilmiyordu ki, bilse ne olacaktı, her yabancı dil bilen yabancı dilden şiir mi okuyacaktı, okuyurdu?   Ah ille de Fransız şiiri, ille de Fransız şiiri ona bu şiiri ve Fransız şairleri sevdiren ise Erdoğan Alkan’ın çevirileri olmuştu: Gérard de Nerval, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Baudelaire, Mallarmé, Aragon, Pablo Neruda... Birden aklına gelmişti aslında kendince bir aydınlanma kitabı olan Emile Zola’nın Gerçek kitabıysa onun çok etkilendiği romanlardan birisi değil miydi?

Ve elbette son bir yılda da yüze yakın kitap okumuştu. En son Sone Yayınları’ndan çıkan 25 kitabın tümünü bir çırpıda yutmuştu. Ama demek ki aklında olanlar bunlardı. Diğer araştırma kitapları dışında. Neydi onu bu kadar etkileyen bu kitaplardaki? Yalnızlık ve macera arayışı mı? Farklı karakterler, doğanın büyüsü, çarpıcı konular mı? Yoksa çekip gitme arzusu, yolculuk, trenler, atlı arabalar ve uzay boşluğundan bir yardım umma hissi miydi?

İşte yazar o delikanlının gözünden uzaya bakarken bunları düşünüyordu. İçi öylesine farklı duygularla doluydu ki tarif etmesi imkânsızdı.

Fırtınalar içinde kıvranan bir gemi gibiydi. Bir sakinlik arayan bu gemi aslında deniz süt liman olduğu zaman ise sıkıntıdan patlardı! Hırsla yol almalıydı, nice denizleri aşıp hedefine doğru hızla ilerlemeliydi. Hiçbir şeyin onu durdurmaması gerekirdi. O kendi kendine çizdiği yolda, hiç durmadan, rotasından sapmadan yol almalı, hedefindeki işi tamamlamalıydı. Bu onu çok gerse de, bazı insanlarla çatışsa, çarpışsa, onun hedefini kendileri için bir tehdit olarak algılayanların her türlü haince saldırılarına rağmen o gemi yol almalıydı. Ne yapıp yapıp hedefine ulaşmalıydı. Ancak öyle iyi bir kaptan olabilirdi. Elbette sakin sakin huzurlu, çocukların uyku halindeki gibi sonsuz mutluluk halindeki gibi de yol almalıydı. Ama bu her zaman olmazdı. İnsanın her günü birbirinin aynısı olamazdı. Hayat sarsıntılarla dolu bir okyanus gibiydi. İnsan dolup boşalmalı, yeni hayat tecrübeleri içinde; yeni şeyler, yeni yerler keşfetmeliydi. İnsan yaşadığı müddet boyunca yeni insanlar tanımalı, her bir adanın, yarımadanın, denize dökülen her bir akarsuyun öyküsünü dinlemeliydi o geminin kaptanı.

Bu gemi bir uzay gemisi olsaydı ne olacaktı peki? Uzayın sonsuzluğunda nice yıldızları, galaksileri aşan uzay gemisinin amacı ne olabilirdi? O da yeni yerler, yeni canlılar, yeni maceralar peşinde olmaz mıydı, olamaz mıydı? Peki, bu uzay boşluğuna bakan çocuk gerçekten uzayda bir yolculuk mu yapmak istiyordu, yoksa başka bir hayal peşinde miydi? Bunu bilmek mümkün müydü? Çünkü insan zihninden, hayal dünyasından nelerin geçtiğini kestirebilmek mümkün müydü? Saniyeler içinde o kadar farklı hayaller kurup, ondan ona, ondan bir diğerine geçebilir ki bu hayallerin bir kısmı diğerini kurarken unutulur gider, belki de hiç hatırlanmaz bile sonsuza kadar.

Ya bu çocuk bu hayalleri yıldızların altında belki de bir ay ışığı altında yaparken bunu sadece yaşamından, okuldan, ailesinden, çevresinden sıkıldığı için değil de sadece bir fantezi olsun, diye kuruyorsa? O zaman sıkıntılı bir ruh haliyle kurulan hayallerle, her şey gerçekten yolundayken kurulan fantezi hayaller arasında ne gibi farklar olabilirdi? Yazar bunları hayal edince şaşırdı. Bir anda neler de düşünmüştü!

Ya bir tren kaptanı ne yapardı? Uçsuz bucaksız ovaları, vadileri, dağları, tepeleri, tarlaları, gölleri, akarsuları aşarken bir tren ve o treni kullanan kaptan ne düşünürdü?

Evet... Sararmış, bozarmış, türlü renklere bürünmüş, alıyla, moruyla, soğuk rüzgârların kavurduğu akçaağaçların yanından, birden kalkıp havalanan ördekleriyle göllerin kenarından, karlı dağların eteğinden geçip giden bir tren ve onu kullanan kaptan her seferinde aynı duygularla mı uyanıyor, uyuyordu...

Bir tren hayal edin... Atlantik’den Pasifik’e kadar iki okyanus arasında yol alsa... Dünyanın tüm evlerinin, tarlalarının, dağlarının, binalarının, mevsimlerinin yani tümden doğanın bir özetini görebilir miydi? Rüzgârın biraz da olsa hafiflettiği köle gibi çalışan çiftlik işçilerinin, bir dilim ekmeğin peşinde sanki çalıştıkça biraz daha kısalmış gibi görünen yetim çocukların hayallerini biraz olsun yakalayabilir miydi bu tren ve bu trenin kaptanı...

Evet, yazar sıkıntıdaydı, şiirler, resimler, güneş altındaki veya ay altındaki canlı doğaya rağmen, gezilere, sonsuz sohbetlere rağmen sıkıntılıydı.

Ama yazar düşününce bu sıkıntısının biraz da kendisinden, uzun zaman önce unuttuğu, kendi kendine unuttuğu bir özelliğinden kaynaklandığını bu sabah keşfetti.

Yahu dedi kendi kendisine uzayla dolusun, hatta aşağılardan uzaya bakan gibi uzaydan dünyaya bakan belki de onun ruh ikizi olan,  bir başka Küçük Prens’in var, yüz binlerce tablo resmin var, milyonlarca dize şiirin var, binlerce tanıdığın var,  yüzlerce dağ, deniz, ırmak, göl var... Binlerce vaşakların var, kaplanların, ceylanların, yüz binlerce kuşun var...

Tanrı vermiş her şeyi… Herkese verdiği gibi sana da vermiş işte. Tüm hayatı sana da vermiş…

Sen bir şeyi unutmuşsun şimdilerde...

Kendi kendine kalmaktan niye korkasın ki; seni yaşama bağlayan hayal gücünü zaten yalnızlığına borçlu değil misin sen? Niye bundan korkuyorsun, bol bol yalnız kal, bol bol hayal kur, hayal kurmaya devam et... Zaten senin besinin bu... Neydi seni bu kısır döngüye düşüren güç? Bilinçli olarak engellenmen, yalnızlaştırılman, işe yaramaz, hoyrat, yabancı gibi görülmen mi çalıştığın yerde? Yoksa tüm bunların etkilerini biraz da kafanda büyüterek sıkıntıya düşmen ve yıllar yılı boşu boşuna aldığın o ilaçlar mı? Seni senden alan, seni tanınmaz bir insana dönüştüren sıkıntıların bir nedeni de bu doktorlar ve ilaçlar olmasın? Ben yalnızım, ben korkuyorum, ben uyuyamıyorum dedikçe sana reçete zoruyla içirilen ilaçlar mıydı yoksa seni mahveden? Vah... vah... vah... Yazarım benim? Bu kahrolası ilaçlar mı seni mahvetti... Acaba öyle miydi? Belki de tam değil ama yine bunun büyük bir etkisi vardı...

Yalnız kalmak, kendi kendinle baş başa kalmak, düşünmek, hüzünlenmek, korkmak...

Ne vardı bunda... Uyursan uyursun, uyumazsan uyumazsın... Bir saatlik uyku da sana yetmiyor muydu? Bu durumda olan ama çoğunun itiraf edemediği yüz binlerce insandan birisi de sensin. Ne olacaktı kendini denize mi atacaktın çok bunaldığında? Hani daha yapacak çok işi olan iyi bir kaptan olup hayat sınavını tamamlayacaktın?

Hani kafanın içindeki haritayı tamamlamak için her türlü insanca yolu kullanıp yoluna devam edecektin?

Yüz gram şundan, elli gram bundan, yetmedi üç yüz gram daha olsun... Vah yazarım vah... Vah Küçük Prensim vah...  Bu ilaçlara seni kim alıştırdı, Allah ona akıl vereydi, izan vereydi, o ilaçları o alaydı... Sen ilaçlarını zaten alıyordun... Ne gereği vardı... Müzikle beslendin, sevgiyle beslendin, muhabbetle beslendin, sinemayla, Anadolu’yla, Rumeli’yle beslendin... Şiirle, resimle, doğayla beslendin, kitaplarla, dostlarla beslendin? Ne gereği vardı bunlara...

Yalnız kalmakmış? Ula ula her zaman yalnızdın zaten sen... Hayatta kim yalnız değil ki üstelik... Her birisi karısına, anasına, babasına, çocuğuna, işine, arabasına sarılarak yalnızlığını yok saymak, unutmak istemiyor mu? Evinde yapayalnız yaşayan bir insan elbette yalnız olur... Bu kadarı doğaldır da zaten... Ama sen niye yalnız olasın?..

Her şeyinle o kadar çoğulsun ki, kimse senin kadar çok değil...

Uzay boşluğunda gülünü sularken, onu hainlere koklatmazken, orada duran Küçük Prens’in var.

Sen zaman zaman gidip sohbet ettiğin, söyleştiğin onca insanla ve bazen seni ziyaret edenleri ağarlarken, sen bir makinist, bir uzay kaptanı olarak hiç bir zaman durmayan, durmayacak, duramayacak bir gezgin olarak, bir maceracı ve üreten bir yazar olarak niye sıkılasın ki?

Seni bu ilaçlar mahvetti, hain, çirkin, bencil insanlarla birlikte...

Vah yazarım, vah Küçük Prensim vah... Kendi kendime yalnız kalmak... Bir devrim yarattın kendi kendine üç ay önce ayaklarının altında çiğnedin o ilaçları...

Üç aydır yavaş yavaş kendi kendine fısıltı halinde sormaya çalışıyorsun; ben neden korkayım ki yalnız kalmaktan, kendimle baş başa kalmaktan, kendimi dinleyip, yalnızlığım içinden içimdeki çağlayanı uyandırmaktan?

 

Geçen Seneden Bir Yazı (2014)…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ayhan Aydın’dan

Şiirler

 

Sılada

 

Ne kargalar

Ne uçan yıldızlar

Söylesin

Garipliğimi

Anama, bacıma, küçük prense

 

1992

 

 

 

 

 

Acılarım

 

Zamanın dehlizlerinde olgunlaştırdım

Acılarım sizi

Hayın bakışların uzunluğunda

Kırık bir kuşkanadı çaresizliği

Yetim bir çocuğun ezikliği gibiydiniz

Acılarım

İçimde hep taşıdığım kisttiniz siz

Açlık gibi keskin

Yalnızlık kadar kalleş

 

1992, İstanbul

 

 

 

Gönlümde İnce Dallar Kırılır

 

Bir rüzgar eser

Bir yaprak düşer

Yüreğimde ince dallar kırılır

Hayal alemimde

Bir çocuk gülümser bana

 

Aralık 2000

 

Gün Gelir

 

yorgun argın

bir adam girer içeri

umutları tükenmiş

 

yorgun argın

bir adam kalkar yataktan

karabasanlar içinde

kaybolmuş hayalleri

 

nergisler, laleler,

sümbüller, leylaklar değil

toprağın ısınması bile yenemez

içini dondurmuş

hayınların hıyanetlerinin

donukluklarını

 

gün gelir belki

kanayan yüreğini

bir kuş sesi teselli eder

 

gün gelir belki

yine içi coşar çocukça

koşmak ister ardına bakmadan

tarlalarda

 

 

gün gelir belki

şiirlerin

okumaların tadına yine varır

 

gün gelir belki

sığınacağı bir kuytuluk bulur

volkanlar içinde

 

gün gelir belki

dalgalar alır onu

basar bağrına

diyar diyar öteye taşır

 

Ocak 2002

Sıcak Bir Sonbahar Günü Ölsem

 

Sıcak bir sonbahar günü ölsem

Hafif bir rüzgar sallasa dalları

Üstüme düşse sararan yapraklar

 

Neresinde olursam olayım dünyanın

Getirseler cesedimi İstanbul’a hırpalamadan

 

Vakitlerden bir vakit

Şahkulu Dergahı’na kurulsan son kez

Sazlar sözlere, nefesler düvazlara karışsa derken

 

Son kez el sallasa dostlar, sevenler, komşular

 

Bir yağmur yağsa

Sonra

Hani bir sonbahar yağmuru

Usuldan

Camlara vursa damlalar

Fesleğenlere, kasımpatlarına, sardunyalara düşse

Sonra üstümü örten toprağa

 

Bir sessizlik, bir sessizlik olsa

Çıt çıkmayan

 

Tek başıma kalakalsam sonra

Her zamankine benzer yani

Sokaklarda yalnız yürüyen bir adam gibi

Ana rahmindeki gibi

Hiç doğmamış gibi

Sonsuz bir rüyada gibi

 

28 Eylül 2002

 

Ben (I)

 

Ben bir yalnız atlı

Gideceği yolları kaybetmiş

Soğuk rüzgârların kavurduğu

Hüznü yüreğinde saklı

 

Ben bir garip derviş

Asası elinde heybesi sırtında

El attığı her şey kurumuş

Akça ağaçlar kadar yaralı

 

10 Nisan 2005

 

Ben (II)

 

Soğuk ve karanlık

Uzun bir geceden geldim

Terk edilmiş, yıpranmış, unutulmuş

Büyük tarihi yapılar

Sizin kadar yorgunum

 

Issız vadiler içinde

Çağıl çağıl gürleyen çeşme

Senin gibi yalnızım

 

Anasını, babasını erken kaybetmiş

Mahsun gözlü çocuk

Senin gibi öksüzüm

 

13 Nisan 2005

 

Paslı Zincirleri Kırsam

 

paslı zincirleri kırsam

köhne zihinleri yıksam

çağıl çağıl sevgi derip

zulmün kalesini yaksam

 

insan yarasını sarsam

yetimin halini sorsam

diyar diyar, gurbet elde

haksızın bağrını ezsem

 

dost arasam, dost bulsam

hem muhabbetinden doymasam

yürek yürek tüm dünyaya

aşkın bayrağını diksem

 

soğuk karlı fırtınalar içinde

kayıp gitsem ışıklar içine

tüm sızılarımdan kurtulup

akıp gitsem uzak diyarlara

 

9 Ağustos 2005

 

Yalnızlığın Destanını Yaz

 

Kara gecelerin acısını

Şafak alacasının ıssızlığını yaz

 

Olmayan bir oğul kokusunun tadını

Kimsesizliğinin sızısını yaz

 

Uzak diyarlara özleminin

Horon çekip gitmenin alazını yaz

 

Bir çalı kuşu umarsızlığının

Kışın soğuğunda hep üşümenin hüznünü yaz

 

Bir büyük ozanın öldüğünü

Yalnızlığın paylaşılmaz acısını yaz

 

13 Ağustos 2005

 

Acıların Çocukları

 

Afrika’dan, Irak’tan

Geliyor cılız sesleri

Akılları ermez

Dünyanın gidişine

Güçleri yetmez

Dünyanın çarkını değiştirmeye

Ne emperyalizmin

Ne mafyanın

Ne adi yöneticilerin

Ne çürüyen ahlakın

Ne ahlak bezirganlarının

Üstesinden gelebilirler

Masumlar, mazlumlar, kimsesizler, çaresizler,

Sokakların; savaşların, acıların çocukları

 

1 Eylül 2005

 

Memleketimde

 

Ayakları çıplak

Elleri nasırlı

Gözleri umutsuz

Yarınları karanlık

Yürekleri üşümüş

Sevgileri soğumuş

Hayalleri tüketilmiş

Bedenleri örselenmiş

Analarından ayrı

Altısında yüzlerinde araba yağı

Yedisinde sigara soluyan

Sokakların, kaldırımların, isyanların

Çaresizliklerin, öfkelerin

Şimdiki sahipleri

Onurları satılmak istenen

Çocuklar çoğaldı bu sene de

 

1 Eylül 2005

 

Ahmet Hezarfen’e

 

bir gün hayat biter

uzak yıldızlara ulaşırsın

yürekten gelen gözyaşlarıyla

gerçek sevenlerine kavuşursun

ol dem

yakın olur uzak, ırak

muhabbetin gerçeğine erişirsin

yarım kalan sohbetlerin tamam olur

ölümsüz sevgililerinle buluşursun

 

1 Eylül 2005

 

Ben Geldim

 

Döve döve dizlerini çürüten anam

Yakma kendini

Güller içinde ben geldim

 

En büyük gıdası

Oyunlar içinde

Oyuncakları ellerinden düşen

Neden hala Babam gelmedi

Diyen

Güzel yavrum

Kuşların kanadında ben geldim

 

Gözünün yaşı hiç dinmeyen

Biricik sevdiceğim

Ağlama

Rüzgarla dalgalanan

Bayrağım ve sancağımla

Ben geldim

 

Su içer, ekmek yer gibi

Sigara soluyan

Sakalı uzamış babam

Çağıl çağıl

Türkiye Türkiye

Ben geldim

 

Zaten hiç gitmemiştim

Zaten hiçbir zaman, hiçbir yere

Gitmedim, gitmeyeceğim

 

Bayrak bayrak

Şiir şiir

Çiçek çiçek

Ben ölümsüz bir ruh olarak

Hep sizinleyim

 

Şehitler ölmez

 

2 Ekim 2005

 

 

RAHMET

 

karanlık umutsuzluklardan sonra

beklemelerin yorgunluklarından sonra

ana kokusuna hasret bebelerin

ağlamalarından sonra

rüzgarı bekleyen yeldeğirmenlerinin

özlemlerinden sonra

yarasına merhem olacak hastanın

tabibini bulmasından sonra

nice günlerden, sancılı gecelerden sonra

bulutlarla geldi rahmet

yangınları söndüren

gönülleri güldüren

rahmet

 

3 Eylül 2005

 

Dur Eğlen

 

Karabasanlar sokağına sapan yolcu

Dur eğlen

Nedir bu gamın, nedir bu kederin?

Dallarda çiçekler açtı

Nevruzlar, sümbüller erişti

Karlı dağlardan dumanlar çekildi

Börtü böcek sardı alemi

Alıyla yeşiliyle uyandı doğa

Nedir bu ahın, nedir bu feryadın?

Gün döndü

Sarı sıcak sardı toprağı

Niye donar için, niye açmaz çiğdemin

Daha ne kadar koyu karanlık örter

Geceni, gününü

Bu yorgunluk, bu hüzün nereden?

Kimsin sen?

Bu cehennem azabı

Bu kış, bu boran neden?

Oğlunu mu verdin sonsuzluğa?

Evin mi yandı?

Erenlerin sitemine mi uğradın?

Yarini mi küstürdün?

Neden ince hastalıklar sarmış

Gibi kıvranırsın?

Neden ağzın zehir gibi

İçtiğin suyun, yediğin ekmeğin, tuzun

Tadı yok?

Dar mı geldi bu dünya

Yoksa çok mu geniş?

Derin ormanlar içinde yürüyen

Yaralı yolcu

Dur eğlen

Soluklan biraz

Biraz dinlen

Saatler hangi anı

Yıllar hangi çağı gösteriyor

Hangi yıkılmış uygarlıkların resmi

Hangi kayıp zamanların adamısın?

 

Hangi haksızlıkların çocuğu

Hangi denizde kaybolmuş gemisin?

Dur söyle

Ölüme mi yakınsın

Yaşama mı?

 

1 Nisan 2006, Harabati Dergahı, Makedonya

 

Harabati Baba Dergahı

 

Yüzyıllara sen meydan okudun

Garip gönüllere ilham oldun

On İki İmam katarında

Erenlerin mührü oldun

 

Balkan’ın göbeğinde

Karlı dağlar eteğinde

Çam ağaçlarının öbeğinde

Mihmanlara konak oldun

 

Makedonya Tetovo’da

Ehlibeyt’in  katarında

İnananların gönül katında

Yaralara merhem oldun

 

Meydanevinde yanar çıraklar

İmansızlar ne bilir, ne anlar?

Hele de şimdi kara mollalar

Haksızlara dur durak oldun

 

Kazım Baba, Tayyar Baba hem önder

Geldi geçti zor işler, zor günler

Baba Tahir Emini gerçek rehber

Gönüllere ölmez sultan oldun

 

Derviş Abdülmütalip hizmet ehli

Analar, bacılar gerçek bekçi

Baba Mondi umut olup geldi

İnananlara hem geçit oldun

 

Server idi gerçek adı

Bıraktı beyliği, paşalığı

Muhamed Ali köçeği

Gönüllerde gerçek vezir oldun

 

Viran bağlarda bülbül öttürdü

Çeşmesinden abı Kevser dağıttı

Harabati idi adı kaldı

Tarihler boyu ölümsüz oldun

 

Şadırvanda şakır sular

Mihmanevinde sohbetler, sözler

Dünyaya açılan dört yöne kapılar

Bektaşiliğin abidesi oldun

 

Bunu yazdı Ayhan Aydın

Genç yaşta oldu bezgin

Yine çok şükür ki bir gezgin

Dertleri yüklemiş olmuş mecnun

 

Nisan 2006,

Kalkandelen, (Tetovo) Makedonya

 

Helal Olsun Sana

 

Helal olsun sana emekçi çocuk

Sırtında çuvalın on katın kadar

Ana sütü gibi temizdir sana

Üç kuruş ta olsa aldığın para

 

Haydi dinlen biraz, biraz soluklan

Açıkmış karnına girsin bir lokman

 

Terini alsın, alsın da rüzgar

Boğmasın güneş gölge olsun bulutlar

Kararmış ellerin, ellerinde har

Melekler kıskanır gözlerinde nur

 

Haydi dinlen biraz, biraz soluklan

Açıkmış karnına girsin bir lokman

 

Yaşın belli henüz on, on iki

Belli yatağın sıcaklığını arar bedenin

Mutlu günler çok uzakta bir hayal

Pusların ardından ne zaman gelir bahar?

 

Haydi dinlen biraz, biraz soluklan

Açıkmış karnına girsin bir lokman

 

Dört nala atlı  araba gibi

Böyle koşusun nere?

Ağlama çocuk haydi gül biraz

Hayat boyu belki sürmez bu çile

 

Haydi dinlen biraz, biraz soluklan

Açıkmış karnına girsin bir lokman

 

14-15 Temmuz 2006

 

Ölüm Sana Yakışmaz

 

uyu bebeğim uyu

ölüm sana yakışmaz

israil’in bombaları

seni bizden koparmaz

 

çiçeklerle bezenmiş salın

kalk hele güle güle bir salın

ana, baba diyecek yaşın

ölüm sana yakışmaz

 

garip garip bakar ağabeylerin

öfke nedir bilmez yaşıtların

yasın çeker hısımların, yakınların

ölüm sana yakışmaz

 

zalimin zulmü yerlerde

ananın feryadı göklerde

meleklere karıştın cennette

ölüm sana yakışmaz

 

27 Temmuz 2006

 

(İsrail bombalarıyla Gazze’de öldürülen 3 yaşındaki Bara Habib’e)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayallerim battı kara bir çamura

Vücudum döndü ruhsuz bir korkuluğa

 

13 Mayıs 2008

Gözlerin Yıldızlardan Seçme

 

Çeşmelerdeki suyun sesiyle büyüyen çınarlar

Çınarların gölgesinde çoğalan kuşlar

Rüyaların huzurunda boy atan çocuklar

Çinilerin renkleriyle ölümsüzleşen mabetler

 

Ölüm müydü bizleri yaklaştıran?

Göz yaşlarımıydı hüznümüzü alan?

Kahkahalar mıydı yaşam sevincimiz?

Toprak mıydı rahman?

Gök müydü rahim?

Su muydu, ateş miydi, rüzgar mıydı, Ay ata?

 

Gözlerin kainat

Gözlerin sonsuzluk

Gözlerin yıldızlardan seçme

Gözlerin en büyük yalnızlığım

 

Hayatımın umudu yaşam sevincim

Nerdesin, nerelerdesin?

 

 

Kasım 2008

Yalnız Adam

 

Dünyanın tüm gamı kederi

Çökmüşte üstüne yatar bir adam

Bir yanından tren geçer

Bir yanından vapur gider

 

Kararmış tüm bulutlar gözünde

Yığılmış da dalmış derin uykusuna

Ne martıların çığlıklarını

Ne kubbelerden okunan ezanı duyar

 

Neye yarar giydiği takım elbise

Hangi yarasını sarar sağdan soldan geçenler

Dumanını çek derinden derine

Efkarlarını rüzgarına verdiğin sigaranı

Neye yarar neye yarar

Bu sarhoş edici hava

 

Yorgunluğunu veriyor derin soluklarına

Ama çaresizdir artık tüm avuntuları

Kornası kornasına karışan arabaların yanında

Çaresiz yatar bir yalnız adam bir bankta

 

Bura nere hey uykusu derin kuyularda

Hayalleri değirmenlerin çarklarında kalan

Üç günlük sakalıyla tünellerin içinden

Sızan güneş ışığına hasret adam

 

Gülhane Parkı çınarlarının gümbürtüsü

Çocukların sevinç çığlıklarına

Suya kavuşan toprakların harkların

Neşesi de uyandırmaz mı seni yalnız adam

 

7 Aralık 2008, (Annem, Ceşminaz-Cemal ağabeylerle)

 

 

Aşık Müslüm Kumru (Seyrani)’ye…

 

Zalim felek yıkılsın çarkın senin

Yine boz bulanık akıttın sularını

Gönül evime bir figan düşürdün

Kumru’m, Kumru’m dedirttin dillerimi

 

Şu vefasız dünyada tek başına yalnızdı

Sızılattın içimi akıttın göz yaşlarımı

Daha tam bitirememişti kültür cemevini

Dağ başında çöktürdün kara bulutunu

 

Seyran oldum dost bağına girmek isterim

Gonca gonca bitmiş güllerini dermek isterim

Hani akşam vakti su sıvardım dinlenmek isterim

Mecalsiz koydun yürüyeceğim yollarımı

 

Müslüm müslüm eser çiğdemlerim üstünde

Efil efil esmek ister yarpuzların üstünde

Kışın ağızım olacak fasulyelerin üstünde

Dostlarıma ulaşacağım kar kaplamış yollarımı

 

Garibim benim, garip misin tüm ozanlar gibi

Garibim benim, garip misin aklı başından gitmiş gibi

Garibim benim, garip misin yere yığılmış gibi

Sevenlerini üzdüp de gönülsüz gitmiş gibi

 

25 Şubat 2009

 

 

kaderim yalnızlık sarmalında

ilmik örer

ne hikmet

son zamanlarda

bir düş görüyorum devamlı

 

sabah akşam, gece gündüz

 

düşüm yıldızlar kadar güzel

 

çıkıp gitsem diyorum

herhangi birgün apansız

 

ağır ağır yürüsem suya doğru

dalgaların sessiz uğultusana

karışsam

 

gerçek bir rüyada olsam yani

tüm dertler geride kalmış

huzura varmışım şimdi

gökyüzündeki gibi

 

9 Ocak 2010

MURADIMA EREMEDİM

 

Avrupa’ya gidemedim

Yükümü de seremedim

Yol ver karlı dağlar yol ver bana

Muradıma eremedim

 

Bir yuvacık kuramadım

Çoluk çocuk deremedim

Kahpe felek engel oldu

Menzilime yetemedim

 

Akan sular akmaz oldu

Bendini de yıkmaz oldu

Gül yüzlü nazlı yarim

Bir kez bana bakmaz oldu

 

Uçan kuşlar uçmaz oldu

Tabip yaralarım sarmaz oldu

Düştüm bir karanlık zindana

Gecem günüm seçmez oldu

 

Benim adım Derviş Ayhan

Gam ve kederdir tasam

Çok yol aldım ama

Hedefime varamadım

 

7 Eylül 2010

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rumelihisarüstü’nde Bir Hasta Ziyareti

 

Dalınızda gülünüz kurumasın

Gönlünüze güman uğramasın

Yüzünüzden neşe ayrılmasın

İmam Ali’nin yolundan gidenler

 

Allah doğruluktan ayırmasın

Ehlibeyt’ten mahrum eylemesin

Sevgi sizden hiç eksilmesin

İmam Ali’nin yolundan gidenler

 

Hastamız umudunu kaybetmesin

Sağlık mutluluk eksilmesin

Çiçekle dolsun dallarınız

İmam Ali’nin yolundan gidenler

 

 

Ayhan Aydın, Ocak 2013

 

SUSARSIN

 

Dal uzar

Tırnak uzar

Dil kısalır

Susarsın

 

Bakış uzar

Hasret uzar

Umut uzar

Susarsın

 

Gün uzar

Saat uzar

Ömür kısalır

Susarsın

 

Çığlık uzar

Dert uzar

Uyku kısalır

Susarsın

 

 

10 Nisan 2013

 

Başı karlı yüce dağlar

Eteğinde koyunlar meler mi

Yavrusundan ayrı düşmüş analar

Gözyaşlarını döker döker ağlar mı

 

Bulutlar içinde çimenli yayla

Lale sümbül bitip kokar mı

Çatalçamdan Kart Cemal

Öküzleriyle bir gün olur gelir mi

 

Melidar’dan kalkan keklikler

Başyurt’a varır varmaz öter mi

Bostanını sıvaran Esma Hatun

Yine bir gün bana kabak verir mi

 

 

 

Ayhan Aydın’dan Şiirler (İRAN)

 

 

 

Yüzbin kişi gelmiş niyaz ediyor

Horasan piri İmam Rıza’yı

Kumru kuşları bülbül gibi şakıyor

Horasan piri İmam Rıza’yı

 

Dertlerimin dermanı olmuş gülüyor

Şehri gülüstanda mis gibi kokuyor

Cümler erenler delil yakıyor

Horasan piri imam Rıza’yı

 

Cümle dedeler, aşıklar dua ediyor

Gözyaşları sel sel olmuş akıyor

Meded mürvet diyenler coşuyor

Horasan piri İmam Rıza’yı

 

Derdimi dökmeye geldim

Kevserinden içmeye geldim

Nurundan kanmaya geldim

Horasan Piri İmam Rıza

 

Işığından yunmaya geldim

Özümü sana demeye geldim

Nasibimi senden almaya geldim

Horasan piri İmam Rıza

 

Türkiye’den selamla geldim

Gönlümde aşkımla geldim

Sazımla, duvazımla geldim

Horasan piri İmam Rıza

 

Barışla, kardeşlikle geldim

Dostlukla, yoldaşlıkla geldim

Kini, kibri attım da geldim

Horasan piri İmam Rıza

 

 

Deli gönül coşta git

İmam Rıza’nın şehrine

Özünü birle de git

İmam Rıza’ınn şehrine

 

Dertlerini alda da git

İmam Rıza’nın şehrine

Sular gibi akta git

İmam Rıza’nın şehrine

 

Karanlıkta olsan da git

İmam Rıza’nın şehrine

Kederlerle dolsan da git

İmam Rıza’nın şehrine

 

Zincirliysen de git

Başın dumanlıysa da git

Gönlün gümanlıysa da git

İmam Rıza’nın şehrine

 

Şifa istiyorsan git

Derman arıyorsan git

Nurlanmak istiyorsan git

İmam Rıza’nın şehrine

 

Çok coştum çok istedim

Cennet gibi Meşhed’e düştüm

Hayal kurdum düş gördüm

Cennet gibi Meşhed’e düştüm

 

Bir yol varayım dedim

Kuşlar gibi uçayım dedim

Kendimden geçeyim dedim

Cennet gibi Meşhed’e düşdüm

 

Dağına hem taşına, ovasına vardım

Ehlibeyt’in aşkına yananlara vardım

Mis gibi havasına, şifalı suyuna vardım

Cennet gibi Meşhed’e düştüm

 

Horasan’ın kalbinde sen

Gece gündüz avazında sen

Aşık dolu insanlarıyla sen

Cennet gibi Meşhed’e düştüm

 

Kara taşa nazar kılan

Toprağa bereket getiren

Cümle alemi nur dolduran

Seyyid İmam Rıza Hu

 

Bir nazarıyla su çıkaran

Çölü cennete çeviren

Yılgın gönülleri coşturan

Seyyid İmam Rıza Hu

 

Ağuları tas tas içen

İmam Ali’nin yolundan giden

İmam Hüseyin misali yılmayan

Seyyid İmam Rıza Hu

 

Alimlerin alimi olan

Seyyidlerin rehberi olan

Paslı gönülleri parlatan

Seyyid İmam Rıza Hü

 

Şerri hayırlara çeviren

Hayali ruha gıda veren

Dileyene dilediğin veren

Seyyid İmam Rıza Hü

 

Dar günlerde kılavuz olan

Gariplere yoldaş olan

Yoldaşlara kamber olan

Seyyid İmam Rıza Hü

 

Ben senin derdinden ölsem geçemem

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

Senin huzuruna kolay çıkamam

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

 

Aşıkların söyler türlü dil ile

Avaz avaz olmuş gönlüm dert ile

Yaralarım saram senin nefesin ile

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

 

Cihandaki tüm koçlar sana kurbandır

Akıl ermez yerin en sırlı makamdır

Deryalar dolsa boşalsa yine ummandı

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

 

Uykusuz gecelerimi sana terk edem

Gönlümün içinden dertlerimi sana diyem

Kana kana rahmetinden içem

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

 

Seni sevenler gelir Yemen’den Çin’den

Bulutlar sarhoş olmuş aşkından neşenden

Başlar secdeye gelmiş inançtan özden

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır

 

Ne büyük mutluluk ki çocuklar koşuyor sana

Her dilden insan niyaz bent oluyor sana

Alimler tefsir ediyor akıl danışıyor sana

Derdimin dermanı İmam Rıza’dır.

 

 

 

 

 

 

İBRAHİM ŞIH DEDEM HÜ

 

Dertli dertli sazın çalan

Ehlibeyt’in metin eden

Turna gibi semah dönen

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

Çerağları kandil yakan

Gönülleri ruşen kılan

Dertlilere derman olan

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

Aşkın narıynan yanan

Yürekten kini kibiri atan

İmamların yolun tutan

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

Hüseyin’e gözyaşı döken

Taze fidanları aşlayan

Birlik ateşini yakan

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

Aşk badesinden içen

Sırat köprüsünden geçen

Birlik denizine giren

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

Sarıbal’ın adın duyuran

Dertli Ayhanı söyleten

Şiran cemlerinde anılan

İbrahim Şıh Dedem Hü

 

 

İbrahim Şıh Dedemizi hiç unutmadık, onu her zaman büyük özlemle anıyor,  kalbimizde yaşatıyoruz.

Bu şiir Onun yol talibi Ayhan Aydın tarafından ölüm yıldönümünde, 2 Mayıs 2013’de yazıldı.

 

 

 

KOSOVA’DA

 

Kasım patları parlar güneş altında

Huzurlu ihtiyar delikanlılar parklarda

Ne mutlu bir gün geçirdim bugün

Çok şükür Elhamdülillah Kosova’da

 

Rumeli toprakları bereketli mi bereketli

Kosova bu toprakların parlayan yıldızı

Priştine, Prizren, Jakova, İpek ve diğerleri

Nice erenleri, şeyhlerin kutsal mekanları

 

Ruhuma yeni ruh kattın hey Kosova, Kosova

Tarihinle, kültürünle, ağaçlarınla bin yaşa

Ata yadigarı kutsal topraklar sendedir

Ayhan’ı böyle mutlu kılan neşe sendedir

 

7 Kasım 2013, Kosova

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OCAK KÖYÜ

 

Yaz bahar ayları coşup gelende

Koyunlar meleşir Ocak Köyü’nde

Güneş vurup suları çağlayanda

Türlü çiçek açar Ocak Köyü’nde

 

Nice eren evliyalar yurdudur

Mihmanları Ali bilir doludur

Cümlemizin hem ayak turabıdır

Yıldız gibi parlar Ocak Köyü’nde

 

Hıdır Abdal Sultan çerağı yakmış

Seyyidler yolu erkanı tam kurmuş

Zemzem misali suyunu akıtmış

Dertlere derman var Ocak Köyü’nde

 

Her bir kapısında dost mührü taşır

Müzesi var antik çağa ulaşır

Mamik meyvesi reyhanla yarışır

Ne ararsan bulursun Ocak Köyü’nde

 

Bulunmaz ilimi irfan otağıdır

Hamların piştiği pirler ocağıdır

Tarihte yeri var er yatağıdır

Elin hiç boş dönmez Ocak Köyü’nde

 

Nice sazlar, nice sözler gök kubbede

Koçlar kurban tığlanır görgüde cemde

Yürekler küt küt atar darda niyazda

Pahası tarif edilmez Ocak Köyü’nde

 

İbrahim Dede, Abbas Hocamız vardır

Atatürkçü aydın gençlerimiz vardır

Her biri namuslu esnafımız vardır

Tarihe yol gider Ocak Köyü’nde

 

Şehitler yatağıdır yokluktan gelir

Özü öze bağlayan deyişten gelir

Bir Mezarlığı var atalardan gelir

Güler yüzlü analar var Ocak Köyü’nde

 

Örnek olmuş çevresine yurduna

Kuşlar öter yamacına kırına

Kınalı elleri halay tutuna

Örf ve gelenek yaşar Ocak Köyü’nde

 

Zorlu çağlar aşıp aşıp gelen sensin

Türkü türkü umut umut olan sensin

Dosta dost düşmana düşman gülen sensin

Adın var olur yaşar Ocak Köyü’nde

 

Mehmet Yaman Dedem dünyaya örnek

Tüm öğrencileri bizlere emanet

Ali Yaman Hocam bilimde rahmet

Yiğit eksik olmaz Ocak Köyü’nde

 

Derviş Ayhan dertlerle doludur gönlü

Uzağından geçse de neşe dolar kalbi

Ziyarettir her bir taşı toprağı

Seni görmek ibadettir Ocak Köyü’nde

 

 

MEHMET YAMAN

 

Karlı dağlar olmuş ala ala

Bulutları dolmuş lüle lüle

Günlüm efkarlanmış kara kara

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Ariflerin erenlerin nefesiyle

Elinde Buyruk, ferman kitabıyla

Dört kıtada söylenen şöhretiyle

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Nasıl methedeyim bilmem onu ben

Sohbeti, sazı, nükteleri ne gam

Gülen yüzünden nur gelir her dem

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Hem Arapça, Farsça İngilizcesi

Bilgi, erdem, şan insanlıktır yolu

Gerçek dedeliğe örnektir huyu

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Yoklukları aşıp gelensin sen

Yetim büyüyüp de gülensin sen

Hacı Bektaş gibi kucak açansın sen

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Atatürkçü öğretmendir Türk Yurdunda

Bayrak gibi umut eker toprağına taşına

Türbedir şimdiden yattığı yerler

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

Artık rahat uyu gül yüzlü dedem

Ektiğin fidanlar boy atar büyür

Bir gün yurdumda barış olur dedem

Mehmet Yaman geliyor Ocak Köyü

 

 

KARAAĞAÇ DERGÂHI

 

Bir bulut çöktü üstüme

Kaldır kara bulutu Ya İmam Ali

Bir dert girdi gönül köşküme

Tüm dertlerimi yetir Ya İmam Ali

 

Aşk deryasına girem dedim

Gerçek bir derviş olam dedim

Hakk ile yakın buluşam dedim

Bana yardım eyle Ya İmam Ali

 

Karaağaç’ta bir dergâh bir köşk

Mihmanlar uyarır çerağ ile aşk

Gel kardeş gel buradadır meşk

Gel destini sun ya İmam Ali

 

Adil Ali Atalay gönüller sultanı

Ezgili sesi Kâbe’den verir misali

Kucak açmış yetmiş iki millet dahi

Onun gibi kullardan eyle ya İmam Ali

 

Derviş Ayhan duygularla dolu gözleri

Güllerini yetirmiş de tatlı dilleri

Şu bahçemizin dosta seda veren bülbülleri

Zalimlere Zülfikarı çal Ya İmam Ali

 

(Gülleri yetirmiş tatlı dilleri

Şu bahçenin gerçek bülbülleri

Ayhan Aydın dolu dolu gözleri

Zalimin zülmini bitir ya Ali)

 

 

 

KEDERİM

 

Kilim dokur gibi dokur

Halı örer gibi örerim kederimi

 

Kederim geceden kara

 

Kapkara yarasa kanı gibi

Koyu ve donuk

 

Giderim ben uzaklara

Kederim beni bırakmaz

Her ölenle ölür

Acı çekenle acı çekerim

Acım büyür büyür dağların doruklarında

 

Rüzgar vurur kavurur

Ruhumu

Kara geceden kara kederim

 

Gece bitmez

Gün ağarmaz

Yılanlar dolanır gövdemde

Keder beni bırakmaz

 

Çek git keder çek git üstümden

 

Oğlunun yasını çeken kadının yüzündesin

Oğlu yitmiş gitmiş ananın gözündesin

Çek git keder çek git

Tükettin beni

Türlü hallere koydun da şişirdin beni

 

Keder seni dilim dilim dilerim

Kanını döker leşini sererim

Çek git keder çek git benden

 

Zehir akıttın

Kan kusturdun

Var git keder var git yurdumdan

Kimsesiz evimde rahat bırak beni

 

Yedi iklim dört köşe

Keder seni sürerim

Katran kazanına atıp

Gözünü kör ederim

 

Bırak beni keder bırak beni

Soluğumu kestin soluğunu keserim

Zalim keder yeter çektirdiğin bana

 

22 Nisan 2014 (Hasan Nedim Şahhüseyinoğlu’nun kalp krizi geçirdiğini duyduğum anda)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KERBELA’DA İMAM HÜSEYİN...

 

Ben de yeni yazdığım şiiir okuyorum...

 

Aşkın badesini sun bana bana

Gözümden akıttım kanlı yaş sana

Canımı versem de az gelir valla

Medet Mürvetinle İmam Hüseyin

 

Cellatlar vursunlar başıma balta

Kanım aksın Kerbela’da dört yana

Yalvarsam yakarsam az gelir sana

Medet Mürvetinle İmam Hüseyin

 

Canımı alsınlar etsinler kurban

Derimi yüzsünler versinler ferman

Sürsünler bu canı çeksinler kervan

Medet Mürvetinle İmam Hüseyin

 

Lime lime eylesinler bu teni

Versinler bana böyle tasa bu gamı

Fatma Anamın feryadını ahını

Medet Mürvetinle İmam Hüseyin

 

(Ayhan Aydın, 2 Haziran 2014)

 

 

OZAN ÇAĞDAŞ

 

Ozan Çağdaş Ozan Çağdaş

Vur sazına Ozan Çağdaş

Doğruları yaza yaza

Kov yobazı Ozan Çağdaş

 

Çile çile ezgi ezgi

Anadoludur tek derdi

İnsanlığın beklentisi

Barıştadır Ozan Çağdaş

 

Zengin, fakir, ağa, köle

Dinli, dinsiz, azap bile

Tüm bunların sonu dile

Adalettir Ozan Çağdaş

 

Susturulmuştur nefesi

Pusu kurulmuş hayali

Halkın gerçek erdemleri

Umut taşır Ozan Çağdaş

 

Taşı sıksa suyu çıkar

Yetim büyür derdi giyer

Bükülmez boynu dik gezer

Yiğit durur Ozan Çağdaş

 

Var olasın sağ olasın

Sen çok çok yaşayasın

Şiirin umut çığlığısın

Gönüllerde Ozan Çağdaş

 

Ayhan Aydın’ın isteği

Gezmek idi tüm dünyayı

Tokat’ta gördü güzelliği

Ölmez bir er Ozan Çağdaş

 

Ayhan Aydın, 17 Haziran 2014, Tokat. Ozanın 40. Sanat Yılı Etkinliği

 

Uçsuz bucaksız mavi gök altında

Nefesini nefeslere katışın güzel

Gün doğup gün batarken ufuklarda

Nazlı nazlı dalgalanıp gülüşün güzel

 

Nice çam ağaçları bademler ile

Kokusu dağlardan gelen yarpuzlar ile

Mahsun mahsun bakan Karakulağın ile

Gönüller fetheden dostluğun güzel

 

İnci, mercan saklar sahiller koylar

Işıl ışıl tertemizdir caddeler, yollar

Değerine değer katan turistler, canlar

Hacetevin, Hızırhaşın, hoşgörün güzel

 

Işıklar yayılır tarihinin aynasından

Korsanlardan, Karyalardan, Knissos’tan

Felsefe okumuş gibi bakan insanlarından

Bir bir renk açan çiçeklerin güzel

 

Yerel tarih araştıran gurupların var

Tarihi yolların, satranç kulübün var

Atatürk’ü seven cumhuriyetçi halkın var

Her bir otelin, yazlığın, bahçelerin güzel

 

Nerde böyle bir mavi, böyle bir yeşil

Nerde böyle uslu kediler, böyle bir nehir

Nerde böyle delişmen aşklar, böyle bir sahil

Erenlerin şavkı vuran tepelerin güzel

 

Fazlım hayran kaldı böyle bir şehre

Bir daha gelmek hem farz, hem sünnete

Tadına doyamadım, bambaşkaymış lezzetine

Eski Datça’da taş evlerin güzel

 

Ayhan Aydın

 

(AĞUSTOS 2014)

 

CANIM ANAMA

 

Hasretin dağlarını büyütmeden gel

Gözümün yaşlarını kurutmadan gel

Hayalini gönlümde tütütmeden gel

Titretme dudaklarımı çok üzmeden gel

 

Varımın yarısı sensin bilesin

Dayanağım, soluğum sensin bilesin

Sırlarım düşlerim sensin bilesin

Omuzlarıma ak karlar yağmadan gel

 

Nurlu hayalin, nefesin, sesin yeter

Hep Ankara’da beni beklemen yeter

Orada var olduğunu bilmem yeter

Beni derin acılarda koymadan gel

 

El Aman, anam anam der ağlarım

Dertlerimi teker teker der ağlarım

Efkârlanır kahreder hep ağlarım

Issız çöllerde koyup kavurmadan gel

 

Fazlım’ın dileği buydu hep muradı

Asla almadan kargışını, ahını

Gazel döküp solmadan Çatalçam’ı

Arkandan beni ağlatmadan gel

 

AYHAN AYDIN

 

 

ŞÜKRÜ GENÇ

 

Bir iş istedik Şükrü Genç’ten

Boğaz’ın surlarını perde eylemiş

Diplomamız, kitabımız hem KPSS’den

Yetenekleri, takdiri hasıraltı eylemiş

 

Bilmem hiç mi yer kalmadı bizlere

Hoşgörü, anlayış, ruh mu kalmadı sizlerde

Yandaşlarından koltuk mu kalmadı söylese

Babasının muhabbetini çöl eylemiş

 

Muharremi bilmez Sarıyer’e çadır kurmuş

Almış yanına üç beş soytarı dedikoduya uymuş

Anlaşılan o da arslan bir belediyeci olmuş

Kendine destek verenleri kenger eylemiş

 

Yemiş içmiş bak şiştikçe şişmiş

Protokol adamı olmuş geçmişe gülmüş

Her dönek solcu gibi varlığa konmuş

Tüm değerleri bozuk para eylemiş

 

Aachen’e gitmiş örnek almamış

Papaza eğilmiş dedeyi saymamış

Din, inanç, demokrasiye uymamış

Şimdi baloları mekân eylemiş

 

Fazlım nefesini çok yorma sakın

Düzenin adamı böyledir bakın

Adam olmaza neylesin talkın

Pişmiş kelle gibi bakış eylemiş

 

Ayhan Aydın

 

 

KÜSKÜNÜM SANA DÜNYA

 

Hainler çaka satar oldu dernekte

Edep, haya, saygı ne arar beylerde

Giymiş elbiseyi oturmuş başköşede

Hırsızlık yol oldu izan kalmadı

 

Dört kapı, kırk makam hani nerede

Satılığa çıkmış kişilikler bilki yerlerde

Pişmiş kelle gibi sırıtıyor bak göklerde

Utanmazlık huy oldu erkân kalmadı

 

Üzülenler var belki hem yaslı

Geleceği kurarlar paslı mı paslı

Hayalleri tüketenler hep hırslı

Propaganda sol oldu ikrar kalmadı

 

Sahte dede, sahte ozan, sahte yazar var

Halkı birbirine düşürüp parçalayıp bölen var

Kimi Türkçü, kimi Kürtçü, Alisiz Alevi diyen var

İnkârcılık ilke oldu dürüst kalmadı

 

Şovmeni, şarlatanı, kuklası hepsi bol mu bol

Devletçisi, yurt düşmanı bulmuşlar bir yol

Üçkâğıtçılık geçer akçe olmuş kol be kol

Kişilik tuş oldu mertlik kalmadı

 

Nerde Pir Sultanlar, nerde Yunuslar

Nerde gerçek cemler nerde ikrarlar

Canı başı dost yoluna koyanlar

Vefa yok oldu değer kalmadı

 

Fazlım artık yeter oldu çok söyledin

Hep çalışıp halka yarar iş işledin

Derde derman olup araştıralım dedin

Muhabbet yok oldu kadir kıymet kalmadı

 

Ayhan Aydın

 

 

 

ERDEM GÜNDOĞAN’A

Uzun yolun kısa yolcusu

Akıl almaz hayalinde yiteni

Uzak ülkeler düşlerine girer

Kimse bilmez gönlündeki yatanı

 

Ağır gel ağır yerler esner

Kara gecenin ak sütünü kimler emer

Sancısını versem dağa taşa

Üstünüzden nice kuşlar geçer

 

Arabalar, arabalar, arabalar

Sevda mı, aşk mı nur cemallim

Bal tatlı melek kalplim

Bu nasıl bir sevdaymış böyle

Hisarüstü kalktı yürüdü ardından.

 

++++++++

 

Yuvadan bir kuşum uçtu

Yandı yüreğim tutuştu

Söyleyin komşular söyleyin

Erdemim nere kavuştu

 

Yüzü güleç mazlum yavrum

Eşin yalnız kaldı yavrum

Kanlı yaş akıttım yavrum

Erdemim nere kavuştu

 

Bacın, teyzen ağıt yaktı

Bak baban çöküp de kaldı

Araba mıydı muradı

Erdemim nere kavuştu

 

Bir kerecik gülsen bize

En tarifsiz acı ise

Salların yüktür dize

Erdemim nere kavuştu

 

Fazlım ne söylesen azdır

Böyle acı, keder bize çoktur

Genç ölümler yüreklere yüktür

Erdemim nere kavuştu

 

Ayhan Aydın, 21 Eylül 2014, Hisarüstü Yeniköy Derneği

(Yollara, arabalara sevdalı 18 yaşındaki delikanlımız Erdem Gündoğan’ı Rumelihisarüstü’nden Şiran Kırıntı  Köyü’ne uğurladık sonsuzluğa… Işıklar içinde olsun…)

ZEKERİYA GÜNEL’e

 

Bir gece ansızın çıkıp gidende

Garip yolların yolcusuyum ben

Beni bekleyenim yoksa evimde

Efkarıma kadehlerim boş gelir

 

Kaderim yollarımı bağlayınca

Soluksuz karanlığa bakakalınca

Sağlar yaralarımı sarmayınca

Efkarıma kadehlerim boş gelir

 

Gözlerim görmez olur yolları

Yalnızlığımın aşılmaz kederi

Gelir Zekeriya’nın gerçek dostları

Efkarıma kadehlerim boş gelir

 

Kurukız’ın görmez oldu gözleri

Akmaz oldu yaylasında çeşmesi

Fazlım gel söyleme içli dertleri

Efkarıma kadehlerim boş gelir

 

Ayhan Aydın

 

14 Ocak 2014’de Günaydın Aydoğan’ın evinde Zekeriya Abinin resmini görünce duygulandım. Onu Ankara’dan tanıyordum. 25 yıl kadar önce aynen babası gibi bir trafik kazasında vefat etmişti. İyi bir insandı, güzel bir insandı, yalnız bir insandı… Kader utansın.

CEM VAKFI’NA ŞİİR

 

Muhabbet ile başlar idim işime

Sadık idim hem elime dilime

Canım gibi korur idim yuvama

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Bacım, kardeşim, sırdaşım der idim

Bugün dünden daha iyi olsun der idim

Hep üretelim, çalışalım der idim

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Kütüphane, arşiv kuralım dedim

Okul, yurt, akademi açalım dedim

Anadolu, Balkanlar gezelim dedim

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Dedeler, babalar, ozanlar toplandı

Gönüller birlenip analar toplandı

Ceme hasret yurtsuz canlar toplantı

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Neden bilmem Cem Dergisi kapandı

Neden bilmem bilim adamı tükendi

Neden bilmem yazarların azaldı

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Türlü iftiraları bir bir kuranlar

Bulgaristan’dan gelmez oldu vizeler

Hangi hayın, hangi fesat planlar

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Önüme dağ dağ oldu hileli kurtlar

Duvarlar yükseldi geçit vermez egolar

Akıl almaz oldu şaşar ahbaplar

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Depresyon, uykusuzluk avuç avuç ilaçlar

Manasını anlamadan büyüyen tasalar

Her gün dayak yemiş gibi horlanmalar

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Ne Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilikmiş derdi

Adam yetiştirmez bencillikmiş muradı

Bunca varlık kimde olur bilseler bari

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Aslında yok farkları birbirlerinden

Ha Mehmet Ali, ha Ali Mehmetlerden

Koyun sürüsü oldukça bizler güdülerimizden

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

Fazlım yeter artık çok söyleme bu sözleri

Bunca hain, bunca fesat, bunca çıkarcıdır özleri

Ne İmam Ali, ne İmam Hüseyin, ne Eba Müslüm

Yenememişler gönüllerdeki inkârı

Bana hasret misin Cem Vakfı

 

 

SOYUNUN UTANDIĞI KARA SURATLIYA

 

Büyülenmiş gibi derin bir bağla bağlı olduğu aynen kendisi gibi ama daha muktedir hocasından aldığı derslerle hareket eden bir Dede bozuntusuna yazılmıştır. O ve çevresindekiler kendisini çok iyi tanıyorlar…

 

Hocandan almışsın kanlı icazet

Yüzünde insanlık yoktur ey şirret

Karanlık pusulardasın ey illet

Soyunun utandığı kara suratlı

(Namzetli dede taslağı)

Yine hangi yağmadan gelirsin

 

İşin gücün varın dedikodudur

Yolun sanki Muaviye’nin yoludur

Desise, hile, hurda hepsi ruhundur

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine hangi çeteden gelirsin

 

Çalıp çırpmış bir kitap yazmışsın

Alevi erkânını ayaklar altına almışsın

Anlattıklarına hep maval katmışsın

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine kimi kandırmadan gelirsin

 

İçin kara katran kazanına benzer

Yürüyüşün kibir okyanusuna benzer

Kalas gibi boynun korkuluğa benzer

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine kimi tehditten gelirsin

 

Kimseye hiçbir fırsat vermezsin

Eğri yolda gider doğruya gelmezsin

Fitne fesatlıktan uzak durmazsın

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine hangi yağlı sofradan gelirsin

 

Ortaya dökülse tüm mal varlığı

Kaç kalp kırmıştır çekilse darı

Haramzadenin piridir onadır ikrarı

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine kimi mimlemekden gelirsin

 

Kaç sahte dedeyi posta oturttu

Cemleri bozup yolumuzu yoz etti

Kendi kafasınca icatlar var etti

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine hangi olur işi baltalamaktan gelirsin

 

Fazlım yeter oldu çok yorulma

Bu adi nankörü tutarlar bu çağda

Halka yakın ol ama hepten bağlanma

Soyunun utandığı kara suratlı

Yine hangi cazu dersinden gelirsin

 

Ayhan Aydın

8 Mart 2015, Pazar

 

KAYA ÖZLÜK (KESKİNLİ AŞIK HAYDARİ)


İçimde bir çığlık yankılandı
Acı haberini alınca
Ey sen Antalya’nın bozlak sesi
Çakır gözlerinden pınarlar akan
Dertlerini esrar içirir gibi kanına yediren
Yediverenlerin solmaz gülü
Garip gönüllerin eyrek yeri
Cumhuriyet Türküsünü yazıp
Sevgi meleği gibi dünyaya dokununca
Mütevazılık sembolü
Bayrek Dağı yıkıldı başıma
Antalya fakirleşti, uzaklaştı benden…
Sen benim sırdaşım
Sen benim yoldaşım
Sen garip gönlümün şark bülbülü…
Seni şimdi nerelerde bulam?
Hangi ceylanın yolunda?
Abdal Musa’da mı?
Haydar Sultan’dan mı?
Muharrem Yazıcıoğlu’nun yanında mı? 
Hasan Şimşek ve Rıza Hasgül’ün sohbetinde mi?
Şimdi arşın yıldızlarının hangi otağındasın?

Gelip orada da bir cem kurarız, sazlar çalar, sonsuz bir semah döneriz…

 

Seni çok seven Ayhan’ın…

8 Haziran 2015, Ankara…

 

HÜZÜN

 

Hüzün sabah başladı

Akasyalar hüzün

Sokaklar hüzün

Gözyaşlarım hüzün

 

Uçup gitmek özgürlüğü

Apansız zamanlar içinde kaybolmak

Issız çöllerde hüzün

 

Var mı dost

Var mı can

Var mı insan

 

Tren yolları hüzün

Martılar hüzün

Yıpranmış yüzlerde hüzün

 

Ben belki bir daha gelirim

O güzel gözlerin

Yağmurlar

Çağırır beni

Turunç neşeli çocuk

Yüreğim hüzün

 

Ben burada ruhum çok uzaklarda

Ellerim hüzün

 

Özlemlerimin türküsünü söyler dilim

Dilimde bir hüzün

Gönlümde bir yara

Dağlarımda bir ateş

 

Kaç git kendinden

Hangi şehir

Hangi kasaba

Hangi kıta

 

Nereye varırsan var

Dökemezsin dertlerini

Çağlar akar

Sen bakarsın

Nehir hüzün

Göller hüzün

Deniz hüzün

 

Hayallerin saklı ufkun arkasında

Hayallerin hüzün

 

Ayhan Aydın

14 Haziran 2014, Pazar, 06.50, Eskişehir